İnkişaf Dergisi http://inkisaf.net Hakikatın İnkişafı Devam Ediyor... Tue, 07 Jul 2024 18:08:40 +0000 http://wordpress.org/?v=2.7.1 en hourly 1 ALLAH RESULÜ’NÜN EBEVEYNİ’NİN UHREVÎ DURUMU http://inkisaf.net/sayi-10/allah-resulunun-ebeveyninin-uhrevi-durumu.aspx http://inkisaf.net/sayi-10/allah-resulunun-ebeveyninin-uhrevi-durumu.aspx#comments Tue, 26 May 2024 16:27:33 +0000 admin http://inkisaf.net/?p=1090 İhsan ŞENOCAK31

Ebeveyn-i Resul’ün (Allah Resulü’nün anne-babası) dinî durumu –özellikle- müctehid imamlar devrinden itibaren tartışılan bir konu olmuştur. Konu ile ilgili ayet ve hadislerin açıklamalarında müfessir ve şarihlerin görüş belirtmeleri, Ebu Hanife’nin (rahimehullah) “el-Fıkhu’l-Ekber” adlı akaid risalesinde meseleye yer verdiği düşüncesi, Ebeveyn-i Resul’ün önemini ve tarihi arka planının derinliğini göstermektedir.
Tartışmanın hassasiyeti Hindistan, Mısır, İstanbul gibi ikinci ve üçüncü kuşak ilim merkezlerinde çok sayıda eser telif edilmesine vesile olmuştur.

İlmiye sınıfının hemen her meşrebi konuya duyarlılık göstermiş, Şeyhulislam İbn Kemalpaşa “Risale fî Ebeveyi’n-Nebî” (1), Sufî Alim Abdulahad Nurî Kadızâdeliler’e karşı “Te’dîbu’l-Mutemerridîn”(2) adlı risaleleri kaleme almış, meseleyi Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün bir nevi “İsmet”i olarak gören Celâleddin es-Suyutî (v. 911/1505) ise telif ettiği altı risalede Ebeveyn-i Resul’ün ehl-i necât olduğunu delillerle izah etmiştir(3).
Ali el-Karî’nin de içerisinde yer aldığı grup ise Ebeveyn-i Resul’ün cehennemde olduğunu iddia etmektedir. Konu hakkında görüş beyan etmeyip susmayı tercih eden alimler de vardır.
Ebeveyn’in ehl-i necât olduğunu söyleyen alimler kabullerini delillendirirken farklı usuller kullanmış, bir kısmı; Ebeveyn’in Hz. Adem (aleyhisselam)’e kadar bütün atalarının muvahhit, kendilerinin de Hz. İbrahim’den tevarüs eden akide üzere yaşayan “Hanîfler”den olduklarını; diğer bir kısmı ise onların bütün hayatlarını fetret devrinde geçirdiklerini, bu dönemde yaşayan muvahhitlerin ise azap görmeyeceklerini belirtmektedir. Ebeveyn’in dirilip Allah Resulü’ne inandıklarını daha sonra tekrar vefat ettiklerini söyleyenler de vardır(4).isnad-32
Konu hakkında farklı görüş beyan eden alimler arasında ilmî düzeyde sert tartışmalar olmuştur. Ebeveyn’in uhrevî durumunu Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün müdafaası bağlamında değerlendiren alimlerden Abdulahad Nurî karşıt görüş sahiplerini şu şekilde tenkit etmiştir: “Ey yolunu şaşıran ve insanları yolundan şaşırtanlar! Nasıl oluyor da Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün babaları ve annelerinin nikahsız müşrikler olduklarını, dolayısıyla da çocuklarının veled-i zina olduğunu iddia ediyorsunuz. Siz bu konuda farklı tariklerden rivayet edilen, muhaddis ve alimlerin de itimat ettiği sahih hadisleri hiç duymadınız mı? Yine siz, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün ‘Ben, ancak İslam nikahıyla/meşru evlilikle dünyaya geldim.’ sözüyle kendisini ona dair uydurduğunuz yalanlardan temizlediğini işitmediniz mi?’ Nitekim Allah Tealâ da ‘Allah ve Resulü müşriklerden berîdir.’ ayet-i kermesiyle O’nu iftiralarınızdan uzak tutmaktadır.(5)”
EHL-İ NECÂT OLMADIKLARINI İDDİA EDENLER VE DELİLLERİ
Ebeveyn-i Resul’ün ehl-i necât olmadığını iddia edenler arasında dikkat çeken en önemli isim şüphesiz ki Ali el-Karî’dir. Ali el-Karî konu ile ilgili müstakil bir risale(6) kaleme almış ve Suyutî’yi tenkit etmiştir. Ayrıca XVII. Yüzyıl Osmanlısı’nda etkin olan Kadızâdeliler hareketi ve Kadızâde Mehmed Efendi çevresinde temerküz eden fikrî-ilmî oluşum, bu görüşün kitle bazında temsilciliğini yürütmüştür. Bunlar Ebeveyn-i Resul’ün cehennemde olduklarını, dolayısıyla diğer müşrikler gibi ilahî aftan mahrum olduklarını iddia etmişlerdir.
Ayetler
Ebeveyn’in ehl-i necât olmadığını iddia edenlerin delil olarak kullandığı Kur’anî naslardan ilki; “(Kafir olarak ölüp) cehennem ehli oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra akraba dahi olsalar, müşrikler için Allah’tan af dilemek ne Peygamber’e ne de müminlere yakışır.(7)” mealindeki ayet ile bunun nüzul sebebine ilişkin rivayettir. Farklı nuzül sebepleri yanında ayetin Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün annesi veya Ebû Talib(8) hakkında(9) nazil olduğuna dair de bazı zayıf rivayetler vardır.
Ebeveyn’le ilişkilendirilmeye çalışılan bu ayetin sebeb-i nüzülü ile ilgili sahih rivayetler, söz konusu iddiayı geçersiz kılmaktadır. Hz. Ali (radiyallahu anh) tarikiyle gelen bir rivayet şu şekildedir: Hz. Ali, bir adamın müşrik olan ebeveynine dua ettiğine şahit olunca, ona: “Müşrik olarak ölen ebeveynin için mi istiğfar ediyorsun?” diye sorar. Adam: “Hz. İbrahim müşrik olan babasına istiğfar etti. (Ben neden etmeyeyim?)” deyince Hz. Ali hemen durumu Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’ne arz eder. Hadise üzerine, yukarıdaki ayet (Tevbe Suresi: 113) nazil olur(10).
isnad-4Buharî’nin rivayet ettiği hadiste ise ayetin sebeb-i nüzulünün Ebû Talib olduğu belirtilmektedir(11). Nitekim Zeccac da müfessirlerin bu ayetin Ebû Talib hakkında indiği hususunda icma ettiklerini bildirmektedir(12).
Ebeveyn’in ehl-i necât olmadığını kabul edenlerin delil olarak ileri sürdükleri ikinci Kur’anî nass ise; “Sen cehennemliklerden sorumlu değilsin.”(13) ayeti ve bu ayetin nüzul sebebi olduğu iddia edilen, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün “Keşke anam-babam ne yaptılar bilebilseydim.” ifadesidir.(14)
Suyutî, sebeb-i nüzul olarak zikredilen söz konusu hadisi muteber hadis kitaplarının rivayet etmediğini, sadece hadisin bazı tefsirlerde munkatı’ senetle yer aldığını, böyle bir hadisle de istidlal edilemeyeceğini belirtmektedir.(15)
Ebû Hayân; Allah Resulü’nün Ebeveyni’nin durumunu bildiğini, dolayısıyla bu tür bir ifade de bulunmasının akla uzak bir ihtimal olduğunu, ayrıca ayetin siyakının “cehennemlikler”le kastedilenlerin Efendimiz’in risaletini inkar eden Yahudi, Hristiyan ve Müşrik Araplar olduğuna delalet ettiğini söylemektedir.(16)
Ebussuud başta olmak üzere çok sayıda müfessir de ayetin nazmının, ‘Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün Ebeveyni’nin durumunu bilmek istemekten alıkonması” şeklinde yorumlanmasını desteklemediğini ifade etmektedir.(17)
Hadisler
Ebeveynin ehl-i necât olmadığını iddia edenlerin delil olarak ileri sürdükleri hadislerin önemli bir bölümü zayıftır. İmam Suyûti Ebeveyn ile ilgili hadislerden sadece Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün istiğfara izin istemesi ile Müslim’in Enes b. Malik (v. 93/711) yoluyla rivayet ettiği babasının uhrevî durumu ile ilgili hadisin sahih; diğerlerinin ise zayıf olduklarını belirtmektedir.(18) Bu yüzden sahih olduğu düşünülen hadislerle yetinecek ve ulemanın onlarla ilgili görüşlerini tahlil edeceğiz.
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün babası ile ilgili Enes hadisindeki sahabi, Resulü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem)’e, babasının uhrevî durumunu sormuş, Efendimiz de “Baban cehennemdedir.” diye cevap vermiş, adam dönüp giderken Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) onu çağırtıp; “Benim babam da senin baban da cehennemdedir.” (19) buyurmuştur. Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün annesi Hz. Amine hakkında varit olan diğer hadise göre ise Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) annesinin kabrini ziyaret etmiş, orada ağlamış, ağlamasıyla etrafındakileri de ağlatmış, bunun üzerine şöyle buyurmuştur: “Rabbimden anneme istiğfarda bulunmak için izin istedim, bana izin vermedi. Kabrini ziyaret etmek için izin istedim, müsaade buyurdu.”(20)
I. Hadislerin Tahlili
1. Allah Resulü’nün Babası’nın Uhrevî Durumu
Öncelikle şu husus bilinmelidir ki; Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün babasının uhrevî konumu ile ilgili Müslim’in (ö. 261/874) Enes b. Malik (radiyallahu anh) tarikiyle rivayet ettiği hadiste geçen “benim ve senin baban cehennemdedir.” lafzında raviler ittifak etmemişlerdir.
Hammad b. Seleme-Sabit-Enes b. Malik silsilesiyle rivayet edilen Müslim hadisinde Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün, babasının durumunu soran sahabiye; “Benim babam da senin baban da cehennemdedir.”(21) dediği yer alırken; Ma’mer (v.152/769)-Sabit-Enes tarikiyle gelen hadiste ise; “Benim babam da cehennemdedir.” (22) ifadesi yoktur. Ma’mer tarikiyle rivayet edilen hadiste Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) sahabiyi geri çağırıp; “Bir kafirin kabrine uğradığında ona cehennemi müjdele!” buyurduğu nakledilmektedir. Bu son ifade hiçbir şekilde Ebeveyn’in müşrik olduğuna delalet etmez. Ayrıca Ma’mer yoluyla rivayet edilen bu hadis Hammad tarikiyle gelen ve Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün babasının cehennemde olduğunu bildiren rivayetten daha sağlamdır. Çünkü Hammad, hafızasının zayıf olmasından dolayı muhaddisler tarafından tenkit edilmiştir. Merviyyâtı içerisinde münker hadisler vardır. Bu tür ifadelerin evlatlığı tarafından kitaplarına gizlice sokulduğu da söylenmektedir. Ayrıca Hammad hadis ezberlemez, sadece yazdıklarını rivayet ederdi. Ezberlememesi, evlatlığının hadis mecmuasına eklediği ifadeleri ayıklayamamasına sebep olmuştur. Seçici olamadığından hataya düşmüştür. Bu yüzden Buharî ondan hiç hadis rivayet etmemiştir. Müslim’in de usuldeki rivayetleri Sabit’le sınırlıdır. Hadisin diğer senedinde yer alan Ma’mer’in hıfzı hakkında ise olumsuz kanaat belirtilmemiş, rivayet ettiği hadisler münker görülmemiş, Buhârî de Müslim de ondan rivayette ittifak etmişlerdir. Bu cihetle de ona ait rivayet Hammad’ınkinden daha sağlamdır. Ayrıca Bezzâr, Taberanî ve Beyhâkî’nin, İbrahim b. Sa’d-Zührî-Âmir b. Sa’d-Sa’d b. Ebî Vakkas kanalıyla rivayet ettiği hadis de Ma’mer-Sa’d-Enes b. Malik rivayetiyle aynıdır. Bu durumda Ma’mer kanalıyla gelen rivayete itimat edip onu, diğerine takdim etmek gerekir.(23)
Hammad rivayetinde ravi, hadisi kendi anlayışına göre mana üzere rivayet ederken onda tasarrufta bulunmuştur. Hadisin diğer tarikten gelen ifadelerinde yer almayan “benim babam da senin baban da cehennemdedir.” kısmı muhtemelen ravinin tasarrufu ya da Hammad’ın evlatlığının ilavesidir.
a. Faraziye
Bir an Hammad’ın rivayeti doğru farz edilse, yine de bu hadis Ebeveyn’in kafir olduğuna delalet etmez. Çünkü, cehenneme sadece kafir olanlar girmeyecektir. Günahkar müslümanlar cezalarına göre belli bir dönem cehennemde kalacaktır. Ayrıca cennete gidecekler dahil herkesin üzerinden geçeceği “Sırat Köprüsü” de cehennemin üzerine kurulmuştur. Dolayısıyla cennetlikler de cehenneme uğrayacaklardır. Nevevî’ye ait şu mutaala da faraziyeyi Ebeveyn lehine desteklemektedir: Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün sahabiye ‘benim babam da senin baban da cehennemdedir.’ şeklinde cevap vermesinin nedeni onun irtidat etmesinden endişelenmesi ve ortak musibetten dolayı iyi BİR muamele olarak onu teselli etmesi içindir.(24) Muhammed b. Bahâuddin (ö.956/1549) de el-Kavlu’l-Fasl adlı el-Fıkhu’l-ekber şerhinde mezkür hadisle alakalı Efendimiz, bu ifadeyle dönüp gelen adamın “kalbini hoşnut etmek ve öfkesini gidermek istemiştir.”(25) demektedir.
Nitekim Sa’d b. Ebî Vakkas kanalıyla gelen hadisin Taberânî ve Beyhakî’ye ait rivayetinde, bedevinin müslüman olduğu belirtilmektedir.(26) İbn Mace’nin benzer lafızlarla rivayet ettiği hadiste de Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün babasıyla alakalı bir kayıt yer almadığı gibi bedevinin müslüman olduğu nakledilmektedir.(27)
b. Baba Kelimesinin Amca Anlamında Kullanılması
Yine hadis sahih farz edilse de ‘benim babam’ ibaresinde geçen “ebî/babam” kelimesi sahabi için “baba”; Allah Resulü için ise “amca” anlamına gelir. Çünkü naklî deliller sahabinin gönlünü hoş tutmak için ‘ebî/babam’ lafzını kullanan Allah Resulü’nün onunla amcasını kastetmiş olacağına işaret etmektedir. Zira eb/baba kelimesi Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) ile alakalı mutlak olarak kullanıldığında ondan Ebû Talib kastedilmektedir.
Ebû Talib Mekke’deki geleneğe uyarak yetişmesine öncülük ettiği, maişetini sağladığı, koruyup kolladığı yeğenine nisbetle kendini baba olarak görür ve Kureyş içerisinde Efendimiz’in babası olarak bilinirdi. Nitekim Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) ile birlikte Şam’a seyahat ettiğinde Rahib Bahira yanına gelip Efendimiz’i kastederek: “Bu kimdir?” diye sormuş Ebû Talib: “Oğlumdur.” cevabını verince, Bahira: “Bu çocuğun babası hayatta olamaz.” demiştir.
Müşrikler Ebû Talib’e, -Allah Resulü’nün Abdullah’ın oğlu olduğunu bildikleri halde-: “Oğluna söyle! İlahlarımıza hakaret etmekten vazgeçsin.” derlerdi. Yine Ona: “Oğlunu bize ver öldürelim, yerine ise sana (yanlarında mevcut olan kişiyi kastederek) bu çocuğu verelim.” dediklerinde, Amca Ebû Talib: “Size evladımı verecek, onu öldüreceksiniz. Bense buna karşılık sizin çocuğunuzun maişetini temin edeceğim öyle mi?!” diyerek karşı çıkmıştır.(28)
c. Allah Resulü’nün Ataları ve Şirk
Kur’an-ı Kerim; “Şüphesiz müşrikler necistir.” buyurmaktadır. Taharet ile necaset, iman ile küfür bir arada bulunmaz. Buna göre, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün babasının müşrik olamayacağı gibi Hz. Adem’e kadar atalarında da müşrik yoktur. Ataları arasında yer alan ve Hz. İbrahim’in babası olduğu düşünülen Azer’e gelince O, ya bazı müfessirlerin belirttiği gibi Hz. İbrahim’in amcasıdır, (bu durumda atalarında müşrik olduğu iddiası çürütülmüş olur.) ya da “baba” olduğu farz edilen Azer’in küfrü, Hz. İbrahim’in validesinin rahmine düşmesinden sonradır. Zira Azer’in kafir olması Hz. İbrahim’in risaletini izhar etmesinden sonraya tekabül etmektedir. Bu durumda Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün nurunun Azer’den Hz. İbrahim’e intikali esnasında Azer muvahhit olduğundan nesebe şirk bulaşmamış olur.(29) Fahruddin Razî de Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün atalarının müşrik olmadığını, bu durumun Efendimiz’in; “Ben mütemadiyen temiz babaların sulbünden, temiz annelerin rahmine nakloluna geldim.” hadisine aykırı olduğunu belirtmektedir.
Bütün bu deliller göstermektedir ki; Müslim’de yer alan Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün babasının ateşte olduğu ile alakalı kayıt ravinin tasarrufudur.
“Hammad kanalıyla gelen Enes hadisi nasıl terk edilir?” diyenlere; “Sahih bir hadise muarız hadisler var ve onlar çeşitli nedenlerden dolayı tercihe şayan olurlarsa, sahih hadis tevil edilir ve daha üstün olanlar alınır.” ilkesi ile cevap verilir. Ayrıca Müslim’de maktu‘ ve müevvel hadisler olduğu, bazı hadis hafızlarının Sahihayn’da bulunan zaafları derleyen eserler kaleme aldığı da göz ardı edilmemelidir.
2. İstiğfar Hadisi
İbn Şahîn, Hatib el-Bağdadî, Süheylî, el-Muhibbuddin Ahmed et-Taberî, Nasiruddin b. Münir’in de aralarında yer aldığı çok sayıda muhaddis, Ebeveyn’in diriltilip Allah Resulü’nün risaletine iman ettiklerini söylemektedir.(30) Bu görüşte olan alimlere göre Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün annesinin kabrinde istiğfar etmekten men edildiğini bildiren rivayetler ihya hadisiyle nesh edilmiştir.
a. Hadis ve Nesh
Kurtubî de “ihya” hadisi ile “istiğfar”dan men etme rivayetleri arasında bir tearuz olmadığını, çünkü Veda Haccı esnasında varit olan “ihya” hadisinin, Allah Resulü’nün istiğfar etmek için izin istemesinden sonra olduğunu belirtmektedir.(31) Nitekim İbn Şahîn’de “ihya” hadisinin ilgili rivayetlerin nasihi olduğuna dikkat çekmektedir.(32) Ayrıca el-Bağdadî (v. 463/1071) “es-Sabik ve’l-Lâhik”, Darekutnî ve İbn Asakir “Garaib-u Malik” de; “Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün ağlayarak kederli bir şekilde Hz. Aişe’nin Hacun’daki çadırına uğraması, daha sonra çadırdan ayrılıp uzun bir müddet geçtikten sonra sevinçli ve mütebessim bir halde geri dönüp; ‘Annemin kabrine gittim Allah Teala’dan onu diriltmesini niyaz ettim. Annemi diriltti, bana iman etti. Tekrar vefat etti.’”(33) şeklindeki hadisinin belirleyici olduğunu söylemektedir. Suyûtî de “ihya” hadisi ile alakalı hadis hafızlarının değerlendirmelerini naklettikten sonra kendi kanaatini şu şekilde beyan eder: “Bu hadis kesinlikle mevzu değildir.”(34) İbn Kemal de Ebeveyn’le alakalı kaleme aldığı risalede ihya hadisinin mevzu olmadığını belirtir.(35)isnad-5
b. İllet
Suyûtî Allah Resulü’nün annesinin kabrini ziyaretle ilgili hadisin İbn Mesud, İbn Abbas ve Büreyde tarikleriyle gelen üç rivayetinin de illetli olduğunu söylemektedir. Hakim’in rivayet ettiği İbn Mes’ud hadisi ile alakalı Zehebî; “Muhtasaru’l-Müstedrek”de İbn Maîn’in hadis senedinde yer alan Eyüb b. Hani’yi taz’if ettiğini söylemektedir. Ayrıca bu rivayet Buharî başta olmak üzere diğer hadis mecmualarının rivayet ettiği Allah Resulü’nün Ebû Talib için istiğfar etmesi ve sonrasında istiğfardan men eden ayetin inmesi rivayetine de muhaliftir. Taberanî’nin İbn Abbas’tan rivayet ettiği hadisinde iki illeti vardır: Birincisi sahih hadise muhaliftir. İkincisi ise isnadı zayıftır.
İbn Sa’d ve İbn Şahin’in Büreyde’den rivayet ettiği hadis de sahih rivayete muhalif olması ve yanlış bilgi içermesi cihetiyle illetlidir. Zira hadisin rivayet şekillerinde Allah Resulü’nün Mekke’de annesinin kabrini ziyaret ettiği nakledilmektedir. Halbuki Allah Resulü’nün annesinin kabri Mekke’de değil Medine yakınlarında olan Ebva’dadır.(36) Açıkça görüldüğü gibi istiğfar hadisinin bütün rivayetleri illetlidir.
İbn Abidin (rahimehullah) de ihya hadisinin daha sonra varit olduğunu belirtmekte ve “Bir şeyi görüp iman etmek fayda vermezken Ebeveyn’in ölümden sonra dirilip iman etmeleri onlara nasıl fayda verir?” şeklindeki mukadder bir soruya: “Bu durum Allah Teala’nın Efendimiz’e ikram ettiği hususiyetler cümlesindendir.”(37) şeklinde cevap vermektedir. Muhammed Bahauddin de, ibadet ve muamelatla alakalı bazı hükümlerde olduğu gibi Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün Şeriatın genel hükümleri dışında şahsıyla alakalı bir takım hususiyetleri haiz olduğunu, Ebeveyn’in diriltilip iman etmelerinin de bu cümleden kabul edilebileceğini belirtmektedir.(38)
Bazı alimler istiğfar ile ihya hadisini cem etmek suretiyle tearuzu ortadan kaldırmaktadırlar. Buna göre, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve selem) manevi dereceler itibariyle sürekli yücelmiştir. Efendimiz önceden sahip olmadığı makama yücelince ihya hadisesi gerçekleşmiştir.(39)
c. Faraziye
İstiğfar hadisinin nesh edilmediği farz edilse dahi hiçbir karine Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün validesinin müşrik olduğuna işaret etmez. Çünkü istiğfar, kişinin günah ve ma’siyetten dolayı ceza görmemesi için Cenab-ı Hak’a müracaat etmesidir. Cahiliyye devrinde yaşayan ve oğlunun risaletini göremeyen bir annede ne tür bir kusur tahayyül edilmektedir ki, bununla cezalandırılma imkan ve ihtimalinden dolayı kendisi için istiğfar gerekli olsun? Bu yüzdendir ki Allah Azze ve Celle Onun adına istiğfarı gerekli görmemiş ve yalnız ziyaret edilmesine müsaade etmiştir.
d. Allah Resulü’nün Anne Hasreti
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün validesinin kabri başında ağlaması da, onun şirk ve ma’siyetten dolayı azab gördüğüne işaret etmez. Bu hususta ilk akla gelen Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün, Onu dünyaya getiren, besleyip, büyüten annesinin saadet günlerini görememesinden müteessir olmasıdır.(40) Nitekim Hz. Ömer (radiyallahu anh)’in Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’ne “Niçin bu kadar çok ağlıyorsunuz?” diye sorması üzerine, Efendimiz’in “Anneme karşı gönlümde oluşan derin tehassür sebebiyle” ağladığını belirtmesi bu hükmü teyit etmektedir.
f. İhya Hadisi İle Amel Etmeyen Alimler
İhya hadisini sahih kabul etmediklerinden dolayı Ebeveyn’in diriltilip Allah Resulü’ne iman etmiş olmalarına itibar etmeyen alimler, Müslim ve benzeri imamların rivayet ettikleri hadisleri zahiri halleri üzere bırakıp, nesh veya te’vil gibi iddialarla onları reddetmemişler; fakat Ebeveyn’in müşrik olduğunu söylemeyi de caiz görmemişlerdir. Onlara göre Ebeveyn’in cehennemlik olduğunu iddia etmek Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’ne eza verecektir. Nitekim Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem): “Ölülere söverek dirilere eza etmeyiniz.” buyurmaktadır. Ona eza edenlerle alakalı Cenab-ı Hak da şöyle buyurmaktadır: “Allah ve Resulünü incitenlere Allah dünyada ve ahirette lanet etmiştir.”(41) Ebû Bekir b. el-Arabi: “Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün atalarını cehennemde olduğunu iddia edenlerin melun olduklarını ifade etmektedir.(42)
İbn Abidin (rahimehullah) ihya hadisinin Taberanî, Ebu Nuaym ve İbn Asâkir’in: “Ben nikahtan meydana geldim. Adem’den ebeveynime gelinceye kadar nesebime zina bulaşmadı(43). Cahiliyye zinasından bana hiçbir şey isabet etmedi.”(44) şeklinde rivayet ettikleri hadisin delaletiyle daha umumi bir boyut kazandığını belirtmektedir. Ona göre Ebeveynin vefat ettikten sonra diriltilmeleri inkar devrinde nikahın olmasına aykırı değildir.(45) Yani ihya sadece “Risalete iman” ile alakalıdır.
Hadisle alakalı muhtemel manaların hiç biri, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün validesi için istiğfar etmekten men edilmesinin Hz. Amine’nin küfrüne delalet ettiğini desteklemez.
EBÛ HANİFE’NİN EBEVEYN HAKKINDAKİ GÖRÜŞÜ
Ebeveyn’in ehl-i necât olmadığını ileri sürenlerin delillerİNden bir diğeri de; Ebû Hanife (rahimehullah)’nin (v.150/767) “el-Fıkhu’l-Ekber” adlı akaid risalesinin bazı nüshalarında Ebeveyn hakkında “Resulullah’ın anne-babası küfür üzere ölmüştür.” ifadesinin yer almasıdır.
Fahru’l-İslâm Pezdevî (v. 482/1089) “Usul”de, Abdulaziz el-Buharî Pezdevî’nin ‘Usul’ü üzerine yazdığı “Keşfu’l-Esrâr” adlı şerhte, İbnü’l-Hatib bir risalesinde, Ebu Hanife’ye nisbet edilen ‘el-Fıkhu’l-Ekber’in gerçekte ona değil, Ebû Hanife Muhammed b. Yusuf el-Buhârî’ye veya Ebû Hanife Nu‘man b. Muhammed el-Mısrî’ye ait olduğunu söylemektedir. Ebû Hanife el-Mısrî’ye isnat edilen risalede ise; “Allah Teala’nın sıfatları, istitaa konusu, kulların fiillerinin Allah’ın yaratmasıyla olduğu ve aslah görüşünün reddi gibi meseleler yer almakta” fakat Ebeveyn-i Resûl hakkında herhangi bir kayıt bulunmamaktadır.(46) İbn Hacer de “el-Fıkhu’l-Ekber”in güvenilir nüshalarında Ebeveyn ile alakalı ifadelerin yer almadığını; söz konusu ibareyi ihtiva eden risalenin Ebû Hanife Muhammed b. Yusuf el-Buharî’ye ait olduğunu söylemektedir.(47) Buna göre eser adının ve müelliflerin künyelerinin aynı olması karışıklığa yol açmış, Ebû Hanife Buharî’nin risalesi Ebû Hanife el-Küfî’nin adıyla meşhur olmuştur.
Risalenin Ebu Hanife’ye aidiyetinin kesin olması durumda şu gerçekler ortaya çıkmaktadır: Abdulaziz el-Buharî ve İbnu’l-Hatîb, Ebu Hanife’ye nisbet edilen risalede Ebeveyn ile alakalı söz konusu ifadelerin olmadığını belirtmektedirler.(48) Abdulahad Nurî’de el-Fıkhu’l-Ekber’in eski bir nüshasını gördüğünü ve onda Ebeveyn ile alakalı şeni ifadelerin yer almadığını ifade etmektedir.isnad-6
el-Fıkhu’l-Ekber’in yazma ve matbu nüshalarının bir bölümünde Ebeveyn-i Resul’ün durumunu belirten ibarenin “Onlar küfür üzere ölmüştür.” (mâtâ ale’l-küfr…) şeklinde olması ile alakalı Muhammed el-Murteza ez-Zebîdî: “el-İntisâr li Valideyyi’l-Nebiyyi’l-Muhtâr” adlı eserinde şöyle demektedir: “Müstensih ‘mâ mâtâ ala’l-küfr…’ ifadesinde yer alan ‘mâ’ların tekrarını görünce birinin zaid olduğunu düşünüp onu düşürmüştür. Daha sonra ise bu hatalı nüsha yaygınlaşmıştır.”(49) Nitekim eserin ilgili bölümü bu görüşü desteklemektedir. Çünkü Ebû Hanife ibarenin devamında Ebû Talib’in durumunu ‘mâte kafiren…’ (kafir olarak öldü.) şeklinde ayrı bir cümle olarak belirtmiştir. Eğer Ebû Talib ile Ebeveyn’in konumu aynı olsaydı her üçü ile alakalı hüküm iki ayrı cümlede değil tek cümlede belirtilirdi.
Kevserî ayrıca el-Fıkhu’l-Ekber’in aslında yer alan ‘mâ mâtâ ala’l-küfr…’(küfür üzere ölmediler) şeklindeki ibarenin varlık nedeni ile alakalı şunları söylemektedir: “Ebû Hanife bu ibareyle Müslim’de yer alan ‘Benim babam da senin baban da cehennemdedir.’ hadisini rivayet edip, Ebeveyn’in cehennemde olduğunu iddia edenlerin görüşlerini reddetmek istemiştir. Zira kişinin cehennemde olduğu ancak yakîn bir delile dayanarak söylenebilir. Söz konusu hadis ise haber-i ahaddır. Bu konu ameli bir mevzu olmadığından zannî delil olan haber-i ahad ile istidlal edilmez.”(50)
el-Fıkhu’l-Ekber’in bazı nüshalarında yer alan “mâtâ ala’l-küfr …” ifadesi risaleye ya daha sonra sokulmuş veya müstensihler “mâtâ…”nın başında yer alan “ma-i nafiye”yi gereksiz zannedip yazıdan düşürmüşlerdir. Böylece mana tam zıddı bir boyut kazanmıştır. Elimizdeki deliller bu ihtimalin doğruluk payını güçlendirmektedir.
Kevserî, Zebidî’nin bildirdiği “mâ mâtâ…” (küfür üzere ölmediler) şeklinde olan nüshayı görmediğini sadece onu görenden rivayet ettiğini fakat kendisinin Daru’l-Kütubi’l-Mısrıyye’deki iki eski nüshada bunu bizzat müşahede ettiğini, ayrıca bazı dostlarının da “mâ mâtâ..” ve “mâtâ ala’l-fıtra…” lafızlarını Medine-i Münevvere’deki Arif Hikmet kütüphanesinde yer alan iki eski nüshada gördüklerini belirtmektedir.(51)
Biz de Süleymaniye Kütüphanesi’nden temin ettiğimizde bir nüshada söz konusu ibarenin; “Resulullah’ın ebeveyni küfür üzere ölmemiştir.” şeklinde olduğunu tesbit ettik.(52)
“Mâtâ ala’l-küfr …” (küfür üzere öldüler) şeklindeki ibarenin eserde yer aldığının kabul edilmesi ile alakalı Kevserî (rahimehullah): el-Fıkhu’l-Ekber’in bazı nüshalarında Ebeveyn’in durumunun ‘Onlar fıtrat üzere ölmüştür.’ (mâtâ ale’l-fıtra…) şeklinde olduğunu ve “fıtra” kelimesinin kûfî hattının harflerinin karakteri itibariyle kolayca “küfr” kelimesine çevrileceğini dolayısıyla “mâtâ ala’l-küfr ..” ifadesinin aslının “mâtâ ala’l-fıtrâ…” şeklinde olması gerektiğini belirtmektedir.(53) Buna göre okuma hatasından kaynaklanan “Mâtâ ala’l-küfr …” ifadesi yanlış olmasına rağmen zamanla şuyu bulmuştur. Ya da gerçekte Ebu Hanife “mâtâ ala’l-küfr …” şeklinde bir cümle kurmuştur. Bu durumda anlam müfessirlerin “âla fetretin minerrusul…(Peygamberlerin arasının kesildiği dönem)”(54) ayetini “fetret devri” şeklinde tefsir etmeleri gibi “Mâtâ ala’l-küfr …” de “Onlar küfür yani cahiliyye devrinde öldüler.” şeklinde olur.(55)
Ayrıca “Ebeveyn küfür üzere öldü.” şeklindeki bir ifade Ebû Hanife (rahimehullah)’nin ilerde oluşabilecek muhtemel ilave ve tahriflere karşı sözün kendisine ait olup-olmadığının nasıl bilineceği ile alakalı belirlediği, “Kitap ve Sünnet’ten yerini tesbit etmeden hiç kimsenin görüşlerimizi alıp benimsemesi helal olmaz.” şeklindeki ifadesine de aykırıdır. Zira o her konu da Kur’an-ı Kerim ve Sünnet’i zorunlu olarak başvurulması gereken merci göstermiştir. Ebeveyn ile alakalı Kur’an’da ve Sünnet’te yakîn bilgi ifade eden delil yoktur.
Son olarak, ibarenin İmam-ı A‘zam’a ait olduğu kabul edilecek olursa, bu durumda ondan küfr-i hakiki değil, küfr-i hükmî anlaşılır. Zira küfr-i hakikinin varlığına ancak nassla hükmedilir. Ebeveyn-i resul ile ilgili yakîn ifade eden bir nass yoktur.(56) Ebeveyn-i resul aleyhine olan iki hadis ise “haber-i vahid” olduklarından akidevî bir mevzuda delil teşkil etmezler.
ALİ el-KÂRÎ’NİN RİSALESİ
Ali el-Kârî Ebeveynin küfür üzere öldüklerini iddia etmiştir. O, bu görüşünü “el-Fıkhu’l-Ekber” üzerine yazdığı şerhde olduğu gibi, konu ile alakalı Suyûtî’ye karşı kaleme aldığı reddiye mahiyetindeki “Edilletü Mu‘takadi Ebî Hanîfe fî Ebeveyi’r-Resûl”(57) isimli risalesinde de savunmuştur. Kadı İyaz’ın “eş-Şifâ bi Ta’rifi Hukuki’l-Mustafa” adlı eserine yazdığı şerhin Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye baskısında da; Süheylî’nin Allah Teala’nın, Ebeveyn’i dirilttiğini, iman ettikten sonra tekrar ruhlarını aldığını zikrettiğini, Suyutî’nin de “el-Hasaisu’l-Kübrâ”sında aynı rivayetleri naklettiğini, fakat bunların mevzu olduğunu söyler. Ali el-Kârî söz konusu baskıda konu ile ilgili bir risale yazdığını belirtir; fakat açıkça bir görüş izhar etmez.(58) Hasaneyn Mahluf’un tahkikiyle basılan Şifa şerhinde ise; “Suyutî’nin konu ile ilgili kaleme aldığı üç(59) risalesine reddiye olarak bir risale kaleme aldığını” ifade eder.(60)
Müellifin söz konusu risalesine gerek muasırı gerekse de sonraki dönemlerde yaşayan çok sayıda alim reddiye yazmıştır.(61)
Ali el-Karî risalesinin ilk sahifesinde meselenin yerinin tayini ile alakalı “liennehu min babi’l-İ’tikadiyyât”(62) ifadesini kullanır. O, bu ifade ile sanki her müslümanın Ebeveyn’in küfrüne inanmalarının vacip olduğunu iddia eder. Halbuki iman, kalbin amelidir. Kalbe Allah’tan başka kimse muttali olamaz. Ayrıca itikatla alakalı meselelerin hükümleri ancak kati delillerle sabit olur. Fetret döneminde yaşayanların cehenneme gireceklerine dair kati bir delil yoktur.
Ali el-Karî risalenin üzerine ibtina ettiği usûlü arz ederken de şöyle demektedir: “Kişinin cennet ya da cehennem ehli olduğuna ancak Kur’anî bir nas, mütevatir hadis ya da imanlı veya kafir olarak öldüğüne dair yapılan icma’ ile hükmedilir.” (66)
Ne varki müellif risalesinde bu usule riayet etmez. Zannî deliller ve zayıf ya da mensuh hadisler üzerine Ebeveyn’in küfür üzere öldükleri hükmünü bina eder.(64)
Saçaklızâde Muhammed el-Maraşî Ebeveyn ile alakalı kaleme aldığı risalesinde Ali el-Karî’nin Ebû Hanife’nin “el-Fıkhu’l-Ekber”indeki Ebeveyn bahsini doğru anlayamadığını belirtmektedir. İmam-ı A’zam’ın söz konusu ifadeyle mecazi anlamda bir küfrü kastettiğini, bunun da Ebeveynin imanına zarar vermeyeceğini söyler. Maraşî bu konuda hakkın Suyûtî’den yana olduğunu, Ali el-Kârî’nin “soğuğun etkisinden dolayı aklının karıştığını” bu yüzden de yanıldığını ifade eder.(65)
Kevserî de el-Kârî’nin “el-Fıkhu’l-Ekber” şerhini hatalı nüsha üzerine yazdığını ve bu ameliyesi ile edebe aykırı hareket ettiğini söyler.(66)
EBEVEYN’İN EHL-İ NECÂT OLDUKLARINI SÖYLEYENLER VE DELİLLERİ
Cumhur Ebeveynin ehl-i necât olduğunu söylemektedir. Bu grupta sahabe, tabiun, müçtehit imamlar, müfessir, muhaddis gibi her kuşaktan ve disiplinden çok sayıda alim yer almaktadır. Bazıları şunlardır: Hz. Ali, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mesud, Enes b. Malik, Aişe, Fatıma, Mücahid, İkrime, Cafer es-Sadık, Ömer b. Abdülaziz, Ata, İbn Cerîr, İbn Uyeyne, Taberî, Ebû Nu‘aym, Taberânî, İbn Şahîn, Fahreddin er-Râzî, Kurtubî, Takiyyuddîn es-Subkî, Pezdevî, Serahsî, İbn Nüceym, Celaleddin es-Suyutî, İbn Hacer el-Heysemî, Şa‘rânî, Kastallânî, Kadihân, Kâdî ‘İyaz, Kemal Paşazâde, Saçaklızâde (radiyallahu anhum)…(67)
Ebeveyn’in ehl-i necât olduğunu savunan alimler delillerin açık olduğunu, aksi görüş sahiplerinin ilmi usullere yabancı olduklarından farklı kanaat izhar ettiklerini söylemektedirler. Nitekim konu ile alakalı en fazla eser kaleme alan Suyutî, Ebeveynin cehennemde olduğunu iddia edenlerin istidlal usulüne vakıf olmadıklarını müşahhas bir şekilde izah etmektedir. Suyutî, Müslim’in Sahih’inde yer alan hadisi gerekçe göstererek Ebeveyn’in cehennemde olduğunu savunanlara cevap verirken bir ara dört farklı mezhepten dört ayrı muarız belirler ve her birini karşısına alıp ilzâmî sorularla onları ikna eder. Bu çerçevede önce Şafî mezhebine mensup olan muarızı karşısına alır ve ona sahih hadislerde belirtilen bazı hususlara mezhebine ait bir kısım hükümlerin aykırı olduğunu örnekler üzerinden gösterir. Malikî, Hanefî ve Hanbelî mezheblerine müntesib fakihler için de aynı yöntemi kullanır. Onlara da Sahihayn’de yer alan hadislerdeki bazı hususlara aykırı olan mezhep fetvalarını hatırlatır.(68)
Suyutî, devamla muarızlarına; “Sahih hadislere aykırı fetva veren fakihlere niçin böyle yaptıkları sorulduğunda ‘ilgili hadise aykırı başka deliller vardı. Çeşitli hususlardan dolayı onları tercih ettim. Onlara göre de fetva verdim.’şeklinde cevap vereceklerini söyler.(69) Bu aslında kendileri için de bir cevaptır. Müslim’de yer alan (Allah Resulü’nün babasının cehennemde olduğunu bildiren) hadis ondan daha sahih rivayetlerden dolayı terk edilmiştir.(70)
Suyutî, çoğunluğun kabulüne aykırı görüş beyan eden kişiye devamla şöyle der: “Kudema fıkıh bilmeyen alimi, doktor olmayan aktara benzetir. İlaçlar, aktarın yanında durur fakat neye yaradıklarını bilmez. Hadis bilmeyen alim de aktar olmayan doktor gibidir. İlaçların hangi hastalıkları tedavi ettiğini bilir fakat yanında olmadığından hiçbir fayda temin edemez.” (71)
Suyutî rivayetleri nasıl doğru anladığını ifade ederken; “tahdis-i nimette” bulunur ve şöyle der: “Fakat ben Allah’a hamd olsun ki hadis, fıkıh, usul, meanî, beyân gibi alet ilimlerini biliyorum. Hepsi bende mevcuttur. Bu yüzden nasıl konuşacağım, neye göre istidlalde bulunacağım ve nasıl tercih yapacağımdan haberdarım. Fakat saydığım ilimleri bilmeyen kişi için bunu söylemek mümkün değildir. Bu ilimlere sahip olmayan kişi fetva veremez, istidlalde bulunamaz, tercih yapamaz. Sadece kendisine, ‘şu hususta hadis varit oldu mu?’ diye sorulduğunda ‘evet veya hayır’ der. Ya da ‘hafız o hadisin sahih olduğunu bildirdi.’ veya ‘muhaddisler o hadisin hasen veya zayıf olduğunu söylediler.’ diyebilir. Bunun dışında bir şey söylemesi, fetva vermesi caiz değildir.”(72)
EBEVEYN’İ EHL-İ NECÂT KABUL EDENLERİN USULLERİ
Cumhur -yukarıda da işaret edildiği gibi- Ebeveyn’in ehl-i necât olduğunu isbat etmede –esasta- iki farklı usul benimsemiştir.isnad-7
Ebeveyn’in Fetret Ehli Olduğunu Benimseyenler
Eşarîlere göre fetret döneminde vefat edenler ehl-i necâttırlar. Maturidîler ise: “Kişi düşünecek kadar bir zaman bulamadan iman ve küfre itikat etmeden ölürse ona azap yoktur. Fakat kişi küfrü benimser ya da düşünecek kadar bir zamanı olur da hiçbir şeye inanmadan ölürse hüküm farklı olur.”(73) demektedirler. Maturidîlerin Buhara kolu Eşarîlerin görüşünü benimsemiş ve Ebû Hanife’nin “Hiç kimsenin yaratıcısını bilmeme özrü kabul edilemez.” görüşünü de bi’setten (peygamber gönderildikten) sonrası için yorumlamışlardır.(74) Hanefi fakihlerden İbn Hümam da bu görüşü tercih etmiştir.(75) Yalnız bu görüş küfür itikadı üzere ölenleri kapsamamaktadır.
Eşarî kelamcıların ve Şafi fakihlerin kabulüne göre İslam çağrısı kendisine ulaşmayan kişi mevcut hali üzere ölürse ahirette kurtulanlardan olur.(76) Buna göre İlahi davet kendilerine ulaşmadan vefat eden Ebeveyn ehl-i necâttır ve azab görmeyecektir. Çünkü bunlar İslam davetine karşı direnmedikleri gibi, kendilerine bir peygamber de gelmemiştir. Doğdukları gibi “fıtrat” üzere yaşayıp, vefat etmişlerdir.
“Hz. Musa ve İsa’nın şeriatları fetret döneminde mevcuttu. Bu durumda fetret döneminde yaşayan Ebeveyn nasıl ‘kendilerine İslam daveti ulaşmayan’ kişilerle bir kabul edilebilir?” şeklindeki bir soruya şu şekilde cevap verilebilir: Hz. Musa ve İsa’nın şeriatları kendi milletleriyle sınırlıydı. Bu yüzden Araplar onlara muhatap olmadıklarından gereği gibi amel etmekle de sorumlu değillerdi.(77)
Gazzalî (v. 505/1111) kendisine İslam daveti ulaşmadan ölen kişinin hükmen Müslüman olduğunu söylemektedir. Suyutî başta olmak üzere bir çok alim de kendilerine davet ulaşmadan ölen kişilerin kurtulacaklarını belirtmektedir.(78) Çünkü kişi, peygamberin getirdiği inanılması zorunluluk arz eden konulardan birini tekzip ederse kafir olur. Fetret dönemindekilere İslam daveti ulaşmadığından onlara kafir denemez. Zira kişi tekzip ve inkar etmeden kafir olmaz. İnkar ve tekzip de ancak davetin ulaşmasından sonra mümkündür. Davet de peygamber geldikten sonra olur.(79)
Suyutî, Ebeveynin uhrevî durumu ile alakalı mütalaaları ilk olarak duyduğu Şerefuddin el-Münavî’nin de bu görüşü benimsediğini şu vurgularla nakletmektedir: “Münavî’ye ‘Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün babası cehennemde midir?’ diye sorulunca, soruyu yönelten kişiye sert bir şekilde mukabelede bulundu. Bunun üzerine muhatabı sorusunu: ‘Müslüman mıdır?’ diye değiştirdi. Münavî: ‘Fıtrat üzere vefat etmiştir. Bi’setten önce yaşayanlar azap görmeyecektir.” şeklinde cevap verdi.”(80)
Bu usulü benimseyip Ebeveynin ehl-i necât olduğunu söyleyen alimler şu delillerle istidlal etmektedirler:isnad-8
Ayetler
Allah Teala şöyle buyurmaktadır: “Biz bir peygamber göndermedikçe (kimseye) azap edecek değiliz.”(81) Buna göre kendilerine Allah Teala’nın emirleri ulaşmayan kişiler azab görmeyeceklerdir.(82)
Aşağıdaki ayet-i kerimeler de fetret döneminde yaşayanların azap görmeyeceklerine delalet etmektedir: “Gerçek şu ki: Halkı habersizken, Rabbin haksızlık ile ülkeleri helak edici değildir.” (83), “Bizzat kendi yaptıklarından dolayı başlarına bir musibet geldiğinde: Rabbimiz! Ne olurdu bize bir peygamber gönderseydin de ayetlerine uysak ve müminlerden olsaydık! diyecek olmasalardı (seni göndermezdik).”(84), “Eğer biz, bundan (Kur’an’dan) önce onları bir azapla helak etseydik, muhakkak ki şöyle diyeceklerdi: ‘Ya Rabbi! Ne olurdu, bize bir elçi gönderseydin de, şu aşağılığa ve rüsvaylığa düşmeden önce ayetlerine uysaydık!’”(85), “Biz hiçbir memleketi, öğüt vermek üzere gönderdiğimiz uyarıcıları (peygamberleri) olmadan yok etmedik. Biz zalim değiliz.”(86) Ayetlere göre Allah Teala peygamber göndermeden, öğüt veren kitaplar indirmeden hiçbir halkı cezalandırmayacaktır. Bu durum insanların Ona karşı “hüccet” bulma yollarını da kapatmaktadır.
Hadisler
Fetret döneminde yaşayanların ehl-i necat olduklarını haber veren pek çok hadis vardır. Onların kıyamet günü imtihana tabi tutulacaklarını, içlerinden itaat edenlerin cennete, isyankarların ise cehenneme gireceklerini bildiren hadislerin bir kısmı şu şekildedir:(87)
Ahmed b. Hanbel (v. 241/855) ve İshak b. Rahûye’nin (v. 238/852) rivayet ettikleri hadis-i şerifte Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: “Kıyamet günü dört sınıf insan mazeret bildirecektir.(88) Bunlar; hiçbir şey duymayan sağır, ahmak, elden ayaktan düşmüş ihtiyar ve fetret döneminde ölen kişi(ler)dir. Sağır: ‘Ya Rabbi! İslam geldi fakat Ona dair bir şey duymadım; ahmak: ‘İslam geldiğinde çocuklar bana hayvan tersi atmakta idi’; ihtiyar: ‘ben bir şey anlayamadım.’; Fetret döneminde ölen ise: ‘bana peygamberin gelmedi.’ diyecektir. Allah Teala bu kişilerden kendisine itaat edeceklerine dair ahit alacak, daha sonra onlara cehenneme girmelerini emredecektir. Oraya giren kurtulacak, girmeyen ise zorla çekilecektir.” Bezzar’ın Ebû Saîd el-Hudrî (v. 74/693)’den rivayet ettiği hadiste ise Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) kıyamet günü mazeret bildirecek üç sınıf insanı; fetret döneminde ölen kişi, bunak ve teklif çağına gelmeden vefat eden çocuk olarak belirtmektedir.
Hadisler fetret döneminde yaşayanların cehennemde kalmalarının ancak imtihandan sonra kesinleşeceğini bildirmektedir. Bu durum, fetret döneminde yaşayan babasının uhrevî durumunu soran kişiye, Allah Resulü’nün “baban cehennemdedir.” şeklindeki ifadesiyle tearuz etmektedir. Ortaya çıkan işkal şu şekilde aşılabilir:
Fetret döneminde yaşayanlar hadislerde de belirtildiği gibi imtihana tabi tutulacak, itaat edenler cennette, asi olanlar ise cehennemde kalacaktır. Allah Resulü babasının uhrevî durumunu soran kişiye onun cehennemde olduğunu söylemesi, babanın imtihanda isyan edip cehenneme gireceğine vahiyle vakıf olmasından kaynaklanabilir. Ya da “baba” Allah Resulü’nün risaleti döneminde yaşamış, İslam daveti kendisine ulaşmış fakat cahiliyye adeti üzerine devam edip, o hal üzere ölmüştür.(89)
Bu hadislere göre kendisine herhangi bir peygamberin daveti ulaşmadan ölen kişi ahirette “ehl-i necât” addedilecektir. Fetret döneminde yaşayan Ebeveynin de, bu bağlamda değerlendirilmelidir.
Tarihi Arkaplan
Fetret döneminde yaşayan Ebeveyn ile önceki peygamberler arasında uzun bir zaman vardır. Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nden önce gönderilen en son peygamber Hz. İsa (aleyhisselam) ile Resul-i Ekrem arasında altı yüz küsur senelik bir fetret mevcuttur. Suriye bölgesine, özellikle de batıya doğru yayılan İseviliğin putperest Arapların yaşadığı Arap yarımadasına girememesi fetretin uzun süreli olmasında etkili olmuştur. Yarımadadaki atalar geleneği putperest yapıyı kuşaklar boyu koruyan bir kalkan işlevi görmüştür. Nitekim Medine’de bir ölçüde etkin olan Yahudiliğin Mekke’ye sirayet edememesinin arka planında bu gelenek taassubu vardır. Taassubun da etkisiyle Musevilik ve İsevilikle irtibat kuramayan Mekke, fetretin en yoğun yaşandığı bölgeler arasında yer almıştır.(90) Mekke’nin bu yapısı Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün muazzez Ebeveyni’nin ilahî davetle karşılaşmalarına engel olmuştur. Bu karşılaşma Mekke’de olmadığı gibi Mekke haricinde de gerçekleşmemiştir. Zira Allah Resulü’nün babasının seyahatleri Medine ile sınırlıdır. Hz. Abdullah Ehl-i Kitab’ın merkezi konumunda olan Şam bölgesine hiç seyahat etmemiş, Ehl-i Kitab’la da dinlerini tanıyacak derecede sohbet yapma imkanı bulamamıştır. Vefat ettiğinde yaşının on sekiz olması yukarıdaki bilgileri farklı açıdan tasdik etmektedir. Validesi Hz. Amine’nin de hususi dünyasında masumane bir halde yaşayan ve genç yaşta dul kalan muvahhide bir kadın olması neden Ehl-i Kitab’la tanışamadığının makul bir cevabıdır.
Abdulah b. Abbas: “Yakında Rabbin sana verecek de memnun olacaksın.”(91) mealindeki ayette geçen Allah Resulü’nün memnuniyetinden maksadın, “ehl-i beytten kimsenin cehenneme girmemesi” şeklinde olduğunu belirtmektedir.(92) Nitekim İbn Hacer, Ehl-i beytin tamamının kıyamet günü imtihan esnasında itaat edeceklerini söylemektedir.(93)
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün doğumunu kendisine müjdeleyen Süveybe’yi azad eden Ebu Leheb’in bu hareketinden dolayı her pazartesi günü azabının hafifleyecek(94) olması buna mukabil O’nun dünyaya gelmesine vesile olan Ebeveyn’in cehenneme girmesinin, hiçbir şekilde izahı kabil değildir

Ebeveyn’in Hanîf Olduklarını Söyleyenler
Hz. İbrahim’in tebliğ ettiği tevhit anlayışına dayalı dine tabi olan kişiye hanîf denmektedir. Bazı müfessirler: “Yarattıklarımızdan hakka sarılarak doğru yolu gösteren ve hak ile adaleti gerçekleştiren bir topluluk vardır.”(95) meâlindeki ayetin Allah Teala’nın hiçbir zaman dünyayı hakka çağıran davetçilerden boş bırakmadığına dolayısıyla da Hanîflerin varlığına delâlet ettiğini ifade etmektedirler.(96) Cahiliyye devrinin şirk merkezli dini yapısından kendilerini tecrit eden ve toplumda muvahhit kimlikleriyle bilinen Zeyd b. Amr b. Nüfeyl, Kus b. Sâide, Abdülmuttalib, Amr b. Tarb, Osman b. Hüveyris, Varaka b. Nevfel, Rebâb İbnü’l-Berrâ, Sa‘d b. Ebî Küreyb gibi kişiler Allah’ın birliğine, yaratılış ve dirilmeye, sevap ve cezaya inanmakta, ölmüş hayvan eti yememekte, putlara tapmamakta, bir peygamberin gelmesini beklemekte ve Hanîf dinine inanmaktaydılar.(97)
Allah Teala müşriklerin pislikten (necis) ibaret olduklarını(98) bildirmekte, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in ise tertemiz sülblerden temiz rahimlere intikal ettiğini haber vermektedir. Bu durumda O’nun atalarından bir tanesinin bile müşrik olmaması vacip olur.’(99) Nitekim Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) Hz. Adem’den itibaren atalarının meşru evlilikten dünya geldiklerini bildirmektedir. Konu ile ilgili hadisler şu şekildedir: “Beni, Hz. Adem’den itibaren İslâm’ın nikahlı evliliği dünyaya getirmiştir. Nikahsız ilişki yoktur. Cahiliyyenin gayri meşru evliliği bana isabet edememiştir.”(100) , “Allah Teâlâ beni daima tertemiz sülblerden temiz rahimlere aktarmış ve ben, ikiye ayrılan grubun ancak hayırlısı içinde bulunmuşumdur.”(101)
Fahruddin er-Razî de, sahih hadislerin(102) Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün Hz. Adem’den babası Abdullah’a kadar bütün atalarının yaşadıkları dönemlerin en hayırlıları olduklarını, onlardan daha faziletlilerin bulunmadığını, yine Hz. Adem ya da Hz. Nuh’tan Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün bi’setine ondan da kıyamete kadar olan dönem içerisinde dünyanın Allah’a ibadet eden, tevhid akidesine göre yaşayan, namaz kılan insanlardan boş kalmayacağını, onlar vesilesiyle yeryüzünün korunduğunu, olmamaları durumunda dünyanın ve onda yaşayanların helak olacağını bildirdiğini(103) ifade etmektedir.
Allah Resulü’nün dedesi Abdulmuttalib’le alakalı şu rivayetler, onun da hanîf olduğunu göstermektedir. Mekke’de şiddetli kuraklık olduğu zaman halk onunla birlikte dua yapmak için Ebû Kubeys’e çıkarken, Abdulmuttalib Ebû Talib’e Allah Resulü’nü de hazır etmesini emreder. Abdulmuttalib henüz yedi yaşında olan Allah Resulü hürmetine yağmur ister.(104) Abdulmuttab’in yaptığı dua da onun muvahhid olduğu ile alakalı hükmü desteklemektedir: “Ey ihtiyaçları karşılayan, sıkıntıları kaldırıp ferahlatan Allah’ım! Herşeyi öğretilmeden bilen, her nimeti istenilmeden, esirgemeden veren Sensin!(105) Bunlar, Senin erkek kulların ve erkek kullarının oğullarıdır. Şunlar da, Senin kadın kulların ve kadın kullarının kızları ve onların oğullarıdır. Allah’ım! Duamızı kabul buyur! Üzerimizdeki kıtlığı gider! Bize, bolluk ve ucuzluk getirecek yağmuru acele yağdır!” Duanın akabinde -halk yerinden ayrılmadan- gök yarılmışçasına yağmur yağmaya başladı. Mekke vadisi sel sularıyla doldu.(106)
Yine Abdulmuttalib’in, Allah Resulü’nün dadısı Ümmü Eymen’e söylediği ifadeler de torununun risaletinden haberdar olduğuna ve şirkten uzak yaşadığına işaret etmektedir: “Ey Bereke (Ümmü Eymen), oğlumdan gaflet etme! O’nu sidre ağacının yakınında, çocuklarla birlikte buldum. Kitab Ehli olanlar (Yahudiler ve Hıristiyanlar) oğlumun bu ümmetin peygamberi olacağını söylüyorlardı.”(107)
Fahruddin er-Razî’nin de aralarında yer aldığı bir grup alimin belirttiği gibi Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün Ebeveynin’in hanîf dini üzere yaşadıkları kuvvetle muhtemeldir. Çünkü tarihi gerçekler Hz. İbrahim ve İsmail’in neslinden Allah’a ibadet eden bir grubun varlığını koruduğunu ve Ebeveyn’in de bu mümin grup içinde yer aldığını göstermektedir. Ayrıca: “O ki, (namaza) kalktığın zaman seni görüyor. Secde edenler arasında dolaşmanı da (görüyor).”(108) mealine gelen ayet-i kerimeler O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) nurunun secde eden bir babadan diğer bir babaya intikal ettiğine delalet etmektedir. Bu itibarla söz konusu ayetler Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün bütün babalarının müslüman olduklarının kanıtıdır.(109)

Hz. İBRAHİM’İN DUASI
Hz. İbrahim, oğlu İsmail (aleyhisselam) ile Kabe’nin temellerini yükseltirken amel ve gayretlerinin makbul olması için: “Ey Rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur.”(110) şeklinde dua etmişlerdi. Kendileri ve nesilleri için de şöyle niyazda bulunmuşlardı: “Ey Rabbimiz! Bizi sana boyun eğenlerden kıl, neslimizden de sana itaat eden bir ümmet çıkar.”(111) Ayetin ‘neslimizden de sana itaat eden bir ümmet çıkar.’ kısmından da anlaşıldığı gibi Hz. İbrahim, neslinin en azından bir bölümünün muvahhit olarak devam etmesini niyaz etmiştir. Şüphesiz ki bu nesil, Hz. İbrahim’den Abdullah’a kadar devam eden Allah Resulü’nün atalarıdır.(112)
Hz. İbrahim ayrıca Allah Tela’dan neslinden gelecek ve O’na “itaat edecek ümmet”e(113) içlerinden ‘ayetlerini onlara okuyacak, kitap ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir peygamber göndermesini’(114) de niyaz etmişti.
Ebeveyn, Hz. İbrahim’in gönderilmesini talep ettiği peygamberin babası olduğuna göre zorunlu olarak “itaat eden ümmet” içerisinde yer alması gerekir.
ALLAH RESULÜ’NÜN ANNESİ
Allah Resulü’nün annesi Hz. Amine’de hanîf dinine mensuptu. Ümmü Semaa’nın annesinden naklettiği bir rivayet hanîf olan Amine’nin oğlunun peygamber olacağını da bildiğine delalet etmektedir. Delâilu’n-Nubüvve’de Zührî tarikıyle nakledildiğine göre Ümmü Semaa’nın annesi şöyle demektedir: “Amine’nin vefat ettiği hastalığında yanındaydım. O, beş(115) yaşında olan ve baş ucunda duran oğlu Muhammed’in yüzüne baktı ve şu şiiri inşad etti:

Ey başının vurulacağı sabah Allah’ın yardımıyla ölümün şiddetinden
Yüz deve karşılığında kurtulan zatın oğlu!
Allah seni mübarek eylesin.
Rüyada gördüğüm doğru çıkarsa eğer
Sen yücelik ve ululuk sahibi Allah tarafından
İns ve cinne gönderileceksin.
Harem ve hıll bölgelerinde
İslâm’ı tebliğ etmek, hakkı gerçekleştirmek
Ve Baban İbrahim’in dinini tasdik etmek üzere gönderileceksin.
Allah sakındırdı seni
Milletlerle devam edip gelen putlardan.(116)
Sonra şöyle devam etti:
Her canlı ölür.
Her yeni eskir.
Her yaşlanan, yok olur.
Ben de öleceğim.
Fakat, hatıram baki kalacak.
Çünkü geride hayır bıraktım;
Temiz bir oğul dünyaya getirdim.(117)
Şiirde Hz. Amine’nin; Hz. İbrahim’in dininden, Allah tarafından oğlunun peygamber olarak gönderileceğinden ve putlara tapmaktan alıkonduğundan bahsetmesi, tevhid akidesine sahip bir mümine olduğunu göstermektedir.
Ayrıca Zeyd b. Amr, Kus b. Saide gibi hanîflerin tevhit akidesine sahip olmalarının arkaplanında ehl-i kitaptan ve kahinlerden duydukları son nebi ile alakalı bilgiler vardır. Onlar, son nebinin geleceğini duydular, Hz. Amine ise O’nu bizzat vücudunda taşıdı. Hamilelik devrinde ve doğumunda harikuladeliklere tanık oldu. Kendisinden çıkan nurun Şam’ın saraylarını aydınlattığını gördü. Resul-i Ekrem’in varlığını herkesten daha ziyade o hissetti.
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün risaletten önceki hayatında Hz. İbrahim’in dini üzere yaşadığına dair yapılan rivayetler de Ebeveyn’in mümin olduklarına işaret etmektedir. Ayrıca Ömer en-Nesefî “İnsanların İbrahim’e en yakın olanı, ona uyanlar, şu Peygamber (Muhammed) ve (ona) iman edenlerdir.”(119) mealine gelen ayeti tefsir ederken Hanîfliğin Hz. İbrahim’den Allah Resulü’nün zamanına kadar -bizzat Resulullah (sallalahu aleyhi ve sellem)’ın kendisiyle beraber- varlığını koruduğuna delâlet etmekte olduğunu belirtmiştir.
EBEVEYN’İN EHL-İ NECÂT OLDUĞUNA İNANMANIN FAYDALARI
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün Ebeveyni’nin ehl-i necât olduğunu kabul etmenin gerek dini gerekse de dünyevi önemli faydaları vardır. Aksi bir kabul, büyük zararlar ihtiva etmektedir. Abdülahad Nûrî bu faydalar bağlamında şunları zikretmektedir:
a. Müslümanların kalplerine sevinç vererek rahatlamalarını temin etmek.
b. Din düşmanlarının istihzalarına engel olmak .
c. Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün sevinip göz aydınlığı kabul ettiği şeyle mesrur olmak.
d. Bu kabulün bir mucize ve Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’ne ait bir özellik olarak O’nun atalarının şeref ve faziletine işaret ettiğini anlamak.
e. Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün hoşnut ve razı olacağı bir meseleye rağbet ederek O’na yaklaşmak ve şefaatine nail olmak.
f. Fetva kitaplarında da belirtildiği gibi dini konularda en güzel olanı tercih edip onunla amel etmek.(120)
“Bir kimseye doksan dokuz açıdan küfür, tek bir açıdan iman gerekse bu durumda en doğru olan onun imanına hükmetmektir. Çünkü kişinin küfrünü ispat etmekte hiçbir fayda yoktur.”(121) Buna göre müşrik olduklarına dair kat’i nass olmayan Ebeveyn’in mümin olduklarına hükmetmek en güvenilir yoldur.
Ayrıca Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) Buharî’nin rivayet ettiği şu hadiste “Ölülere sövmeyin.”(122) buyurmaktadır. Ahmed b. Hanbel’in Müsned ve Nesaî’nin Sünen’in de konu ile alakalı naklettikleri hadis ise şöyledir: “Ölülerimize sövmek suretiyle dirilerimize eza etmeyiniz.” Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabına Ebû Leheb gibi küfrün sembol isimleri dışında ki şahısları kötü bir şekilde anmamalarını da telkin etmiştir. Nitekim Bedir muharebesinde öldürülen müşriklere hakaret edilmesini yasaklamıştır.(123) Buna göre fetret döneminde yaşayan ve müşrik olduklarına dair elde tarihi bir kanıt bulunmayan Ebeveyn’in cehennemde olduklarını iddia etmek şüphesiz ki Allah Resulü’nü rahatsız edecektir.
SONUÇ
Şerî deliller ve tarihî veriler Ebeveyn-i Resul’ün “ehl-i necat” olduğu yönündedir. Bu yüzden dört müctehit imam bu konuda açıkça görüş belirtme ihtiyacı hissetmemiştir.
Sonraki dönem alimlerinin mesele üzerinde fikir beyan ederken son derece hassas davranmaları, bir kısmının da açıkça görüş beyan etmekten imtina etmeleri, ilerleyen yıllarda konunun ne derece ciddiye alındığını göstermektedir.
Cumhur, Ebeveyn’in “ehl-i necat” olduğu noktasında ittifak ederken; bu durumu temin eden hususun hanîf olduklarından mı yoksa fetret döneminde yaşamalarından mı kaynaklandığı hususunda ihtilaf etmiştir.
Ulema konuyu incelerken meselenin irşad boyutunu da dikkate almış, olumsuz yargıların müslümanlar üzerindeki menfi tesirlerini göz ardı etmemiştir. Nitekim kaleme alınan pek çok risalede meselenin Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nü müdafaa bağlamında değerlendirildiği görülmektedir. Ulema, Ebeveyn’i tekfir etmenin hiçbir fayda temin etmeyeceği gibi Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’ne eza etme cihetiyle de laneti gerekli kılacağı hususuna dikkat çekmiştir.
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün Ebeveyni’nin dini durumunun bilinmemesi müminlerin imanına bir zarar vermez. Fakat onların cehennemde olduklarını iddia etmek Resul-i Ekrem’e eza verir. Ayrıca bu durum yakîn bir delil olmayan hususta kimsenin tekfir edilemeyeceği gerçeği ile de çelişir.
Şu ifadeler Ebeveyn’e küfür isnat etmekten sakınmak gerektiğini belirten ve meselenin hassasiyetine işaret eden cumhurun yaklaşımını temsil etmektedir: İbn Kemal: “Müslümana yakışan nasıl olursa olsun Allah Resulü’nün şerefini ihlal edecek ifadelerden dilini korumasıdır. Ebeveynin müşrik olduğunu söylemekte açık bir ihlal vardır.”(124)
İbn Abidin (rahimehullah) şöyle demektedir: “Bazı muhakkik alimlerin belirttiği gibi bu meseleyi üstün bir edep dairesinde işlemek gerekir. Bu, bilinmemesi zarar veren ya da kabir veya mahşerde sorulacak konulardan değildir. Bu yüzden bu meselede hayırdan başka söz sarf etmemek, dilimizi korumak en doğru ve en sağlıklı yoldur.”(125)
Şu ifadeler de Kâtip Çelebî’ye aittir: “…Amma müminlerin avamına lazım olan budur ki, bu konuda dem vurmayıp, söz söylemeyeler. Hüsn-ü zan üzere bulunup vahî ve çürük rivayetlere göre ‘Ebeveyn-i Nebî’nin mümin olması umulur.” diyeler. Terk-i edep edip, kafir ismini vermeyeler. Zira –haşa- bu sözlerle aşağılama kastedilirse büyük hata olur.”(126)isnad-9
Ebeveyn’in uhrevi durumu ile alakalı İmam A’zam’a isnat edilen söz ise kanaatimizce ona ait değildir. Nasıl olabilir ki?! Ümmetin en büyük imamlarından birisi, müminlerin okuma rağbetini artırmak için adını “el-Fıkhu’l-Ekber” koyduğu bir kitapta bilinmesi zorunluluk arz etmeyen Ebeveyn ile alakalı bir ifade yazsın ve bununla da Allah Resulü’nün ruhaniyetine eza versin. İşte bunun için Hazreti İmam sözlerini bu tür ifadelerden beri kılmak için: “Kitap ve Sünnet’teki yerini tespit etmeden hiç kimsenin görüşlerimizi alıp benimsemesi helal olmaz.” demiştir. Tek başına bu ifade bile sözün ona ait olmadığını isbata kafidir.
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nü af talep etmekten alıkoyan ayetlerin (Tevbe(9): 113-114; Kasas(28): 56) iniş sebeplerine bakıldığında onların ya Ebû Talib(127) ya da Ebeveyn dışındakilerle(128) alakalı oldukları açıktır.
Ebeveyn’in ehl-i necât olduğuna işaret eden hadisler, bazı açılardan zaaflar ihtiva etmelerine rağmen çok sayıda olmaları ve birbirlerini desteklemeleri cihetleriyle güç kazanmaktadırlar. Ebeveyn’in ehl-i necat olmadığını iddia edenlerin delilleri ise pek çok açıdan zaaf içeren ahad haberden oluşmaktadırlar.
Ayrıca bilinmelidir ki; Ebeveyn’in müşrik olduklarını iddia etmek Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’ne eza verecektir. Çünkü diriler ölülerin tahkir ve tezyif edilmeleriyle muzdarip olurlar. Nitekim babası Ebu Cehil hakkında sarf edilen ifadelerden rahatsız olan İkrime Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün huzuruna çıkıp şikayette bulunduğunda Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem): “Ölülere söverek dirilere eza vermeyiniz.” buyurmuştur.
İkrime (radiyallahu anh), babası hakkında sarf edilen; “Cehennemliktir” ifadesinden rahatsız olur ve neticede insanlar bundan nehy edilirse; Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün yüksek hatırlarının gereğini yapmak elbette çok daha önceliklidir.

dipnot(1): Ahmed b. Süleyman İbn Kemal Paşa, Risale fî Ebeveyi’n-Nebî, (Resâilü İbn Kemâl içerisinde), İstanbul, 1316, s. 87-92.
(2) Abdulahad Nurî, Te’dîbu’l-Mutemerridîn, Süleymaniye Ktp., Fatih, nr. 5293, vr. 279a-321b.
(3): Suyûtî’nin telif ettiği Ebeveyn risaleleri şunlardır:
Mesâlikü’l-Hünefâ fî Vâlideyi’l-Mustafa;
ed-Dürecü’l-Münîfe fi’l-Abâi’ş-Şerîfe;
et-Ta‘zîm ve’l-Minne fî enne Ebevey Resûlillah fi’l-Cenne;
el-Makâmatu’s-Sündüsiyye fi’n-Nisbeti’l-Mustafaviyye;
Neşru’l-Alemeyni’l-Münîfeyn fî İhyâi’l-Ebeveyni’ş-Şerîfeyn;
es-Sübülü’l-Celiyye fi’l-Abâi’l-‘Aliyye.
Bu altı risaleden beş tanesi Meclis-u Daireti’l-Mearif tarafından hicri 1316 yılında Haydarabad da basılmıştır. Et Ta‘zîm ve’l-Minne fî enne Ebevey Resûlillah fi’l-Cenne ise aynı kurum tarafından aynı şehirde 1317’de tab’ edilmiştir. Ayrıca söz konusu risaleler müellifin diğer bazı eserleri ile birlikte “er-Resailu’l-Aşr” adı altında Beyrut da Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye tarafından 1989’da da basılmıştır. Farklı yayın evleri tarafından risalelerin müstakil baskıları da yapılmıştır.
(4): Bu üçüncü görüşü ilk iki görüş içerisinde tahlil edeceğiz. Değerlendirmeler için bkz. Nurî, a.g.e., vr. 281a-b.
(5): Nurî, a.g.e., vr. 295a-b.
(6): Ali el-Karî, Edilletü Mu‘takadi Ebî Hanîfe fî Ebeveyi’r-Resûl, Süleymaniye Ktp., Fatih, 5332, vr. 80b-93a.
(7): Tevbe(9): 113.
(8): Ebû Talib ile ilgili rivayet için bkz. Buharî, Cenâiz, 80.
(9): Ayetin nüzul sebepleriyle ilgili olarak bk. Suyutî, Lübâbu’n-Nukûl fî Esbâbi’n-Nuzûl, Beyrut, 1997, s. 164-165.
(10): Bk. Tirmizî, Tefsîr, 10; Nesâî, Cenâiz, 102.
(11): Buharî, Cenâiz, 80; Diğer rivayetler için bkz. Suyutî, Esbâbu’n-Nuzûl, s. 164.
(12): Bedruddin Ahmed Aynî, Umdetu’l-Kârî, Beyrut, 2024, VIII, 262.
(13): Bakara(2): 119.
(14): Celaluddîn Suyûtî, Mesâliku’l-Hunefâi fî Valildeyyi’l-Mustâfâ, Kahire, 1993, s. 73.
(15): Suyûtî, Mesâlik, s. 73.
(16): Muhammed b. Yusuf Ebû Hayan, el-Bahru’l-Muhît, Beyrut, 1993, I, 538.
(17): Bkz. Ebüsssuud, İrşadu’l-Akli’s-Selîm, Beyrut, 1999, I, 189.
(18): Suyûtî, Mesâlik, s. 73.
(19): Müslim, İman, 88; Ebû Dâvûd, Sünne, 17; Ahmed, Müsned, 119, 268.
(20): Bk. Müslim, Cenâiz, 36; İbn Mace, Cenâiz, 48; Ebû Dâvûd, Cenâiz, 74
(21): Müslim, İman, 88.
(22): Suyûtî, Mesâlik, s. 77.
(23): Suyûtî, Mesâlik, s. 78.
(24): Ebu’l-Fadl İyaz, İkmalu’l-Mu’lim bi Fevaidi Müslim, Beyrut, 2024, I, 591; Yahya b. Şeref Nevevî, el-Minhâc, Beyrut, 1995, II, 67.
(25): Muhammed b. Bahûddin, el-Kavlu’l-Fasl, Beyrut, 1998, s. 424.
(26): Suyûtî, Mesâlik, s. 78.
(27): Suyûtî, Mesâlik, s. 79.
(28): Suyûtî, Mesâlik, s. 81.
(29): Bkz. Kamil Miras, Sahih-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, Ankara, 1978, IV, 546.
(30): Suyûtî, Mesâlik, s. 85.
(31): Suyûtî, et-Ta’zîm, s. 8.
(32): Ebû Hafs Osman b. Şahin, en-Nâsih ve’l-Mensûh, Beyrut, 1992, s. 284; Suyûtî, Mesâlik, s. 86.
(33): Muhaddisler bu hadisin zayıf olduğunda ittifak etmişlerdir. Hadisin zayıf olduğunu kabul eden Suyutî mevzu olmadığını belirtmektedir. Bkz. Suyûtî, Mesâlik, s. 86; Darekutnî hadisin batıl, İbn Asakir ise münker olduğunu söylemektedir. Bkz. Suyûtî, et-Ta’zîm, s. 7.
(34): Suyûtî, et-Ta’zîm, s. 20.
(35): İbn Kemal, Risale fî Hakki Ebeveyi’n-Nebî, (Resailü İbn Kemal içerisinde), İstanbul, 1316, s. 88.
(36): Suyûtî, et-Ta’zîm, s. 21-23.
(37): Muhammed Emin İbn Abidin, Redddu’l-Muhtar ala’d-Durri’l-Muhtâr, (tahk. Hüsameddin Farfur), Dımaşk, 2024, VIII, 615.
(38): Bahâuddin, a.g.e., s. 426.
(39): İbn Kemal, a.g.e., s. 89.
(40): Tasarruf yapılarak alınmıştır. Bkz. Miras, a.g.e., IV, 536.
(41): Ahzâb(33): 57.
(42): Suyûtî, Mesâlik, s. 88.
(43): Ebû Nuaym, Delâilu’n-Nübüvve, I, 57; Beyhakî, es-Sünenu’l-Kübrâ, VII, 190.
(44): Ebû Nuaym, Delâilu’n-Nübüvve, I, 57.
(45): İbn Abidin, a.g.e., VIII, 613.
(46): Nurî, a.g.e., v.r. 302b.
(47): Berzencî, a.g.e., s. 108.
(48): Nurî, a.g.e., v.r. 302b.
(49): İbn Abidin, a.g.e., Dip No: 1, VIII, 614.
(50): Kevserî, a.g.e., s. 7.
(51): Kevserî, a.g.e., s. 7-8.
(52): Ebû Hanife, el-Fıkhu’l-Ekber, Süleymaniye Kütp., Esad Efendi, 1414, vr. 72a.
(53): Muhammed Zahid Kevserî, Kelimet-u ani’l-Alim ve’l-Muteallim, (el-Alim ve’l-Muteallim’in Mukaddimesi) Kahire, ty., s. 7.
(54): Mâide(5): 19.
(55): Nurî, a.g.e., v.r. 302b.
(56): Bkz. Bahâuddin, a.g.e., s. 423.
(57): Ali el-Karî, Edilletü Mu‘takadi Ebî Hanîfe fî Ebeveyi’r-resûl, Süleymaniye Ktp. Fatih, 5332, vr. 80-93.
(58): Ali el-Kârî, Şerhu’ş-Şifa, Beyrut, 2024, I, 173.
(59): Ali el-Kârî üç olduğunu söylediği Suyûtî’nin risaleleri gerçekte altı tanedir.
(60): Kevserî (rahimehullah) Mahluf’un tahkikiyle çıkan nüshanın daha sahih olduğunu belirtir. Bkz. Berzencî, a.g.e., Dip Not: 1, s. 115.
(61): Berzencî, a.g.e., s. 116.
(62): el-Kârî, a.g.e., vr. 81a.
(63): el-Kârî, a.g.e., vr. 81a.
(64): Ebeveynin muvahhit olduklarını bildiren deliller aynı zamanda Ali el-Karî’ye de cevap olduğundan tekrara düşmemek için müellifin delil ve görüşlerini tahlil etmedik.
(65): Saçaklızade Muhammed el-Maraşî, Risaletü’s-Surur ve’l-Ferah, Süleymaniye Ktp., Kasidecizâde, 726/2, vr. 13a-b.
(66): Kevserî, a.g.e., s. 8.
(67): Nurî, a.g.e., vr. 280b-281a.
(68): Suyûtî, Mesâlik, s. 84.
(69): Suyûtî, Mesâlik, s. 82-84.
(70): Suyûtî, Mesâlik, s. 84.
(71): Suyûtî, Mesâlik, s. 84.
(72): Suyûtî, Mesâlik, s. 84-85.
(73): Bkz. Nurî, a.g.e., vr. 301a.
(74): İbn Abidin, a.g.e., VIII, 615.
(75): İbn Hümam, et-Tahrîr, s. 225.
(76): Suyûtî, Mesâlik, s. 15.
(77): Suyûtî, et-Ta’zîm, s. 42.
(78): Suyûtî, Mesâlik, s. 15.
(79): Berzencî, a.g.e., s. 60.
(80): Bkz. Suyûtî, Mesâlik, s. 16.
(81): İsrâ(17): 15.
(82): İbn Cerîr et-Taberî, Camiu’l-Beyân fî Te’vili’l-Kur’an, Beyrut, 2024, VIII, 50; Abdullah Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî, el-Camiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Beyrut, 2024, X, 152.
(83): Enâm(6): 131.
(84): Kasas(28): 47.
(85): Tâ Hâ(20): 134.
(86): Şuarâ(26): 208-209.
(87): Suyûtî, Mesâlik, s. 22-23; A. Mlf., ed-Dürecü’l-Münîfe, s. 3-4.
(88): Suyûtî, Mesâlik, s. 23-24; A. Mlf., ed-Dürecü’l-Münîfe, s. 3-4.
(89): Bkz. Suyûtî, et-Ta’zîm, s. 51.
(90): Şirk koşmayı içselleştiren Mekke halkı, ilahî dinlere yabancılaşmıştı. İslam davetini duyduklarında hayret etmiş, tevhidi anlamakta güçlük çekmişti: “Allah insanlardan peygamber göndersin(basellahu beşeren resula).” demişlerdi. “İnsandan peygamber olduğunu atalarımızdan işitmedik” dediler. Eğer risaletle ilgili bilgileri olsaydı bu derece derin bir şaşkınlık yaşamayacaklardı.
İbrahim (aleyhissalam)’ın risaletini bilen Araplar onun yaşadığı dönemle sınırlı olduğunu düşünmekteydi. Ayrıca Onunla aralarında üç bin yıl gibi uzun bir süre vardı. Bu süre zarfında dinle alakalı yazılı ve sözlü bütün bilgileri yitirmişlerdi. Nitekim Hz. Amine Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’ne hamile kaldığında Abdullah 18 yaşında idi. Bkz. Suyûtî, Mesâlik, s. 32.
(91): Duhâ(93): 5.
(92): Ehl-i fetret üç kısımdır. Birincisi, Kus b. Saide ve Zeyd b. Amr gibi muvahhid olarak yaşayan fakat bir şeriata tabi olmayanlar. Bu grupta yer alanlardan Tübbe’ ve kavmi gibi bazıları dönemlerinde mevcut olan peygamberlerin şeriatlarına ittiba etmişlerdir. İkincisi, Amr b. Luhay gibi tevhidi reddedip hevasına göre din uyduran helali haram, haramı da helal kabul eden müşrikler. Üçüncüsü, müşrik olmadığı gibi muvahhid de olmayan, bir peygamberin şeriatına ittiba etmeyen fakat kendi adına bir din de uydurmayan ömrünü bütün bunlardan uzak bir halde tamamlayan kişiler. Cahiliyye devrinde her üç gruba dahil çok sayıda insan vardı. Bu gruptan birincisinde yer alanlar hak bir dine inanmış insanlar hükmündedir. İkinci katagoride bulunanlar ise küfürlerinde dolayı azab göreceklerdir. Gerçekte ehl-i fetret kapsamında değerlendirilenler ise üçünü grupta yer alanlardır. İhtilaflı olmakla birlikte bunların da azab görmeyecekler içerisinde değerlendirilmektedirler.
(93): Suyûtî, Mesâlik, s. 23-24
(94): Suyûtî, Mesâlik, s. 36.
(95): A’râf(7): 181.
(96): Bkz. Kurtubî, a.g.e., VII, 2024; Ebû Hayyân, a.g.e., IV; Şihabuddin Mahmud el-Alûsî, Rûhu’l-Meanî, Beyrut, 2024, V, 118.

(97): Bkz. Ebû Muhammed Abdullah İbn Kuteybe, el-Me‘ârif, Beyrut, 2024, s 35-37; Ahmed Şelebî, et-Tarîhu’l-İslamî, Kahire, 1999, I, 168.
(98): Tevbe(9): 28.
(99): Suyûtî, Mesâlik, s. 40.
(100): Ebû Nu‘aym, a.g.e., I, 57; Suyutî, el-Hasâisu’l-Kübrâ, Beyrut, 2024, I, 63-65.
(101): Bkz. Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübra, VII, 190, Ebû Nu‘aym, a.g.e., I, 57; Suyutî, el-Hasâisu’l-Kübrâ, I, 64-67.
(102): Hadisler için bkz. Suyûtî, Mesâlik, s. 41 vd.
(103): Suyûtî, Mesâlik, s. 41.
(104): Muhammed b. Resul el-Berzencî, Sedâdu’d-Dîn ve Sidâdu’d-Deyn fî İsbati’n-Necâti ve’d-Derecâti li’l-Valideyn, Kahire, ty., s. 178.
(105): İbn Esîr, a.g.e., VII, 112.
(106): İbn Sa’d, et-Tabakâtu’l-Kübrâ, Beyrut, 1998, I. 90.
(107): İbn Sa’d, a.g.e., I. 118; Suyutî, eTa’zim ve’l-Minne fî Enne Ebevey Resulillahi el-Cenne, Kahire, t.y., s. 60.
(108): Şuarâ(26): 218-219.
(109): Suyûtî, Mesâlik, s. 40.
(110): Bakara(2): 127.
(111): Bakara(2): 128.
(112): Abdullah el-Busnevî, el-Kavlu’l-Celiy bi Necati Ebeveyi’n-Nebi, Kahire, ty., s. 39.
(113): Bakara(2): 128.
(114): Bakara(2): 129.
(115): Rivayetlerin en sahihine göre altı yaşındaydı.
(116): Suyutî, el-Hasâisu’l-Kübrâ, I, 135; A. Mlf., Mesâlik, s. 70; A. Mlf. e-Ta’zîm, s. 25.
(117): Suyutî, el-Hasâisu’l-Kübrâ, I, 135; A. Mlf., et-Ta’zîm, s. 25.
(118): Âl-i İmrân(3): 68.
(119): Nurî, a.g.e., vr. 282a.
(120): Nurî, a.g.e., vr. 282a-b.
(121): Nurî, a.g.e., vr. 282b.
(122): Buharî, Cenâiz, 97.
(123): Aynî, a.g.e., VIII, 332.
(124): İbn Kemal, a.g.e., s. 91.
(125): İbn Abidin, a.g.e., VIII, 615.
(126): Kâtib Çelebi, Mîzânu’l-Hak fî İhtiyâri’l-Ehak, (nşr. Süleyman Uludağ- Mustafa Kara, İslâmda Tenkit ve Tartışma Usulü), İstanbul, 1990, s. 86.
(128): İlgili rivayetler için bkz.Buharî, Menâkıbu’l-Ensâr, 40; Tefsîru sure 9/16; 28/1; Müslim, İman, 11; Nesâî, Cenâiz, 102; Ahmed, Müsned, V, 462; , 99, 130131; V, 433, 438.
(129): Tirmizî, Tefsir, 10; Ahmed, Müsned, II, 288; III, 103.

]]>
http://inkisaf.net/sayi-10/allah-resulunun-ebeveyninin-uhrevi-durumu.aspx/feed
İSLAM İKTİSAT DOKTRİNİ ÜZERİNE MÜLAHAZALAR http://inkisaf.net/sayi-10/islam-iktisat-doktrini-uzerine-mulahazalar.aspx http://inkisaf.net/sayi-10/islam-iktisat-doktrini-uzerine-mulahazalar.aspx#comments Tue, 26 May 2024 14:54:10 +0000 admin http://inkisaf.net/?p=1085 Yahya ARSLAN6
İslam özgün bir medeniyettir. Hayatın bütün şubelerinde olduğu gibi iktisatta da ilkeler vaz etmiştir. İslam’ın iktisat telakkisini anlayabilmek için, Onu kendi varlık alanında vaz ettiği ilkeler çerçevesinde kıymetlendirmek gerekir.
Kur’an ve Sünnet’in belirlediği iktisat ilkeleri ilk uygulanma imkanını Medine’de bulmuştur. İlkeler zamanla kurumsal kimlik kazanmış ve İslam iktisat doktrini ortaya çıkmıştır.
İslam nazarında ticaret; “Farzdan sonra (namazdan) emredilen diğer bir farz”dır(1). Nitekim müminlere Cuma namazına gitmeyi emreden ayetin devamında gelen ilahi hitab “Namaz kılınınca yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan nasibinizi arayın.(2)” şeklindedir. Buna göre kesb yani ticaret, ziraat, sanayi gibi helal olan yollardan mal temin etmek farzdır.
Bazı fakihler ticaretin bir köşeye çekilip ibadet etmekten daha üstün olduğunu belirtmişlerdir(3). Çünkü ibadetin faydası kişiye yöneliktir. Ticaretin ise bir çok insana faydası vardır. Tüccar kendi ailesinin yanısıra onlarca ailenin geçimine de katkıda bulunur. Allah Resulü (salllahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Doğru, güvenilir bir tüccar kıyamet günü, peygamber, sıddık ve şehitlerle birlikte olacaktır.(4)” ; “Doğru, güvenilir bir tüccar kıyamet günü arşın gölgesinde bulunacak yedi zümre insanla birlikte olacaktır.(5)”isnad-12

***
İslam iktisat doktrininin temelinde üretim vardır. İslam, müntesiplerini üretmeye ya da bir türlü üretim faaliyeti içerisinde yer almaya çağırır.
İslam, veren eli alandan daha üstün tutar. Allah Resulü, elin üç çeşit olduğunu; en üstün olanın Allah Teala’nın kudret eli, ikincinin veren, en düşük olanın da alan el olduğunu, kıyamete kadar alan elin hep en düşük olacağını bildirmiştir(6).
Öteki iktisat doktrinlerinin en önemli sermaye artırım unsuru ise faizdir. İslam nazarında ise faiz; karşılığı olmayan fazlalık olduğundan haksız mal edinmek kapsamında değerlendirilir.
Öteki iktisat doktrinleri “hakkaniyet” mefhumuna itibar etmediklerinden sistemlerin yasal kabul ettiği her tür iktisadi muameleyi caiz görürler. İslam’da ise kazanç emeğe dayanıyorsa helaldir.

İktisadın Mimarları
İslam medeniyetinin mimarı peygamberlerdir. Onlar pazarın kurucuları ve ilk yöneticileridir. Peygamberler insanları ticari yoldan kazanmaya çağırmış, kendileri de el emekleriyle geçimlerini temin ederek iktisadi ilkeleri örneklemişlerdir. Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) “Hiç kimse kendi eliyle kazandığından daha hayırlı bir şey yememiştir.(7)” buyurmaktadır.
Abdullah b. Abbas (radiyallahu anhuma) peygamberlerin iktisadi hayattaki konumları ile alakalı şöyle demektedir: Hz. Adem çiftçi, Nuh marangoz, İdris terzi, Davud demirci, Musa çoban, İbrahim çiftçi, Salih (aleyhimusselam) tüccardı. Hz. İsa yarına bir şey saklamayacak şekilde yaşar, Hz. Mustafa (sallallahu aleyhi ve sellem)’da Ecyad’ta ailesinin koyunlarını beklerdi(8).
Hz. Zekeriyya marangozluk(9) yapar, nafakasından arta kalan kazancını tasadduk ederdi(10). Allah Resulü ticari gaye ile iki defa ülke dışına çıkmış, sözleriyle de ticareti teşvik etmiştir.
Büyük sahabiler de İslami piyasanın oluşmasında aktif olarak yer almış, bizzat çalışmışlardır. Hz. Ebu Bekir kumaş, Ömer deri, Osman da (radiyallahu anhum/Allah hepsinden razı olsun) gıda maddeleri satardı. Hz. Ali (radiyallahu anh) ise yevmiyelik çalışırdı(11). Hz. Aişe (radiyallahu anha) Ebu Bekir (radiyallahu anh)’in halife olmadan önce Kureyş’in ticareti en iyi yapan üyesi olduğunu bildirmektedir(12).
Üretim ve ticaretin nasıl olması gerektiği, pratikteki sorunların nasıl aşılacağı hususu ayet ve hadisler ışığında mevcut uygulamalardan da istifade edilerek fakihler tarafından dikkatle incelenmiş, furu ve fetva kitapları yanında kaleme alınan müstakil eserlerde de konu mufassal bir şekilde izah edilmiştir.

İslam İktisat Doktrininin temel esaslarını, eşyaya bakışını başlıklar halinde tahlil edelim.

Kar Haddi
Malın fiyatını piyasa koşulları belirler. Allah Resulü’nün uygulamaları incelendiğinde fiyat belirlemeden imtina ettiği, piyasanın arz talep dengesine göre tabii bir şekilde oluşmasını istediği görülmektedir. Şu hadis Efendimiz’in kâr haddine bir sınırlama getirmediğini açıkça göstermektedir: Allah Resulü Hakîm b. Hizâm 1 dinar vererek kendine kurbanlık bir koyun alması için gönderir, O da bu parayla iki koyun satın alır ve birini 1 dinara satarak 1 dinar ve bir koyunla Resul-i Ekrem’in yanına gelir. Allah Resulü Hakim b. Hizam’a kurbanı kesmesini, parayı da tasadduk etmesini emreder(13). Efendimiz bu alış-verişte % 100’lük kar olmasına rağmen Hakim’e karşı çıkmamış, alış-verişin batıl olduğuna hükmetmemiştir. Bu durum aldatma olmaması şartıyla kar oranında bir sınırlamaya gidilmeyeceğini göstermektedir.

Zekat
Mal insanın elinde kirlidir. İnsan ferdi mülkiyetindeki cemiyet payını sahiplerine iade ederek malını temizler. Aksi takdirde mal “kenz” olur.
İnsan kendisine rızık olarak verilenden tasaddukta bulundukça(14) malın aslı bereketlenir. Surette malı eksilten zekat hakikatte onu artırır. Zekata paralel olarak sermaye de artar.
Sermaye menbaından çıkan su gibidir. Su ne kadar çok çıkarsa etrafına o derece yayılır; servet de çoğaldıkça daha çok muhtaç insana menfaat olarak ulaşır. Bu yüzden fakir zenginin malının daha da artması için dua eder. Zekat fakiri madden olduğu gibi manen de zengine yaklaştırır. Bölgeler bazında da düşünüldüğünde sadaka fakir bölgelerin kalkınması için önemli işlev görür. Malın bölgeler arasında intikalini temin eder.

Mülkiyet Hakkı
Mutlak mülkiyet yalnız Allah Teala’ya aittir. İnsan halifedir; kuldur. Eşyada mahluktur. Bu yüzden ikisinin üzerinde her şeyi yaratan Allah Teala’nın hakimiyeti vardır. İnsan nisbî bir mülkiyet hakkına sahiptir. Onun mal ile münasebeti patronun idaresinde tasarrufta bulunan genel müdüre benzer. Allah Teala’nın müsaade ettiği kadar tasarrufta bulunabilir. Bu yüzden şeri ölçüye göre şahsa ait olan her malı “hakikat” ölçüsünde kıymetlendirirken “ne seninki senin; ne de benimki benim” düsturu esas alınır. Seninki de benimki de Allah’ındır.

Eşya - İnsan Münasebeti
Eşya ve insan münasebetini şu gerçeklik üzerine kurar; eşya da, ona sahip olan insan da zamanı gelince yok olacaktır. Baki kalacak her şeye malik olan Allah Teala’dır: “Yer üzerinde bulunan her canlı yok olacaktır. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zatı baki kalacaktır.”
Bu hakikati zihinlerde canlı tutmak isteyen bazı devlet başkanları çeşitli zamanlarda kefenlerini bir mızrağını ucuna geçirtip, çarşı pazarda dolaştıran adamlarına şöyle söyletmişlerdir; “Ey ahali! Bu gördüğünüz cihan padişahının kefenidir. Ölünce buna sarılacak, sonrada bedeniyle birlikte çürüyüp toprak olacaktır. Sizler de dünyayı bu yönüyle görün. Ölümü düşünmeyi ihmal etmeyin.(15)”

İlahi Denetim
Hayatın her kesiti gibi iktisadi yaşam da ilahi murakabe altındadır. Bu bilinç hak ve vazife dengesini tesis etmede son derece önemli rol oynar. Murakabe altında olmak onu her türlü taşkınlıktan ve tecavüzden korur. Müslüman aldığı, sattığı her malın, attığı her adımın verilecek hesabı olduğunu bilir. Bütün ameliyeleri üzerinde “ilahi rıza için yapılmıştır.” ibaresi vardır.
İslam iktisat doktrinin uygulandığı bölgelerde kısa zamanda etkin hale gelmesinin önemli nedenlerinden biri de murakabeyi mali denetçiler yerine vicdanların yapmasıdır.

Merhamet
İslam, iktisadın soğuk yüzünü merhametle ısıtır. Gayr-i müslim dahi sadakadan istifade eder. Devlet başkanı hizmetçisiyle; halife kölesiyle birlikte yemek yer, nöbetleşe aynı vasıtaya biner.
Fethedilen ülkelerde manevi kalkınmayla birlikte büyük bir maddi kalkınmada müşahede edilir. Ötekiler, siyasi nüfuzlarından yararlanarak az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkeleri sömürürken, İslam dervişler ya da Müslüman tacirler vasıtasıyla Müslümanlıkla tanıştırdığı bölgelerde ekonomik refah için yoğun gayret gösterir.
İktisat Ve Din
İktisat din merkezlidir. Müslüman sürgünler ülkesi olan dünyaya başkentler başkentinden gelmiştir. Burada kazandıkları ile başkentler başkentinde yatırım yapar. Böyle elde edilen para refah üretir. Refahta dünya ve ahiret saadetini celp eder.

Patron – Çalışan Münasebeti
İslam tefeciliğe, rüşvete, faize, patron tasallutuna karşıdır. Fakat işçinin de öc alma duygusuyla hareket etmesine müsaade etmez. Çalışan cemiyet içerisinde kendini ayrı bir sınıf olarak da göremez. Grev gibi yöntemlere baş vurarak hakkını almak isterken başkalarını zararına sebep olamaz. O, hakkını talep ederken patronun kasasındaki paranın ya da artan sermayenin kendi ücretinden kesildiğini de düşünemez. O, patronun parasını saymakla değil, piyasa koşullarında aldığı ücretin hakkını ne kadar ödeyip ödemediğini düşünür.
Çalışan, patronun himayesi altındadır. Patron, çalışanın kendi iradesiyle her türlü sorunuyla ilgilenmelidir. Onunla gerektiğinde aynı sofraya oturur. Çalışan da nafakasını temin etmenin vesilesi olarak gördüğü müessise ve müesseseye dualarında yer ayırır.

Sendika
İslam, taşları yerli yerine oturttuğundan çalışanın gözünde patronu, hakkını gasp eden; patronun nazarında da çalışanı hakkından fazlasını talep eden olarak gösteren sendikaya ihtiyaç yoktur. Patron, çalışan münasebetinde hak ve vazife ihlali olması durumunda vazife sendikaların değil idari ve içtimai makamlara geçer. “Tavuk ve yumurta misali, patron olmayınca çalışan, çalışan olmayınca da patron olamayacağı hakikati önünde, patrona düşen çalışan sayesinde vücut hikmetine kavuştuğunu; çalışana düşen ise, çalınmış bile olsa kendi hakkına ve gücüne tecelli zemini açanın patron olduğunu bilmek ve onun iyisine bağlanmaktır.(16)”isnad-131

Üretim
İslam dünyada “Ahiret siteleri” kurar fakat o sitelerde dünya yaşamanın gereklerini ihmal etmez.
Sitelerin yöneticisi olarak tasarlanan müslüman üretir, pazara çıkar, piyasa oluşturur, insiyatif alır.
Siyaseten etkin olabilmek için iktisaden de güçlü olmak gerektiğini bilir. Bu noktaya dikkat çeken Süfyan es-Sevrî malın silah(17) olduğunu söyler.
Konu ile alakalı Muhammed b. Sevr şöyle bir hadise rivayet etmektedir: “Mescid-i Haram’da otururken Süfyan es-Sevrî bize uğradı; ‘sizi böyle oturtan nedir?’ diye sordu, biz de ‘ne yapalım ki?’ deyince, ‘Allah’ın lutfunu arayın. Müslümanlara yük olmayın.’ şeklinde ikazda bulundu.(18)”
Allah Resulü yetim malı kendisine emanet edilen kişiyi onun adına ticaret yapmaya çağırır: “Malı olan bir yetime veli olan, onun adına ticaret yapsın. Zekat, malı yiyip bitirecek şekilde onu atıl bırakmasın.(19)”
Müslüman sahipsiz bir araziyi ekip biçerse yer onun olur. Arazinin etrafını taşla çeviren fakat bir şey ekmeyen kişi ise üç yıldan sonra boş bıraktığı yer üzerinde hak iddia edemez. Nitekim Allah Resulü’nün Bilal b. Haris (radiyallahu anh)’e verdiği yeri Hz. Ömer boş görünce Bilal’e: “Allah Resulü bu yeri sana insanların kullanımından alıkoyasın diye değil, çalışasın diye verdi. İşletebileceğin kadarını al, gerisini iade et.(20)” demiştir.
İslam çift yönlü çalışmayı emretmektedir. “Minarelerden yükselen ezanlarla Batı ruh ve kültürünü yenme davasını güderken, fabrika bacalarından yükselen duman kıvrımlarının göklerdeki nakışıyla da maddeye hakimiyet hünerini Batıdan koparıp almak gayesini temsil eder.(21)”

İslam Üretici Olmayı Teşvik Eder
İnsan eğitime, irşada muhtaçtır. Bilge devlet adamları, alimler ona yol gösterir. İyiyi emreden kötüden alıkoyan bilge, akil insanlar avamı eğitir, sorun çözer, mevcudu en faydalı olacak şekilde kullanmanın yollarını tespit edip insanlarla paylaşır.
Allah Resulü her alanda olduğu gibi iktisadi sahada da ashabını eğitmiş, onlara yol haritası çizmiştir. Hadis mecmularında bu hususta çok sayıda rivayet vardır. Allah Resulü’nün bir sahabiyle olan diyaloğu akil insanların nasıl davranması gerektiğini göstermesi açısından önemlidir:
Ensari bir sahabi Allah Resulü’ne gelip Ondan bir şeyler ister. Efendimiz: “Evinde bir şey var mı?” diye sorar. Sahabî: “Evet, süs ve giyim eşyası var; bir kısmını giyiyor, bir kısmına da eve seriyoruz. Ayrıca su içtiğimiz büyükçe de bir bardak…” der. Allah Resulü sahabiye: “Onları bana getir.” diye emreder. Sahabî de getirir. Efendimiz eline alıp ashabına; “Bu iki şeyi kim satın alır?” diye sorar. Birisi kalkıp: “Ben iki dirhem karşılığında alırım.” der. Efendimiz de onları iki dirhem karşılığında satar. Daha sonra parayı şöyle diyerek ensarî sahabiye verir: “Bir dirhemle yiyecek temin et, ailene bırak, diğeriyle de keser alıp yanıma gel.” Sahabî söyleneni yapar. Allah Resulü eliyle kesere sap takar. Ardından şöyle buyurur: “Git, odun yap sonra onları sat, onbeş gün (aralıksız çalış) seni görmeyeyim.” Sahabî gider, odun yapar, sonra onları satar. On dirhem kazanarak geri gelir. Bir kısmı ile elbise, diğeriyle de yiyecek satın alır.(22)
Sanayi
Sanayi eşya ve tabiatı daha kullanılır hale getirmiştir. Sanayinin gelişmesine paralel olarak insanların refah düzeyi yükselmiş, eşya üzerindeki hakimiyeti artmıştır.isnad-14
Sinaî ameliyelerin ibtidaî ve nihaî atılımlarının esasını teşkil eden demiri ilk olarak Hz. Davud (aleyhisselam) işlemiştir. Cenab-ı Hakk Onun için demiri yumuşatmış(23) peygamberine zırh yapma sanatını öğretmiştir(24).
Müfessirler Hz. Davud’un demiri işleme sanatını öğrenmesi ile alakalı şöyle bir olay nakletmektedirler: “Hz. Davud tebdili kıyafetle çıkar dolaşır, gittiği yerlerde ki insanlara; “Davud nasıl biridir?” diye sorardı. Bir gün Cebrail (aleyhisselam) genç bir adam suretinde onunla karşılaşır ve Hz. Davud Ona da; “Ey Genç! Davud’u nasıl bilirsin?” diye sorar. Cebrail:
- Davud, ne güzel bir kuldur. Fakat Onda bir özellik vardır.
- Nedir o?
- Geçimini devlet hazinesinden temin ediyor. Halbuki insanların en hayırlısı kendi kazandığından yiyendir.
Bu konuşmadan sonra Hz. Davud, ağlayarak mihrabına döner ve şöyle diyerek Allah Teala’ya yalvarır: “Bana, hazineye muhtaç etmeyen bir geçim yolu öğret!” Allah Teala’da Ona zırh yapmayı öğretir. Demiri yumuşatır. Öyleki Onun elinde demir başkasının elindeki hamur gibi olur(25).

Ticaret Bir Nevi İbadettir
Esasında rıza-i ilahi olan her ameliye ibadettir. İnsana hizmet önceliği olan ticaret de ibadettir. Allah Resulü’nden itibaren ticari ameliyeler ibadet bağlamında değerlendirilmiştir. İmamların güneşi (Şemsu’l-Eimme) olarak bilinen Serahsî, İmam Muhammed’in helal kazancın nasıl olması gerektiğini anlattığı eseri “Kitabu’l-Kesb”i zühd ve ahlak kitabı olarak kaleme aldığını söyler.
İslam toplumunda ticaretin ibadet olarak algılandığının en somut belgelerinden olan kitabın telif öyküsü şu şekildedir: İmam Muhammed kitap yazmayı bırakınca kendisine; “Zühd ve takva alanında da bir eser yazsaydınız ya” denir. Bunun üzerine İmam: “Kitabu’l-buyû’/alış-veriş kitabını yazdım ya” der. Daha sonra “Kitabu’l-Kesb/İslam İktisadı”nı yazar.
Ticareti müstakim olanın ameli kamil olur. Çünkü zühd ve takvanın başı helal kazançtır. Bu yüzden İmam Muhammed alış-veriş ile alakalı bir kitabı zühd ve ahlak eseri olarak nitelemiştir.
Müslümanlar pratikte ibadetle ticareti bir arada yürütmüşlerdir. Şu ayet bu birlikteliği en ideal düzeyde tesis eden sahabeyi anlatmaktadır: “(Bu kandil) bir takım evlerdedir ki, Allah (o evlerin) yücelmesine, içlerinde isminin anılmasına izin vermiştir. Orada sabah akşam O’nu öyle kimseler tesbih ederler ki; Onlar, ne ticaret ne de alış verişin kendilerini Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekat vermekten alıkoyamadığı insanlardır.(26)” Fakat bu birlikteliği tesis etmedeki başarı sahabenin nassları anlama istidadına göre farklılıklar arz etmiştir. Hz. Ebu Bekir ve Abdurrahman b. Avf gibi sahabiler ibadet-ticaret birlikteliğindeki muvazeneyi korurken, Ebu’d-Derda gibi zahidler bütün zamanlarını ibadete teksif ederek(27) dünyevi ameliyelerle meşgul olmayı zaid görmüşlerdir.

Para ve Zühd
Müslüman Allah adına tasarrufta bulunur. Mümin hakim; para ise mahkumdur. Para Allah’a yaklaştıran bir unsur olması cihetiyle bir kıymet arz eder. Buna göre paraya sahip olmayan kişi nasıl “zahid” olabilirse, Abdurrahman b. Avf gibi yüklü miktarda para sahipleri de zahid olabilir.
İslam iktisat doktrinindeki para insan münasebetini çözemeyen birisi Süfyan b. Uyeyne’ye yanında yüz dirhem olan kişi zahid kabul edilir mi? diye sorunca, Süfyan “evet” der. Adam “bu nasıl olur?” diye sorar. Bu defa Süfyan: “para azalınca üzülmez, artınca sevinmez, ondan ayrılmasına sebep olan ölümü de çirkin görmezse kişi zahiddir.(28)” der.
Ali b. Cafer şöyle demektedir: “Babam, Ahmed b. Hanbel’i ziyarete giderken beni de yanında götürdü. ‘Bu oğlumdur’ deyince, ‘bana dua etti ve babama Onu çarşıya çıkar, piyasayı öğrenmeye zorla ve akranlarından uzak tut.’ buyurdu.(29)”
el-Cassasi Ahmed b. Hanbel’e; “dört lira var, biri dürüst ticaretten, ikincisi sılanın gereği olarak kardeşlerden, üçüncüsü ders okutma ücretinden, sonuncusu da Bağdat arazisinin kirasından elde edilmiştir. Bunlar hakkında ne buyurursunuz?” diye sorar. Ahmed b. Hanbel:
“Benim katımda en makbul olanı dürüst ticaretten kazanılandır. En çirkini ise sıla vesilesi ile alınandır. Ders ücretine gelince, ihtiyaç duyman halinde onu al. Bağdat arazisinden elde edilen gelirin durumunu sen de biliyorsun. Neden bana soruyorsun?”

İktisadın Üç Kutbu
İslam iktisadının üç kutbu vardır. Birinde ticaretin helal, diğerinde faizin haram üçüncüsünde ise zekatın farz olduğu yazılıdır. Fakat helal ticaretin faizden uzak tutulması ve zekatla temizlenmesi esastır. Esas olan çok kazanmak değil, hesabı verilecek derecede kazanmaktır.
Selef-i Salihinin eşleri, nafaka temini için sabah evden çıkan beylerine; “Rızkımızı kazanırken Allah’tan korkun, bize haram yedirmeyin, zira açlığa karşı sabredebiliriz fakat ateşe tahammül edemeyiz.” derlerdi.

Tevekkül ve Kazanma Azmi
Allah Resulü veren elin alan elden üstün olduğunu bildirmektedir. Çünkü veren el çalışan,terleyen, üreten eldir. Bazı kavramların yanlış anlaşılması Müslümanların kazanç kültürünü olumsuz şekilde etkilemiştir.
Tarihi süreç içerisinde ziyadesiyle yanlış anlaşılan ve bundan dolayı da hiç bir kavramın yapamayacağı büyüklükte tahribatta bulunan kavramların başında “tevekkül” gelmektedir. Bu yüzden İslam’ın ilk asırlarından itibaren fakihler tevekkül-kesb muvazenesi üzerinde durmuşlardır.
Hz. Ömer (radiyallahu anh) başlarını önde yürüyen Yemenli bir grup için; “Bunlar kimdir?” diye sorup, “Bunlar Allah Teala’ya tevekkül eden kimselerdir. (mütevekkilun)” cevabını alınca, “Hayır, bunlar mütevekkil (tevekkül eden) değil, yiyicilerdir (müteakilun). Size mütevekkilin kim olduğunu söyleyeyim mi?” der. “Evet” cevabını alınca şöyle buyurur: “Mütevekkil, tohumu toprağa eken sonra da Allah Teala’ya tevekkül eden kimsedir.(30)”isnad-15
Yine Hz. Ömer (radiyallahu anh) sizden birisi: “Ya Rabbi rızkımı gönder diye oturduğu yerden rızık istemesin. Biliyorsunuz ki gökyüzü ne altın ne de gümüş yağdırır.(31)” buyurmuştur.
Tevekkül rızık temin etmek için çalışmaya engel olmamalıdır. Yemen halkı azık biriktirmeden hacca gider: “Biz Allah’a tevekkül ederiz.” derlerdi. Fakat Mekke’ye ulaştıklarında insanlardan yiyecek bir şeyler isterlerdi. Bu durum üzerine; “Azık toplayın. Şüphesiz azığın hayırlısı takvadır.(32)” ayeti inmiştir.
Horasanlı bir adam İmam Ahmed b. Hanbel’e; “Azık olmadan hac edebilir miyim?” diye sorar. İmam:
- Hayır! Çalış, çabala öyle yola çık. Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve selem) sefere çıkarken ashabına azık hazırlattı.
- O zaman azıksız cihat eden ve hacca giden kimseler yanlış yapıyor.
- Evet! Onlar yanlış yapıyor(33).
Yine yanına gelip sahip olduğu bir dirhemle hacca gitmek istediğini söyleyen şahsa şöyle demiştir:
- Piyasanın kalbinin attığı Babu’l-Kerh’e git, orada bu bir dirhemle tatlı al, başının üzerinde taşı, onu sat, üç dirhem kazanıncaya kadar ticarete devam et, yanında bu kadar para birikince hacca git.
- Ey Ebu Abdullah! Ben Allah’a tevekkül ediyorum. Bu kadar çalışmaya ne gerek var?!
- Çöle yalnız mı insanlarla birlikte mi gireceksin.
- Tabiî ki insanlarla birlikte.
- O halde tevekkül noktasında yalan söyledin, sen mütevekkil değilsin. Çölde yalnız başına yürü. Aksi takdirde insanların heybelerindeki azığa tevekkül etmiş olursun(34).
Yanlış tevekkül anlayışının olumsuz etkilerini tasvir sadedinde Gazzalî şöyle demektedir: “Cahil, helalin kaybolduğu, ona ulaşma yolunun da kapalı olduğunu zanneder. Ona göre helal olarak geriye sadece Fırat nehrinin suyu ve sahipsiz arazilerdeki otlar kalmıştır. Gerisini günahkar ellerin, fasit ilişkilerin kirletip bozduğunu düşünür. Fakat gerçek bunun tam tersidir. Nitekim Allah Resulü; ‘Helalin de haramın da belli olduğunu bu ikisi arasında şüpheli şeylerin bulunduğunu’ söylemektedir. Bu üç meselenin bir biriyle ilişkileri daimidir. Nasıl helallerin kaybolma suretiyle dönüşümü düşünülebilir?! Kaybolan, helal değil onu tanıma ve ona ulaşma keyfiyetidir(35).

Para Kazanmanın Gayesi

Müslüman kendinin olduğu gibi bakmakla yükümlü olduğu kişilerin nafakalarını da temin etmekle sorumludur.
Hasan b. Er-Rebî’ şöyle demektedir: “Kendi çalışmam karşılığında bir kırat kazanmam, birinin bana on dirhem hediye etmesinden daha değerlidir.(36)”
İbrahim b. Ethem de kimseye yük olmamak için rızkını amelilik yaparak kazanır, kendisine; “Nasılsınız?” diye sorulduğunda; “Nafakamı benden başkası temin etmediği müddetçe iyiyim.(37)” derdi.
Vefat ederken geride bir miktar dinar bırakan Said b. Müseyyeb, vefatı esnasında Allah Azze ve Celle’ye halini şöyle arz etmiştir: “Ey Allahım! Sana malumdur ki bu dinarları sadece din ve neslimi korumak için biriktirdim.(38)”
Rızık peşinde koşanlar başkalarının onlar hakkında “bu ne ile geçinir?” şeklindeki sui zanlarına da engel olurlar. Ebû Yusuf el-Ğasûlî şöyle demektedir: “Bana her ayda bir dirhem olmak üzere yılda on iki dirhem yetmektedir. Buna rağmen beni çalışmaya sevkeden şu kurraların; “Ebû Yusuf geçimini nereden kazanıyor(min eyne ye’külü)” şeklinde ki konuşmalarıdır.(39)” derdi.

Faiz
İslam’da aslî ve tabi kazanç yolu emektir. Allah Resulü: “Hiç kimse elinin emeğinden daha hayırlı bir şey yemiş değildir.(40)” buyurmaktadır.
İslam meşru kazancı ibadet olarak nitelerken; hırsızlık, gasp, rüşvet, kumar, faiz gibi haksız mal edinmeyi kesin bir dille yasaklamıştır. Kazancın meşru olabilmesi için karşılığı olmalıdır. Faiz karşılığı olmayan bir fazlalıktır. Batı iktisat doktrinleri faiz üzerine ibtina ederken İslam onun yerine üretimi koymuştur.
Ticaret akdin her iki tarafında yer alana eşit oranda risk yüklerken faizde sermaye sahibi risk almadan, emek sarf etmeden kazanç elde eder. Ticarette kâr bir defa alınırken veresiye faizi anlamına gelen “rebe’n-nesîe” de ödenmemesi durumunda sürekli artan kazanç vardır. Ticarette taraflar arasında orantılı bir şekilde menfaat temini söz konusu iken faizde sermaye sahibinin sömürüsü vardır. Faizde para, vade sebebiyle para kazanırken; ticarette mal ve emek parayı artırmaktadır.
İslam servetin üretim ve yatırım dışında tutulmaması için faizin oluşum ve gelişimini engelleyici tedbirler almıştır. Servetin artmasının temel faktörü olarak emeği gördüğünden sermayenin risk ve zarar almadan tek başına kazanç aracı olmasını tasvib etmez. Böylece sermayenin sınırlı sayıda insan elinde kalmasına da engel olarak içtimai sınıflanmaların önüne geçer.
Ticaret üretken olduğundan paranın dengeli bir şekilde emek sahiplerine ulaşmasına imkan verir. Paranın üretime dönüşmesi yeni istihdam alanları oluşturur. Faiz, tek taraflı çıkar sağlayan, parayı sınırlı sayıda insanda toplayan bir sömürü sistemidir.
İslam piyasayı genişletmeyi hedeflediğinden aynı cins malların farklı kalitede olsa dahi eşit ve peşin olarak mübadelesini öngörür. Bundan gaye ise alım satım işlemlerinin takas yerine para ile satın alma şeklinde yapılarak pazarın kullanılması ve piyasanın genişletilmesidir.

Mukayese
Bir asırdan daha uzun bir zamandır İslam ülkelerinde Batı iktisat sistemleri denendiğinden mevcut iktisadi yapılar İslam doktrini ile alakalı direkt bilgi veremez.
İslam ülkelerindeki iktisadi yapı kapitalizm ve sosyalizmin ya aynı ya da her ikisinin sentez edilmiş halidir. Bu iki sistemin ne oldukları anlaşıldığında İslam iktisat doktrinin de ne olmadığı da anlaşılacaktır.
Batı iktisat doktrini kendi içerisinde kapitalizm ve sosyalizm olarak esasta ikiye ayrılır. Kapitalizm insana sınırsız hakimiyet verir. Onun nazarında eşya köledir. Zengin paraya da parası olmayan insana da hükmeder. Batının müstemlekesi olan ülkelerin mal ve haklarının gasp edilmesinin arkasında sınırsız hakimiyet düşüncesi vardır. Sosyalizmde ise para ulvi bir değeri haizdir. Mal tanrılaştırılır. Bu yüzden kimse tek başına ona sahip olamaz. Çalışanın hakkı, işçi bayramı gibi toplum içinde ayrı bir sınıf oluşturmaya yönelik kavram ve ameliyelerle eşya ve ona sahip olma kutsanır.
Kapitalizm eşyaya hükmeden insanı, sosyalizm ise eşyayı yüceltir. Gerek insan gerekse de eşyayı doğru okuyamayan bu iki sistem iktisadi yapılanmanın içerisine dini dahil etmediklerinden kazandıkları para refah değil buhran üretmektedir. Batı paranın refah ürettiği iktisadi yapının İslam’da olduğunu bildiğinden İslam iktisat nizamını kendi sistemi içerisinde eritmek istemektedir.
Kapitalist düşüncenin müslümanlar tarafından içselleştirilmesi, onun müsaade ettiği alan içerisinde İslam iktisat doktrini inşa etme gayretleri batının başarısını göstermektedir.
Batı iktisat sistemi çerçevesinde düşünen müslüman mütefekkirlerin ve iktisatçıların bir çoğu dünyada var olabilmek için kapitalizmin değer yargılarına İslam iktisat ilkelerini uyarlamanın gerekliliğine inanmaktadırlar. Bu inanç ticari sigorta, teşvik kredisi gibi hususların helal olduğunu söyleyen zihniyeti var eden önemli bir handikaptır.
O halde cevap bekleyen en önemli soru İslam iktisat doktrininin nasıl anlaşılması gerektiği hususudur. Onu sosyalizmin müjdecisi olarak gören istismarcılar anlayamayacağı gibi, uyum ısrarı güden mustagribler de anlayamayacaktır.


(1): Nafakasını temin etmeye muktedir olan her mükellefe helal yoldan kazanç sağlamanın farz olduğunu bildiren rivayetler için bkz. Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, X, 74; Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, VI, 127; İbn Hacer, Mecmeu’z-Zevâid, X, 291.
(2): Cuma(62): 10.
(3): Muhammed b. Hasan eş-Şeybanî, Kitabu’l-Kesb, Beyrut, 2024, s. 102.
(4): Timizî, Buyû’, 4.
(5): Tirmizi, Buyû’, 1.
(6): Bkz. Ahmed, Müsned, I,447.
(7): Buhârî, Büyû’, 15; Enbiyâ, 37.
(8): Hakim, Müstedrek, II, 596.
(9): Ahmed, Müsned, II, 296.
(10): Ebu Bekr Ahmed b. Muhammed el-Hallâl, el-Hassü ala’t-Ticare ve’s-Sınaa ve’l-Amel, Beyrut, 1995, s. 60.
(11): Ahmed, Müsned, I, 135.
(12): el-Hallâl, a.g.e., s. 53
(13): Tirmizî, Buyû’, 34.
(14): Bakara(2): 3.
(15): Rahmân(55): 26-27.
(16): Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, İstanbul, 1976, s. 339.
(17): el-Hallâl, a.g.e., s. 37.
(18): el-Hallâl, a.g.e., s. 37.
(19): Tirmizî, Zekat, H.no: 580.
(20): Kutub Mustafa, el-İstismar, Beyrut, s. 57
(21): Kısakürek, a.g.e., s. 341.
(22): Ebû Davud, Zekat.
(23): Sebe(34): 10.
(24): Enbiya(21):80.
(25): Kurtubî, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Beyrut. ty., XIV, 266
(26): Nûr(18): 27-28.
(27): Konu ile ilgili şöyle demektedir: İbadet ile ticareti bir arada tutmayı istedim fakat başaramadım. Ticareti terk edip ibadete yöneldim. Bkz. el-Hallâl, a.g.e., s. 54.
(28): el-Hallâl, a.g.e., s. 36.
(29): el-Hallâl, a.g.e., s. 24.
(30): eş-Şeybanî, a.g.e., s. 88.
(31): Gazzalî, İhya u Ulumi’d-Dîn, Beyrut, ty., II, 80.
(32): Bakara(2): 197.
(33): el-Hallâl, a.g.e., s. 70.
(34): el-Hallâl, a.g.e., s.72.
(35): Gazzalî, a.g.e., V, 25.
(36): el-Hallâl, a.g.e., s. 44.
(37): el-Hallâl, a.g.e., s. 40.
(38): el-Hallâl, a.g.e., s. 51.
(39): el-Hallâl, a.g.e., s. 43.
(40): Buhârî, Büyû’, 15; Enbiyâ, 37.

]]>
http://inkisaf.net/sayi-10/islam-iktisat-doktrini-uzerine-mulahazalar.aspx/feed
İSLAM’A KARŞI YÜRÜTÜLEN “TOPLUMSAL NEFRET” KAMPANYASINDA ÜCRET KARŞILIĞI KUR’AN OKUTMANIN ROLÜ http://inkisaf.net/sayi-10/islama-karsi-yurutulen-toplumsal-nefret-kampanyasinda-ucret-karsiligi-kuran-okutmanin-rolu.aspx http://inkisaf.net/sayi-10/islama-karsi-yurutulen-toplumsal-nefret-kampanyasinda-ucret-karsiligi-kuran-okutmanin-rolu.aspx#comments Tue, 26 May 2024 14:03:42 +0000 admin http://inkisaf.net/?p=1080 Muhammed MAŞALI2

Kur’an-ı Kerim iyiyi, doğruyu, güzeli vaz’ eder. İnsanın insanla, insanın cemiyetle, insanın Allah Teala ile münasebetinin nasıl olması gerektiğini, fıtratın bozulmadan korunmasının esaslarının neler olduğunu anlatır.
Kur’an-ı Kerim eşyanın doğru bir şekilde okunmasını temin eder. O, okunup yaşandıkça ferdî ve ictimaî muvazene devam eder, problemler çözülür.
Müminler onu okur, anlar, yaşar, muhtevasını insanlarla paylaşır, emirlerini “maruf”, yasaklarını “münker” addeder, hükümlerini tebliğ etme noktasında da kendilerini sorumlu kabul ederler.isnad-37
İslam ümmeti, “İlmi ulemanın ağzından alın.” düsturu gereği İslamî ilimlerin kaynağı olan Kur’an-ı Kerîm’i doğru bir şekilde okuyabilmek için onu “fem-i muhsinler”den öğrenmeye itina gösterdi. İslam’ın ilk asırlarında bu ‘fem-i muhsinler’ cami, medrese ve evlerde meccanen Kur’an-ı Kerim okuttular.
İlerleyen asırlarda Kur’an-ı Kerim öğretecek kişilerin azalması, mevcutların da nafaka sıkıntısı çekmesi konu ile ilgili yeni bir düzenlemeyi gerekli kılmıştır. Bu çerçevede bazı alimler ilk dönem Hanefî fakihlerin aksine tedrisatın devam edebilmesi için muallimlerin Kur’an- Kerim okutmaları karşılığında yeteri kadar ücret alabilecekleri yönünde fetva vermişlerdir.
Bu makalede Kur’an-ı Kerim okuma ve öğretme karşılığında kâri ve muallimlerin ücret almalarının caiz olup olmadığı ile alakalı görüşleri günümüz şartlarını da dikkate alarak tahlil edeceğiz.

Caiz Olduğunu Söyleyenler
İmam Malik, Şafii, Ahmed b. Hanbel, Ebû Sevr, Ebû Nasr, Ebû’l-Leys gibi alimler Kur’an-ı Kerim’i okuma ve okutma karşılığında ücret almanın caiz olduğunu söylemişlerdir.

Deliller
Kur’an-ı Kerim öğretme karşılığında ücret almanın caiz olduğunu söyleyenlerin istidlal ettiği hadislerin birincisi şu şekildedir: “Allah Resulü’ne bir gün bir kadın gelip, evlilik teklifinde bulundu. Efendimiz sukût ederek kadına cevap vermedi. Kadın, -tekrar- evlilik teklifinde bulunduğunu ve Allah Resulü’nden görüş sorduğunu yineledi. Orada bulunan bir sahabi ayağa kalkıp şöyle dedi:
- Ey Allah’ın Resulü! Bu kadını benimle evlendir.
Efendimiz:
- (Mehir olarak verecek) dünyalık bir şeyin var mı?
Sahabi:
- Hayır. Yanımda hiçbir şey yok.
Allah Resulü:
- Kalk git, araştır velev ki demir yüzük olsun (getir ona tak).
Sahabi gitti, araştırdı sonra geri döndü. Allah Resulü’ne şöyle dedi:
- Mehir olarak verecek dünyalık bir şey, demir yüzük bile bulamadım.
Allah Resulü:
- Kur’an’dan ezberinde bir şey var mı?
Sahabi:
- Şu sure var, şu sure var diye saymaya başladı.
Allah Resulü:
- Kur’an’dan ezberinde olan surelerle seni bu kadınla nikahladım.(1)”
İkinci hadis ise şu şekildedir: “Ebû Saîd el-Hudrî (radiyallahu anh)’den şöyle dediği rivayet edilmiştir: ‘Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün ashabından oluşan bir askeri birlik, görevli oldukları bir sefere gitmişti. Bunlar bir Arab kabilesinin yanında mola verip, onlardan kendileri¬ni ağırlamalarını istediler. Fakat kabîle bunları konuk etmekten imtina etti. Bu sırada kabilenin liderini (bir akreb) so¬ktu. Bütün bir kabîle harekete geçip onun için her çâreye başvurdu. Fakat liderlerine hiçbir şey şifâ olmadı. Kabîle halkından bâzısı:
- Yakınımıza gelen şu kafileye gitseniz, belki bunların arasında (hastalığın) çâresini bilen vardır, dedi.
Bunun üzerine kabîle halkından bir grup Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün ashabına geldi ve:
- Ey cemâat! Reisimizi akreb soktu. Onun için başvurmadığımız çâre kalmadı. Hiçbir şey fayda vermedi. Sizden birinizin yanında herhangi bir¬ çâre/tedavi var mı? dedi.
Kafileden birisi (Ebû Saîd el-Hudrî):
- Evet (ben varım), Allah’a yemîn ederim ki, ben dua ederim. Fakat yine yemîn ederim ki, sizden bizleri misafir etmenizi istemiştik de bu talebimizi kabul etmemiştiniz. Artık ben de size, bir ücret belirlemedikçe dua etmem, dedi. Kabile sahabe ile bir sürü koyun karşılığında anlaştı. Bunun üzerine (Ebû Saîd el-Hudrî) kabile liderinin yanına gidip, ‘Elhamdulillâhi Rabbi’l-âlemîn’i (Fatiha Suresi) sonuna kadar okudu, hastaya üfledi. Hasta sanki bukağıdan çözülmüşçesine süratle yürüyerek gitti ve kendisinde hiçbir illet kalmadı. (Ebû Saîd el-Hudrî) devamla dedi ki: Kabîle halkı kendilerine üzerinde anlaştıkları ücreti ödeyince seriyyede yer alan ashabdan bir kısmı:
- Bu koyunları taksim ediniz, dedi. Fakat duâ eden sahâbî (Ebû Saîd el-Hudrî):
- Hayır, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’ne gidip, bu olup biteni kendisine arz edip, emirlerini alıncaya kadar bunları taksim etmeyiniz.
Bunun üzerine Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün huzuruna çıkıp, durumu arz ettiler.
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabına (özelde Ebû Saîd el-Hudrî’ye) hitaben: “Fâtiha’nın bu derece etkili bir dua olduğunu sana kim öğretti?” diye sorduktan sonra, “Doğru yaptınız. Şimdi taksim ediniz ve bana da bir hisse ayırınız.” buyurdu ve tebessüm etti.(2)

Caiz Olmadığını Söyleyenler
Selef ulemasının önemli bir bölümü Kur’an-ı Kerim öğretme karşılında ücret almanın caiz olmadığı görüşündedir. Zührî’ye göre öğretme karşılığında alınan bedel mekruhtur. Ebû Hanife ve talebelerine göre ise caiz değildir(3). Nitekim Hanefî fakihlerden el-Hakimu’ş-Şehid (v. 334/945) “el-Kâfî” adlı müdevven eserinde: “Kişinin çocuğuna Kur’an-ı Kerim fıkıh, feraiz öğretmesi ya da ramazanda onlara imamlık veya müezzinlik yapması için ilim sahibi birisini parayla tutması caiz değildir.” demektedir(4). İftihâruddin el-Buhârî’de (v. 542/1147) “Hulâsâtu’l-Fetâvâ”da “el-Asl”dan naklen şöyle demektedir: “Kur’an-ı Kerim, fıkıh, öğretmek gibi taât esaslı ameliyeler için adam kiralamak caiz değildir.(5)”
Merğinanî ve İbn Hümam’a göre insanların, Kur’an öğretmek gibi dini vazifeler karşılığında ücret almaları caiz değildir(6).
Kur’an-ı Kerim öğretme karşılığında ücret almanın haram olduğunu söyleyen fakihler bu görüşlerini: “Edası müslümana mahsus olan bir ibadetin îfası için adam tutmak caiz değildir. Çünkü taât ve kurbet olan bu fiiller bizzat mükellefler tarafından yapılmalıdır.(7)” hükmü üzerine bina ederler. Nitekim Cenab-ı Hak: “İnsan için ancak çalıştığı vardır.(8)” buyurmaktadır.
Deliller:
Abdurrahman b. Şibl’den rivayet edilen hadiste Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: “Kur’an okuyunuz! Onu yeme ve menfaat teminine vesilesi edinmeyiniz.(9)”
Ebû Davud’un Ubade b. Samit (radiyallahu anh)’ten rivayetine göre, Ubade şöyle demiştir: “Ehl-i Suffe’den çok sayıda kişiye Kur’an öğrettim. Bu öğrencilerimden birisi bana bir yay hediye etti. Kendi kendime; ‘Bu yay mal değildir. Onunla Allah yolunda ok atarım.’ dedim. Fakat yine de Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’ne bu meseleyi sordum. Efendimiz:
“Allah Teala’nın kıyamet günü boynuna ateşten bir halka takacağını arzu edersen (onu) kabul et!” buyurdu(10).
Yine Ubade b. Samit şöyle demektedir: “Medine’ye bir muhacir geldiğinde Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) onu, Kur’an-ı Kerim öğretmemiz için bizden birine gönderirdi. Bunlar içinden bana yönlendirdiği bir kişiye Kur’an-ı Kerim öğretmekteydim. Bir gün evime gittim. Ders okuttuğum o kişi, üzerinde hakkım olduğunu düşündü de bana -ondan daha güzelini görmediğim- bir yay hediye etti. Ben de Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’ne gidip o hediyeyle ilgili görüşünü sordum. Efendimiz:
‘O, omuzların arasına astığın kor parçasıdır.’ buyurdu.(11)”
Übeyy b. Ka’b bir adama Kur’an-ı Kerim okumayı öğretti. Daha sonra bu kişi kendisine bir yay hediye etti. Übeyy durumu Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’ne anlatınca Efendimiz şöyle buyurdu: ‘Eğer onu kabul edersen ateşten bir yay almış olursun.(12)’
Ebu’d-Derdâ’nın rivayetine göre Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Her kim Kur’an öğretme karşılığında bir yay alırsa Allah Teala ona ateşten bir yay takacaktır.(13)”isnad-38
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Kim Kur’an okur da onun vesilesiyle insanların mallarını yerse, kıyamet günü yüzü etten soyulmuş bir kemik halinde gelir.(14)”
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Kur’an okuyunuz! Allah’tan taleplerinizi onun bereketiyle isteyiniz. Zira sizden sonra öyle bir toplum gelecek ki, bunlar Kur’an okuyacaklar, onun vasıtasıyla insanlardan dileneceklerdir.(15)”
Osman b. Ebi’l-As da şöyle demektedir: “Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) bana ezan okuması karşılığında ücret taleb etmeyen bir müezzin tutmayı tavsiye etti.(16)”
Kur’an-ı Kerim öğretme karşılığında ücret almanın caiz olmadığını söyleyen ilk dönem Hanefi fakihlerinin istidlal ettiği bu hadisler bazı noktalardan zaaf içerseler de toplu olarak bakıldığında birbirlerini destekledikleri görülmektedir. Özellikle ulema “yay hadisi”nin sahih olduğunu(17) tasrih etmiştir.

Delillerin Tahlili
Ücret almanın caiz olduğunu söyleyen fakihlerin birinci hadisle istidlal etmeleri mümkün gözükmemektedir. Çünkü hadiste Kur’an-ı Kerim öğretmenin kadının mehri olduğu ile alakalı ne sarih ne de dolaylı bir ifade vardır. Hadiste geçen “bima meake” ifadesinde yer alan; “bâ” harf-i cerri zannedildiği gibi “bir şeyin bedeli” anlamında değil, “sebebiyet” manasında kullanılmıştır. Buna göre anlam; “Seni o kadınla, bildiğin Kur’an sebebiyle nikahladım.” şeklindedir(18). Allah Resulü sahabiyi kadınla ona ve Kur’an’a hürmeten mehirsiz nikahlamıştır(19). Ya da Efendimiz her ikisine de iltifat olarak mehri kendi imkanlarıyla vermiştir. Bir başka ihtimal ise mehir takdir etmeyerek eş üzerinde mehr-i mislin tahakkuk etmesini istemiştir. Fakat hiçbir durumda hadis-i şeriften Kur’an-ı Kerîm öğretmenin mehr olarak takdir edildiği anlamı çıkmaz.
Ebû Said-i Hudrî’nin rivayeti de Hanefi fakihlerin hükümlerini üzerine bina ettikleri hadislerle tearuz etmektedir. Biri haram diğeri ise helal kılan iki nass tearuz ettiğinde nesh devreye girer. Bu yüzden bazı Hanefî fakihler Ebû Said-i Hudrî hadisinin, “vaîd/tehdit” içeren hadislerle nesh edildiğini söylemektedirler(20). Bu durumda Ebû Said hadisi ya mensuh kabul edilir ya da şu şekilde tevil edilir:
1. Ebû Said-i Hudrî’nin Kur’an-ı Kerim okuduğu kavim Müslüman olmadığından sahabe onlardan ücret talep etmiştir.
2. Misafiri ağırlamak vacip olmasına rağmen onlar ashabı konuk etmeyi reddetmişlerdir.
3. Rukye halis bir ibadet olmadığından, ondan dolayı ücret almak caizdir. Kurtubî’de, “rukyeden dolayı ücret almak Kur’an-ı Kerim’in ücret karşılığında okunmasına delil olmaz”(21) demektedir. Çünkü “rukye”nin tedavi boyutu “kurbet” boyutundan daha kuvvetlidir. Ebû Said-i Hudrî’nin aldığı ücret de kıraat karşılığı değil, tedavi bedelidir. Ücreti tedaviye tahsis etmek gerekir. Bu yüzden mutlak anlamda Kur’an-ı Kerîm öğretmek ona kıyas edilemez. Tedavi dışı okumalar haram olarak devam eder.
Tahavî, ‘insanların birbirlerine rukye yapmalarının borç olmadığı yönündeki hükmünden hareketle içerisinde ayet de olsa rukyeden dolayı ücret almak caizdir’ demektedir. Okumayı bilenlerin cahillere Kur’an-ı Kerim öğretmeleri ise vaciptir(22).

Sonuç
İslam bilge bir toplum inşa etmeyi öngörür. Kişiyi bildiği ölçüde mükellef addeder. Buyüzden Allah Resulü namaz, zekat gibi Kur’an’da “mücmel” olarak yer alan kavramları insanların anlayacağı şekilde beyan etmiştir.
İlahi bilginin kaynağı olan Kur’an da okunmak, anlaşılmak ve yaşanmak için inmiştir. Her mükellef bu üçlü merhalenin birinci ve üçüncü aşamasından sorumludur. Anlaşılma safhası ise avam için ancak müçtehitler vesilesiyle mümkün olur.
İnsanlar Kur’an’ı muallimler vasıtasıyla okuyabilirler. Muallimlerin azalması ise öğrenme sürecini olumsuz yönde etkiler.
Taklit döneminden sonra meccanen Kur’an öğreten muallimlerin azalması ücret almanın caiz olduğunu söyleyen fakihlerin çoğalmasına neden olmuştur.
Ücret karşılığı Kur’an öğretmenin caiz olmadığını söyleyen Merğinanî müteahhir bazı alimlerin istihsan cihetiyle buna cevaz verdiklerini belirtmektedir(23). Serahsî, Belh Meşayıhı’nın Kur’an-ı Kerim öğretmek için muallim tutmanın caiz olduğu noktasında Medine ulemasının görüşünü benimsediğini nakletmektedir. İbn Kemâl’de caiz olduğu yönünde fetva vermiştir(24). Aynî de bu görüşü tercih ettiğini belirtmektedir(25).
Ücret karşılığı Kur’an-ı Kerim okutmanın caiz olduğunu söyleyen fakihler gerekçe olarak, hocalara devlet tarafından verilen hediyelerin kesilmesi, insanların ahiret işlerine gerektiği şekilde ilgi göstermemesi, tedrisatla dünya işinin birlikte yürütülmesi durumunda her iki cihetin de aksayacak olması, dini meselelerde baş gösteren durağanlık ve tembelliğin Kur’an-ı Kerim hıfzının kaybolmasına yol açması gibi nedenleri göstermektedirler(26).
Farklı yollardan geçimini temin edenler ya da imamlık gibi bedel karşılığı irşad hizmetinde bulunanlar istihsan kapsamına girmediklerinden onların Kur’an-ı Kerim okutmaktan dolayı ücret almaları caiz değildir.
Kâsanî, Osman b. Ebi’l-As’a Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün ezan okuması karşılığında ücret talep etmeyen bir müezzin bulmasını tavsiye ettiği hadisle alakalı şöyle demektedir: Çünkü ezan, kamet, namaz ve Kur’an-ı Kerim okutmak karşılığında ücret almak insanları cemaatle namaz kılmaktan, Kur’an-ı Kerim ve ilim öğrenmekten uzaklaştıran başlıca nedendir(27). Zira ücretin ağırlığı insanları ibadet yapmaktan alıkor. Allah Teala şöyle buyurarak bu meseleye işaret etmektedir: “Yoksa sen onlardan (tebliğ görevine karşılık) bir ücret istiyorsun da, onlar borçtan bir yük altında mı kalmışlardır?”
İslam’ın emirlerini tebliğ eden Allah Resulü ile alakalı Kur’an-ı Kerim: “Halbuki sen buna karşılık onlardan bir ücret de istemiyorsun.(28)” buyurmaktadır. Nasıl Allah Resulü tebliğ vazifesini meccanen yaptıysa Onun; “burada olanlar olmayanlara tebliğ etsin” emrine muhatap olan ümmeti de dini mesaili hasbi olarak yürütmekle mükelleftir(29).
Ez cümle, mutlak olarak ücret karşılığı Kur’an-ı Kerîm okutmak, bu hususta mukavele yapmak caiz değildir. Resmi ya da gayr-i resmi oluşumlar altında çeşitli toplantılarda Kur’an-ı Kerîm okuyup karşılığında ücret talep etmek de haramdır. Kur’an tilaveti ibadet olduğundan alınan para namaz kılmak karşılığında talep edilen ücretten farksızdır. Ayrıca bu tür oluşum ve ameliyeler belli çevrelerin eğitim, medya ve sinema yoluyla İslam’a karşı yürüttüğü toplumsal nefret ve tahkir kampanyasının en önemli malzemesidir. İnsanların dinden nefret etmelerinde rol almanın vebali ise elbette büyüktür.
Tabii ihtiyaçlar dışındaki bütün vaktini tedrisata ayıran Kur’an muallimlerinin ailelerinin nafakasını karşılayacak ölçüde “hibe” kapsamında ücret almalarında bir beis yoktur. Bu durumun ictimai bir nefrete dönüşmesinin önüne geçebilmek için de “vakıf” gibi hayır kuruluşlarının ücret meselesini ayarlayıp muallimlere takdim etmeleri maslahata daha uygun olacaktır. En doğrusunu Allah Teala bilir.

Dipnotlar:
(1): Buharî, Nikah 51.
(2): Buharî, İcâre, 16.
(3): Aynî, Umdetu’l-Kârî Şerhu Sâhihi’l-Buhârî, Beyrut, 2024, XII, 135.
(4): Aynî, el-Binaye, Beyrut, 2024, XII, 135.
(5): Aynî, a.g.e., XII, 135; Bunun anlamı bu işler karşılığında ücret ödemek vacip değildir demektir.
(6): Merğinanî, el-Hidaye Şerh-u Bidayeti’l-Mübtedî, Beyrut, ty., III, 235.
(7): Aynî, a.g.e., XII, 135.
(8): Necm(53): 39.
(9): İbn Ebî Şeybe, Musannef, II, 292.
(10): Ebû Davud, İcare, 1; İbn Mace, Ticârât, 8.
(11): Ebû Davud, İcare, 1.
(12): Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, VI, 125-126.
(13): Aynî, a.g.e., XII, 136.
(14): İbn Ebî Şeybe, Musannef, II, 292; Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, II, 532; Ebû Nuaym, Hilyetu’l-Evliya, IV, 199.
(15): Taberâni, el-Mu’cemu’l-Kebîr, XVIII, 167; İbn Ebî Şeybe, Musannef, II, 124.
(16): Bu hadis dört Sünen’de benzer lafızlarla rivayet edilmektedir: Ebû Davud, Salât, 39; Nesaî, Ezan, 32; Tirmizî, Salât, 41; İbn Mâce, Ezan, 3.
(17): Aynî, a.g.e., XII, 136.
(18): Kâsânî, Bedaiu’s-Senaî, Beyrut, 1997, VI, Dip not: 1, s. 12.
(19): Nitekim Ümmü Süleym Ebû Talha ile müslüman olması karşılığında evlenmiştir.
(20) Aynî, a.g.e., XII, 137.
(21): Aynî, a.g.e., XII, 137.
(22): Aynî, a.g.e., XII, 137.
(23): Merğinanî, a.g.e., III, 235.
(24): İbn Kemâlpaşa, Fî İstihsani’l-İsti’câr ala Ta’lîli’l-Kur’an, (Resail-u İbn Kemâl içerisinde), İstanbul, 1316, II, 227-228.
(25): Aynî, a.g.e., X, 282.
(26): Merğinanî, a.g.e., III, 235.
(27): Kâsânî, a.g.e., VI, 14.
(28): Yusuf(12): 104.
(29): Bkz. Kâsânî, a.g.e., VI, 14

]]>
http://inkisaf.net/sayi-10/islama-karsi-yurutulen-toplumsal-nefret-kampanyasinda-ucret-karsiligi-kuran-okutmanin-rolu.aspx/feed
İSLAM MEDENİYET TARİHİNDE İLİM YOLCULUKLARI http://inkisaf.net/sayi-10/islam-medeniyet-tarihinde-ilim-yolculuklari.aspx http://inkisaf.net/sayi-10/islam-medeniyet-tarihinde-ilim-yolculuklari.aspx#comments Tue, 26 May 2024 13:28:03 +0000 admin http://inkisaf.net/?p=1076 İhsan ŞENOCAK51

Bir yerden diğerine seyahat etme anlamına gelen “rıhle” genelde âlimlerin, özelde muhaddislerin hadis öğrenmek, bildiklerini tevsik etmek için yaptıkları ilim yolculuklarını ifade etmek için kullanılır.
Her şeyi bilen Allah Azze ve Celle, Hz. Âdem’i yaratınca, ona eşyayı öğretti, dilediği kullarına da murat ettiği kadar “ilim” verdi. İlmin gerekliğine inanan insanlar ilim sahiplerine ulaşıp onlardan istifade edebilmek için kısa-uzun rıhle/seyahatler yaptı.
İlk rıhle
Genel anlamıyla ilk rıhle Hz. Âdem’le başlamıştır. Allah Teâla Hz. Âdem’i “Kamil insan şeklinde yarattığında” meleklere gönderip selam vermesini ve cevaplarını dinleyip öğrenmesini emretmiştir.(1)
Kendisine “senden daha âlim birini tanıyor musun?” diye soran kişiye “hayır” cevabını veren Hz. Musa (aleyhisselam) da, ilahi buyruk gereği Ondan daha bilgili olduğunu öğrendiği Hızır’a ulaşıp, bilgisinden istifade etmek için rıhle yapmıştır.(2)isnad-22
Sahabe ve Rıhle
Sahabe de İslam’ın öğretilerini Allah Resulü’nden öğrenip kabilelerine tebliğ etmek için meşakkatli ilim yolculukları düzenlemiştir. Ebû Zer el-Ğifarî (radiyallahu anh)’nin risalet haberini alınca önce kardeşi Üneys’i Mekke’ye göndermesi, onun yeterli bilgiyi alamaması üzerine hazırlık yapıp bizzat kendisinin gidip Müslüman olması sahabe dönemi rıhlelerinin ilklerinden olması cihetiyle ayrı bir öneme sahiptir.(3)
Cabir b. Abdillah, Abdullah b. Üneys (radiyallahu anhuma)’ten tek bir hadis almak için bir aylık mesafeyi kat etmiştir.(4) Hz. Cabir bu durumun arka planıyla alakalı şöyle demektedir: “Allah Resulü’nün ashabından birinin -ilgili olduğum- bir hadisi bildiği haberi bana ulaşınca hemen deve satın alıp yol hazırlığına koyuldum. Bir aylık seyahatten sonra Şam’a vardım. O sahabenin Abdullah b. Üneys olduğunu öğrenince (evine gidip) kapıcısına: Abdullah’a “Cabir’in kapıda olduğunu iletmesini” söyledim. O, Abdullah’ın oğlu Cabir mi diye (sordurunca) “evet” dedim. Bunun üzerine kapıya gelip boynuma sarıldı. Kendisine: ‘Bir hadis var ki onu senin Allah Resulü’nden işittiğin haberi bana geldi. Onu dinlemeden ikimizden birinin öleceğinden korktum,(5)’ bu yüzden geldim, dedim.
Ebû Eyyüb (radiyallahu anh) Mısır’da ikamet eden Ukbe b. Amir (radiyalahu anh)’e Allah Resulü’nden duyduğu bir hadisi sormak için gittiğinde ilk olarak Mısır emiri Mesleme b. Muhalled (radiyallahu anh)’in evine uğrar, Ukbe’ye Ebu Eyyüb’un geldiği haber verilince aceleyle çıkıp (eve varır) Onunla kucaklaşır. Daha sonra: “Seni buraya kadar getiren sebep nedir?” diye sorar. Ebû Eyyüb: “Allah Resulü’nden dinlediğim, yeryüzünde ikimizden başka işiten kimsenin kalmadığı “müminin kusurunu örtmeyle” alakalı hadisi te’kiden (dinlemek için) geldim” der. Ukbe: “Evet Allah Resulü’nü şöyle derken işittim”, deyip hadisi rivayet eder: “Kim dünyada bir müminin günahını örterse Allah da ahirette onun ayıbını örter.”
Ebû Eyyüb: “Doğru söyledin” deyip, hiç vakit kaybetmeden bineğine yönelir ve Medine’ye hareket eder. (O derece hızlı ilerler ki) Mesleme’nin gönderdiği hediye kendisine ancak Mısır’ın Ariş şehrinde yetiştirilir.(6)
Kesir b. Kays şöyle rivayet etmektedir: Dımeşk mescidinde Ebu’d-Derdâ ile oturuyordum. Biri ona yaklaşıp şöyle dedi: “Ey Ebu’d-Derdâ! Buraya senin Peygamberden rivayet ettiğini duyduğum bir hadis için Onun şehri Medine’den geldim.”
Ebu’d-Derdâ: Bir ihtiyaç için gelmedin mi?
— Hayır.
— Ticaret için de mi gelmedin?
— Sadece o hadis için geldim.
Bunun üzerine Ebu’d-Derdâ şu hadisi rivayet etti:
“Allah Resulü’nden işittim: ‘Kim ilim için bir yola girerse cennet yollarından birine girmiş olur. Melekler ilim talebesinin yaptıklarından razı olduklarından kanatlarını onlar üzerine sererler. Denizdeki balıklar dâhil gökte ve yerdekiler âlim için istiğfar ederler. Âlimin, abide üstünlüğü ayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir. Şüphesiz âlimler peygamberlerin varisleridirler. Peygamberler miras olarak altın ve gümüş bırakmadılar. İlmi bıraktılar. Her kim onu tahsil ederse büyük bir nasip elde etmiş olur.(8)”
Tabiun Devri ve Sonrası
Sahabenin farklı ülkelere hicret edip beraberlerinde hıfz ettikleri hadisleri de götürmeleri tabiûn devrinin hadis taliplilerinin bir beldeden diğerine seyahat etmelerini zorunlu hale getirdi. Etbâu’t-tabiîn dönemi âlimleri de tabiûne ulaşıp onlardan hadis alabilmek için aynı şekilde seyahatler düzenledi. Hadisler büyük mecmualarda toplanıncaya kadar hadis rıhleleri bu şekilde devam etti.(9)
Tabiûn devrinde sayıları yüzlerle ifade edilen ulema, şehir şehir dolaşıp hadis topladı. Gittikleri beldeden azami derecede istifade ettikten sonra başka şehirlere intikal ettiler. Mekhûl Mısır’da hürriyetine kavuşunca oradaki bütün ilmi topladığını, ardından Irak’da ve Medine’de de aynı şeyi yaptığını, Şam’a geldiğinde ise oranın ilmi birikimini elekten geçirdiğini söylemektedir.(10)
Tabiûn devri alimleri hem hadis dinlediler, hem de zamanla oluşan mesmûâtı gittikleri yerlerde de rivayet ederek şehirlerarası sürekli aktif olan bir bilgi ağı oluşturdular.
Endülüslü âlim Baki b. Mahled iki defa batıdan doğuya yaya olarak rıhle yapmış, ilk yürüyüşü on dört, ikincisi ise yirmi yıl devam etmiştir.(11) Zehebî Siyer-u A’lami’n-Nübelâ adlı eserinde Bakiy b. Mahled’in doğu seyahatinin asıl gayesinin İmam Ahmed b. Hanbel’le karşılaşıp ondan ilim almak olduğunu söyler. Ne var ki Bağdat yakınlarında, İmam’ın ev hapsinde olduğunu öğrenir. Şehirde ilk olarak Yahya b. Maîn’in ders halkasına katılır. Daha sonra çıkıp sora sora Ahmed b. Hanbel’in evine ulaşır. Hadiseyi şu şekilde anlatmaktadır:
Kapısını çaldım, çıkıp açtı. Karşısında duran, tanımadığı adama bir müddet baktı. Bunun üzerine, “Ey Ebû Abdullah! (Ahmed b. Hanbel) (Bu gördüğün adam) yabancıdır. Bu şehre ilk defa geliyor. Hadis talebesidir. Seyahatinin gayesi de sizden hadis dinlemektir.” Bunun üzerine, evin içine geçişte kullanılan koridora girip gözden kaybolmamı söyledi. Daha sonra “Nerelisin?” diye sordu. Endülüslü olduğumu söyleyince, “Ülken gerçekten uzak, senin durumunda olanların ilimle ilgili isteklerini karşılamaya yardımcı olmaktan bana daha hoş gelen bir şey yok. Ne var ki şu an –belki sizin de bilginiz dâhilindedir- büyük bir sıkıntı içerisindeyim.” Ona, durumu bildiğimi, şehre ilk defa geldiğimden kimse tarafından tanınmadığımı, eğer izin verilirse dilenci kıyafetiyle hadis dinlemek için kapıya gelip dilenciler gibi konuşacağımı, kendisinin sadaka verir gibi şu an bulunduğumuz yere çıkıp, bana her gün bir hadis rivayet etmesini, bunun da yeterli olacağını söyledim. Ders halkalarında ve hadis âlimlerinin yanında görülmemem şartıyla teklifimi kabul etti.
Elime bir değnek alır, bezle başımı sarar, kâğıt ve diviti de elbisemin yenine koyar sonra İmam’ın kapısı önüne gelip, bölge dilencilerinin üslubu üzere “el-ecr rahimekümullah” diye bağırırdım. O da çıkar, evin kapısını kapatır iki, üç ya da daha fazla hadis rivayet ederdi. Böylece ondan üç yüz kadar hadis dinledim.(12)
Yakub b. Süfyan’ın rıhlesi ise otuz yıl sürmüştür.(13) Said b. Müseyyeb tek bir hadis için günler ve gecelerce yürüdüğünü söyler.(14)
Ahmed b. Hanbel de şöyle demektedir: “Âlî isnad” sahibi olmak selefin sünnetidir. Abdullah b. Mesud’un talebeleri Küfe’den kalkar Medine’ye gelir, meseleyi bizzat Hz. Ömer’den öğrenir, hadisi ondan dinlerlerdi.(16)
Tabiûnun büyüklerinden Ebu’l-Aliye şöyle demektedir: “Basra’da iken Allah Resulü’nün ashabından rivayet edilen bir hadisi işitir, bununla yetinmez vasıtamıza biner Medine’ye gider, hadisi bizzat onların ağzından dinlerdik.(17)”
Pek çok alim rıhleye çocuk yaşta başlamıştır. Bu hususta babaları hoca olanlar diğerlerine nispetle bir adım daha önde olurdu. Akranları oyun oynamakla ve şeker yemekle meşgul olurken peygamber aşığı babalar çeşitli yöntemlere başvurarak yavrularını ilim yolunda yürütürlerdi. Arap olmadıkları halde “Sahihler”i, “Sünenler”i tedvin eden Horasan ve Maveraunnehr ulemasının yetişmesinin arka planında bu hasbi yürüyüşler vardır. Yusuf b. Ahmed eş-Şîrazî’nin hocası Ebu’l-Vakt es-Siczî’ye Kirman yurdunun nihayetin de ulaşmasını anlatan rıhle serüveni hasbiliğin idrak edilebilmesi için önemlidir: “Ebu’l-Vakt’in huzuruna varınca selam verdim, elini öptüm, bir yere oturdum. Bana: ‘Bu beldelere seni getiren nedir?’ diye sordu. Maksadım size ulaşmaktı, zaten Allah’tan sonra itimadım da sizedir. Bana ulaşan hadislerinizi kalemimle yazdım, şimdi de nefeslerinizin bereketinden istifade etmek alî isnadınıza nail olmak için huzurunuza koşup geldim. Bunun üzerine şöyle dedi: ‘Allah her ikimizi de rızasına muvaffak etsin. Gayret ve hedefimizi Onun için kılsın. Eğer beni gerçek anlamda tanımış olsaydın değil buralara gelmek bana selam bile vermez, önümde oturmazdın.’ Ardından uzunca bir süre ağladı ve huzurda olanları da ağlattı. Sonra: ‘Allah’ım bizi sitr-i cemilinle ört ve o manevi örtünün altında razı olacağın durumda kıl.’ diye dua etti. Daha sonra konuşmasını şöyle sürdürdü: ‘Evladım! Bildiğin gibi aynı şekilde ben de Buharî’nin “Es-Sahih”ini dinlemek için babamla birlikte yaya olarak Herat’tan Buşenc’e orada ikamet eden ed-Dâvûdi’ye gitmiştim. O zaman on yaşından küçüktüm. Babam yürüyüş esnasında elime iki taş koyar ve ‘Bunları taşı.’ derdi. Ondan korkuma taşları elimde muhafaza eder, onun murakabesi altında yürürdüm. Yorulduğumu görünce taşlardan birini atmamı söyler, ben de atar biraz hafiflerdim. Yorgunluğumu fark edinceye kadar yürürdüm. Yoruldun mu, diye sorunca korkudan ‘hayır’ derdim. ‘Peki ya neden yavaş yürüyorsun?’ diye sorduğunda bir müddet önünde hızlı bir şekilde yürür tekrar takatten kesilirdim. Bunun üzerine babam elimdeki diğer taşı da alır atardı. Elden ayaktan kesilinceye kadar yürürdüm. İşte o noktaya gelince beni alır sırtında taşırdı.
Yürüyüş esnasında çiftçiler ve başka insan gruplarıyla karşılaşırdık, onlar babama ‘Şeyh İsa! Bu çocuğu bize ver, her ikinizi de Buşenc’e götürecek binite koyalım.’ teklifinde bulunur, Babam: ‘Allah Resulü’nün hadislerini öğrenmeye giderken hayvana binmekten Allah’a sığınırız. Hayır, biz yürüyeceğiz. Oğlum yürümekten kesildiğinde Allah Resulü’nün hadislerine hürmeten ve sevabını umarak onu başımın üstünde taşıyacağım.’ derdi.
Babamın hüsn-ü niyetinin neticesi olarak bu ve diğer kitapları dinleyip istifade etme bahtiyarlığına erdim. Akranlarımdan kimse kalmadı. Bu yüzden bütün şehirlerden ilim taliplileri şimdi bana geliyor.(18)”
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve selem) devrindeki rıhleler İslam’ın emir ve yasaklarını öğrenmek için düzenlenirken sahabe, tabiun ve etbâu’t-tabiîn devrindeki rıhleler özellikle hadisleri tevsik, hıfz ve tedvin etmek için yapılmıştır.isnad-231
Rıhlenin Önemi
Rıhlenin sünnetin korunmasındaki yeri fevkalade önemlidir. İbrahim b. Edhem (v. 161); “Allah Teala bu ümmete gelecek belaları hadis âlimlerinin rıhlelerinin bereketiyle uzaklaştırmıştır.(19)” demektedir.
Hicri bir ve ikinci asırda rıhlenin gerekliliğine o derece inanılmıştır ki; rıhle yapmayan kişinin ilmine itibar edilmemiştir. Özellikle rıhleler sahabenin çok olduğu şehirlere yapılmıştır. Muhammed b. Sîrîn (v. 110) Küfe’de dört bin hadis talebesi(20) olduğunu haber verir. el-İclî’nin Küfe’de yetmişi Bedir ashabından olmak üzere bin beş yüz sahabenin olduğunu(21) bildirmesi Küfe’deki talebelerin neden sayıca daha çok olduklarının izahını kolaylaştırmaktadır.
Rıhlenin ilim tarihindeki yeri ile alakalı İbrahim b. Edhem şöyle bir tesbitte bulunur: “Eğer rıhle olmasaydı, ilim yok olup giderdi.(22)”
Ulema bazen Hasan Basrî (v. 110) örneğinde olduğu gibi tek bir mesele için Basra’dan kalkar Küfe’ye gider(23), bazen de gittiği şehirdeki âlimi bulamayınca o gelene kadar beklerdi. Bu bekleme uzun sürünce orada yerleşenler de olurdu. Örneğin tabiûn ya da etbâut’t-tabiînden bazı âlimlerin nisbeleri verilirken el-Yemenî (Yemenli), sonra el-Mekkî, sonra eş-Şâmî, sonra el-Kufî, sonra el-Basrî, daha sonra el-Mısrî şeklinde yazılması hadis tedvini için ne kadar farklı bölgeleri dolaşıp, aidiyet kesbedecek kadar oralarda ikamet ettiklerini göstermektedir.
Ulema ilim için yorucu seyahatler yaptı. Bunlar içerisinde memleketlerine dönemeyenler olduğu gibi, ağarmış saçlarla geri gelenlerin sayısı hiç de az değildir. Aralarında yollarda ya da gittiği şehirlerde azık bulamayıp ot yiyenler vardır. Onlar, bütün bunlara tahammül edip sonraki nesillere zengin ve sağlam bir hadis hazinesi bıraktılar.
Rıhleler hadisin tedvininde ve intişarında, rivayet yollarının çoğalmasında ve hadis ricalinin tanınmasında büyük vazife ifa etmiştir.
Tedvin Sonrası Rıhle
Ulema hadislerin tedvin edilmesinden sonra meşhur şeyhlerle müzakere etmek, belli konularda ders okumak, icazet almak gibi genel içerikli rıhlelere devam etmiştir.
Hocaların ders usullerini kendi halkalarında takip etmek, müşkülleri onlarla paylaşmak, sonra da farklı bölgelerin yöntem ve birikimini imkân nispetinde kendi usulü içerisinde eritip onun tekâmülüne katkıda bulunmak selefin sünnetidir. Biz de bu vesileyle “duymak görmek gibi değildir./Leyse’l-Haberu ke’l-muayene”(24) sözünü de esas alıp düzenlediğimiz rıhle halkasına Şam’ı da dâhil etmek istedik. Kara yoluyla Şam bölgesinin merkezi Dımeşk’e(25) doğru hareket ettik.
Dimeşk’e ya da İbn Cübeyr’in ifadesiyle “Cennetu’l-Meşrık”a (doğunun cenneti)(26) doğru ilerlerken yol boyu ilim için yapılan rıhleleri düşündüm. Çocuk yaşta yollara düşen, uzak mesafeleri çoğu zaman yaya olarak kat eden, yabancı diyarlarda hastalığın ve fakirliğin pençesinde acı çeken, rıza-i ilahiye gölge düşer endişesi ile çektiği ızdırabı kimselere hissettirmeyen,
“Aşıkım dersen, belây-ı aşktan âh eyleme
Ah edüp ağyârı, esrârından agah eyleme!”
sırrı üzere yaşayan, kendilerini korumaktan aciz kalsalar da üstadlarından dinlediklerini, okuduklarını paha biçilmez mücevherlerden daha kıymetli görüp itina ile muhafaza eden, kendilerini bekleyen insanlara Allah Resul’ünün hadislerini, müctehit imamların ictihatlarını götürüp rivayet eden o büyük alimleri düşündüm. Tabakât ve Terâcim kitaplarından “kafa arşivimde” kalan muazzam hayat öykülerini tezekkür ettim.

Dipnotlar:
(1): Buharî, İsti’zan 1; Müslim, Cennet, 12, Hz. Adem’e dinlemesi emredilen mesele Buharî’de’ “mâ yühayyûneke(selamlamalarını), Müslim’de ise “mâ yücîbûneke” (cevap vermelerini) şeklindedir.
(2): Buharî, İlim, 16.
(3): Buhârî, Menâkib, 11.
(4): Buhari, İlim, 19.
(5): Abdulfettah Ebû Ğudde, Sâfâhât min Sabri’l-Ulema, Beyrut, 1997, s. 44.
(6): Ahmed, Müsned, V, 923-4; Tercümede esas aldığımız rivayet ve benzerleri için bkz. Hatib el-Bağdadî, er-Rıhle fî Talebi’l-İlim, Beyrut, 2024, s. 50 vd.
(7) Tirmizî, İlim 20.
(8): Benzer rivayetler için bkz. el-Bağdadî, er-Rıhle, s. 17 vd.
(9): Muhammed Accâc el-Hatîb, es-Sünne Kable’t-Tedvîn, Beyrut, 20241, s. 119.
(10) Zehebî, Tezkiretu’l-Huffâz, I, 275; Takiyyudddin en-Nedvî, el-İmam el-Buhârî, Dımeşk, 1994, s. 29.
(11): Fuat Sezgin, Tarihu’t-Türasi’l-Arabî, I, 238; Ebû Ğudde, a.g.e., s. 60.
(12): Ebû Ğudde, a.g.e., s. 50.
(13): Ebû Ğudde, a.g.e., s. 240.
(14): el-Bağdadî, a.g.e., s. 55.
(15): Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) ile aralarındaki ravi sayısını düşürerek kendilerini Efendimiz’e daha yakın kılan isnada denir.
(16): Suyûtî, Tedrîbu’r-Râvî, s. 295; en-Nedvî, a.g.e., s. 34.
(17): Ebû Ğudde, a.g.e., s. 50.
(18): Ebû Ğudde, a.g.e., s. 76-8.
(19): en-Nedvî, a.g.e., s. 34. Benzer rivayet için bkz. el-Bağdadî, a.g.e., s. 26.
(20): en-Nedvî, a.g.e., s. 33.
(21): Muhammed Zahid Kevserî, Fıkhu Ehli’l-Irak ve Hadîsuhum, (Zeylai’nin Nasbu’r-Raye’si ile birlikte), Beyrut, 1996, I, 15-16.
(22): Lev lem teküni’r-rihle ledae’l-ilmu.
(23): en-Nedvî, a.g.e., s. 29.
(24): Hadis olduğu da rivayet edilen bu söz için bkz. Ahmed b. Muhammed el-Meydanî, Mecmau’l-Emsâl, Beyrut, 2202, III, 114.
(25): Biz de Şam deyince Dımeşk kastedilir. Gerçekte ise, Şam Dımeşk’ın dahil olduğu bölgenin adıdır.
(26): İbn Battuta, Tuhfetunnuzzar Fî Garaibi’l-Emsar ve Acaibi’l-Esfâr, Beyrut, 2024,I, 82.

]]>
http://inkisaf.net/sayi-10/islam-medeniyet-tarihinde-ilim-yolculuklari.aspx/feed
iMAM ZAHiD KEVSERÎ 2 http://inkisaf.net/sayi-10/muhammed-ebu-zehrenin-kaleminden-imam-zahid-kevseri.aspx http://inkisaf.net/sayi-10/muhammed-ebu-zehrenin-kaleminden-imam-zahid-kevseri.aspx#comments Tue, 26 May 2024 13:08:05 +0000 admin http://inkisaf.net/?p=1066 MUHAMMED EBÛ ZEHRE’NİN(1) KALEMİNDEN “İMAM ZAHİD KEVSERΔ (2)

Notlarla tercüme eden:
Halit İSTANBULLU
1

Bir yıldan daha uzun bir zaman önce İslam ümmeti, bu dünyanın bayağılığına düşmekten ruhlarını koruyan, müminlerin Rablerine ibadete meylettiği gibi ilme yönelen müçtehit alimlerinden birini kaybetti. Zira O, ilmin ibadetin bir nevi olduğunu, alimin de ilmiyle sadece Allah’ın rızasını kazanmayı istediğini, yeryüzünde yüce olmak, fesat çıkarmak, makamın gücünü kullanarak küstahlık yapmak gibi emeller gütmediğini, onunla dünyevi menfaatler de arzulamadığını, ancak Allah Azze ve Celle’yi razı etmek için, ilmiyle hakkı desteklemeyi amaçladığını biliyordu. İşte bu zat İmam Kevserî’dir. Mekanı cennet olsun. Allah ondan razı olsun ve Onu rahmetiyle hoşnut etsin.isnad-183
Yaşadığımız dönemde vefat eden alimlerin hiç birinin yerinin, Kevseri’nin ki gibi boş kaldığını zannetmiyorum. Çünkü O, ilmi geçim kaynağı ve herhangi bir gayeye ulaşmak için basamak addetmeyen, aksine onu en ulvi gayelerin sidre-i müntehası ve idrakin eriştiği en üst nokta olarak gören selef-i salihînin muasır temsilcisiydi. Zaten dinî ilimlerin ötesinde, ne müminin ulaşmayı hedeflediği bir gaye, ne de alimin varacağı bir makam vardır.
Kevserî “Alimler peygamberlerin varisleridir” hadis-i şerifinin şahsında gerçek olduğu bir alimdi. O, bu veraseti, kendisiyle iftihar edeceği ve insanlara karşı gururlanacağı bir şeref olarak görmüyordu. Onun nazarında bu veraset, İslam’ın daha da ötelere duyrulması, hakikatlerinin açıklanması, dinin özüne yönelik vehimlerin yok edilmesi, onun insanlara saf, parlak ve açık bir şekilde sunulması ve neticede insanların karanlıkta dinin ışığına yönelmelerini ve onun rehberliğinde yollarını bulmalarını temin eden bir cihattı. Bu veraset, alimden, peygamberler gibi cihad etme, onların ızdırap ve sıkıntılara sabrettikleri gibi sabretme, hak yola ve hidayete davet ettikleri kişilerden gelen sıkıntılarla yüzyüze geldiğinde onlar gibi mukavemet göstermeyi talep eder. Bu veraset, ancak onun sebeplerine yönelen, vazifesini bilip hakkıyla yerine getirenler için bir şereftir. İşte İmam Kevserî böyle bir alimdir.

Müceddit
Bu Büyük imam, ne yeni bir mezhep kurdu; ne de daha önce örneği olmayan bir davanın davetçiliğine soyundu. Günümüzde insanların yenilikçi diye isimlendirdikleri kişilerden biri olmadığı gibi, onlardan daima sakınmıştır. O, İslam’ın esaslarına ittiba (mütttebi’) eden bir alimdir. Asla bidatçi (mübtedi’) değildir. Buna rağmen diyorum ki: O “tecdit” kelimesinin gerçek anlamı ile “müceddit”lerden biridir. Çünkü “tecdit”, insanların bugün algıladığı gibi, kişinin dini esaslara olan bağlarından sıyrılması ve peygamber devrini reddetmesi değil, dine ihtişamını iade etmek, din ile ilişkilendirilen vehimleri yok etmek, onu insanlara, özündeki gibi saf, aslındaki gibi tertemiz açıklamaktır. O halde “tecdit” sünnetin yaşaması, bidatin yok olması ve insanlar arasında dinin dimdik ayakta durmasıdır.
İşte gerçek ve doğru anlamıyla “tecdit” budur. İmam Kevserî, peygamberin sünnetini ihya vazifesini ifa etmiş, tarihin dar geçitleri arasında saklı kalan sünnetle ilgili kitapları ortaya çıkarmış, ravilerinin metotlarını açıklamış, tedvin ettiği risaleler ve telif ettiği kitaplarla Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve selem) kavlî, fiilî ve takrîrî sünnetini insanlara arz etmiştir. Sonra sünnet üzerine çalışan, onu hakkıyla himaye eden geçmişteki alimlerin çalışmaları üzerinde yoğunlaşarak onların sünneti ihya etme amacına yönelik ameliyelerini derleyen eserlerini neşretmiştir. Onun çalışmalarıyla ruhlara din sevgisi aşılandı, kalpler fesattan korundu. Dünya, alimleri ahiretten alıkoyamadı. Onlar asla sultanların izinde gitmediler.

İlmi Derinliği
Kevserî, gerçek bir alimdi. Onun ilimdeki kudretini alimler de biliyordu, ne varki çok azı onun mücadelesini idrak edebilmişti. Onu ilk karşılaşmamızdan yıllar önce hakkın nurunu yayan makaleleri ve neşrettiği yazma eserler üzerine düştüğü notlarla tanıdım. Allah’a yemin olsun ki; yazma eserin beni büyülemesi, Kevserî’nin onun üzerine düştüğü notlar kadar olmazdı. Bazen yazma, küçük bir risale oluyor fakat Kevserî’nin notları onu kayda değer bir kitap formatına dönüştürüyordu. İfadelerinde, derin kavrayışı, meselelere vukufiyeti ve ufkunun genişliği göze çarpıyor, bütün bunları ibare güzelliği, anlam zerafeti, eleştiri gücü, hedefe isabet, düşünce ve yazıya hakimiyetiyle yapıyordu. Bu yüzden okuyucunun aklına onun yabancı olduğu, Arap olmadığı gelmezdi. Aşırı tevazuundan dolayı, kitap isimlerinin yanına Osmanlı Devleti zamanında üstlendiği resmi görevini de yazmazdı. Çünkü O, alimin şerefi, elde ettiği resmi görevi ile değil, ancak ilmi çalışmaları ile kazandığına yürekten inanıyordu. Bazı okurların, Onun anlamlarının inceliği, mukaddimenin parlaklığı, ve uslubun net olmasının yanında ibarenin kusursuz yapısı nedeniyle bir Türk yazar olduğu akıllarına gelmez, aksine Arap olduğunu, Arap olarak doğup büyüdüğünü, Arap olarak yaşadığını, sürekli Arap memleketlerinde kaldığını düşünürlerdi. Fakat bunda şaşılacak bir durum yoktu; çünkü O nesebi, yetişmesi, ve İstanbul’daki insani hayatı süresince Türk, ancak ilmi yaşamında Kur’an dili ile bütünleşen halis bir Arap’tı. Hep Arapça okuyor, parlak zihnini, Muhammedi Arabi nuru ile dolduruyordu. Bundan dolayı Arapçaya sonradan bulaşan bütün üsluplardan uzak, tertemiz bir dille yazıyor; fesahat noktasında hiç bir tartışmaya konu olmayan fasih ifadeleri seçiyordu. Bu Onun metin, nahiv ve belagat alanlarındaki dil kitaplarına vukufiyetinin ne kadar büyük olduğunu göstermektedir. Bütün bunların üstüne Arapça şiir yazıyor, şiirleri de hüsnü kabul görüyordu.isnad-19

İslam Ümmetinin Alimi
Kevserî’nin bazı özelliklerle temayüz etmesi, onu yüceltti ve İslam dünyasında örnek alınan bir alim konumuna getirdi. O, ilmin ticaretten daha çok itibar görmesini sağladı. Doğu ve batıya alimin vatanının bütün bir İslam coğrafyası olduğunu gösterdi. O, asla dinde bayağılığa razı olmaz, İslam’ı tahkir edene de müsamaha göstermezdi. Allah’tan ve hakikatten başka bir irade tanımaz, gerçeği söyleyemediği, İslam’ın esaslarının da yüceltilmediği bir yerde yaşamasının doğru olmadığına inanırdı. Velev ki orası yetiştiği, okuduğu, evlerinde büyüdüğü ülkesi olsun. Çünkü alim, maddesiyle değil ruhuyla; fâni arzularıyla değil, sonsuz hakikatlerle yaşar. Allah katında ve ahirette mümtaz bir kul olmak ona yeter. Dünyanın ve dünya ehlinin makamlarına gelince bunlar geçici birer gölge ve değişken birer engeldir.
Mücahit Bir Alim
Bu büyük alimin hayatına genel hatlarıyla baktığımızda, Onun ızdırap ve sıkıntılara karşı sabırlı, samimi ve mücahit bir alim olduğuna tanık oluruz. İslam ülkelerinde dolaşmış, belalarla karşılaşmış, yerleşip kaldığı her yerde nuru ve bilgiyi yaymıştır. Dolaştığı her yerde Onun tatlı ilim pınarından içen, yüreklerinde Onun samimi ve mümin ruhunu parıldatan öğrencileri olmuştur. İlmi olanca safvetiyle, ona gösteriş ve eğrilik bulaştırmadan arz etmiş, ömrü boyunca da insanların rızasına veya öfkelenmesine aldırmadan, daima hakkı söylemiştir.
Açıktır ki bütün bu güzel hasletler Onun damarlarında dolaşan kanda mevcuttu. Çünkü O, çocukluğundan itibaren cihadın içinde, gerçeğin kucağında idi. Ailesinde takva, cesaret, cihat için tahammül ve sabır vardı. O, küfre mukavemetin, kuvvetin, beden ve ruh güzelliğinin, düşünce selameti ve derinliğinin vatanı Kafkasya’dan gelme bir aileye mensuptu.
Babası Kafkasya’dan İstanbul’a göç etti. Kevserî, hidayetin ve hakkın hakim olduğu bir zamanda dünyaya geldi. Dini ilimler okudu. Yaklaşık yirmi sekiz yaşında pekiyi derece ile tahsilini noktaladı. Sonra tedris basamaklarında yükselerek, erken yaşta en üst mertebeye ulaştı. Bu esnada kendi arzularına göre hükmetmesi için dünya işlerini dinden ayırmak isteyenlerle sınandı, gençliğinin baharında, arzuların yavaş yavaş açıldığı, gençlik hırslarının hazır olduğu bir dönemde olmasına rağmen onları takip altına aldı. Fakat O, onların dünyasına karşı dini tercih etti. Çilesiz bir hayat yaşamaktansa, İslam’ın değerlerini savunmayı arzuladı. Hatta Allah’ın rızasının olduğu bir yerde oluşabilecek sürekli bir sıkıntıyı, insanların ve dünya işlerini idare edenlerin rızasını kazandıran refah içindeki bir hayata yeğledi. Çünkü Allah’ın rızasını kazanmak imanın en yüce mertebesidir.

İttihat ve Terakki Mağduru
Devlet yönetimini ellerinde tutan İttihat ve Terakki mensupları, dini öğretimin alanını daraltmak ve ders saatlerini azaltmak istediklerinde, onlara karşı cihad etti. Kevserî, bu azaltma ameliyesinde dini tedrisatın sınırlarının budanmasının amaçlandığını gördü. Çare aradı, plan hazırladı, değerlendirdi. Sonunda onların bu isteğine karşı irade beyan etti, onların kısalmasını istediği müddeti de uzattı. Çünkü bu sayede İslami ilimler öğrencisi, bu ilimlere vukûfiyet kesbetme, aldığı bilgileri hazmetme imkanı bulacaktı. Arap Dili öğrenen kişinin özellikle yabancı bir öğrenci olduğu düşünüldüğünde bu durum daha da açık anlaşılacaktır.

Kevserî yükselmek için makam sahiplerine sığınmayan, bir arzusuna ulaşmak ya da ne kadar yüce olursa olsun bir amacına varmak için de olsa güç sahiplerine müdahane yapmayan, her halinde şerefli, vakarlı bir alimdi. O, kişiyi yüksek makamlara ancak güvenilir yolların ve müstakîm usullerin ulaştırabileceğine inanırdı. Nitekim şerefli biri değerli bir amaca ancak ruhunu alçaltacak unsurlardan koruyarak varabilir. Çünkü kişiyi yüce bir şahsa ancak onun gibi olan unsurlar ulaştırabilir. Yeryüzünün muktedir insanlarına sırt dayamakla şeref elde edilmez. Zira kim onlara yaslanıp güvenirse Allah Teala katında değerli bir kul olamaz.

Ders Vekili
Kevserî İslami ilimleri tahsil yolunda büyük bir azimle çalıştı. Neticede Şeyhulislam Vekili oldu.(3) O, bulunduğu makamın hakkını takdir eden bir alimdi. Bu yüzden iktidar sahipleri ne kadar güçlü ve muktedir olursa olsun, maslahat gerekçesiyle onun rızası uğruna haddi aşmadı. Ulvi değerlere sadakat yolunda görevinden alınmayı kabul etti. -Çünkü hak yolda her şeyden el etek çekmek, batıla uyup yok olmaktan iyidir.-
Kevserî, Şeyhülislam vekilliğinden alındı; ancak başkanlığını yaptığı mecliste üye olarak görevine devam etti. Unvan kaybının sebebi onurlu duruşu olduğundan başkanlığını yaptığı mecliste üye sıfatıyla görev yapmaktan rahatsız olmadı. Zira büyük ruhluluk kişinin amir ya da memur olarak çalışmasına engel değildir. İzzetin kaynağı da onu mübarek kılan da Allah Azze ve Celle’dir.
Hicret
Şerefli, iffet sahibi, müttaki alim, tahammülü güç belalarla sınanır. Bunun tezahürü olarak O, izzetin medarı, müslümanların umudu, İslam’ın en büyük yurdu aziz vatanını ilhadın kararttığını ardından da bu dinin vakarından rahatsız olanların orada hüküm ferma olduklarını, dinine mütemessik müslümanların konumunun elinde kor ateş tutana benzediğini görür. Kendisinin de her türlü işkencenin hedefi olduğunu, bir kurtuluş yolu bulamadığı takdirde hapishanelerin dehlizlerine savrulacağını, hasılı ilimle arasına engel konacağını fark eder.
İşte bu durumda İmam önünde üç seçenek bulur: Ya; eli kolu bağlı bir esir olarak hapishanelerde kalacak böylece ilmi yok olup gidecek ki bu, ders vermeye, halkı aydınlatma ve delilleriyle insanlara öğretmek üzere dinin gizli hazinelerini bulup çıkarmaya alışmış bir alim için çok ağır bir durumdur; ya da, dalkavukluk, yağcılık, yardakçılık yapacak pek çok sıkıntı çekecek belki de başını verecek. Yahut da Allah’ın arzında hicret edecek. İşte bu noktada şu ayeti düşündü: “Allah’ın arzı geniş değil miydi, orada hicret etseydiniz ya!” (Nisâ: 97).

Mısır
Mısır’a hicret etti(4) , oradan Şam’a geçti, sonra tekrar Kahire’ye döndü, ikinci kez Şam’a gitti, nihayet Kahire’ye yerleşerek şehirler arası seyahatini noktaladı. Hem Şam seyahatinde hem de Kahire’de ki ikameti esnasında talebeleri için bir nurdu. Dar ya da geniş olan evi okul talebelerinin değil gerçek anlamda ilim taliplerinin sığındığı bir yerdi. Onun yanında bu öğrenciler, kitaplardan bilgi kaynaklarına ulaştılar. İlim pazarı oldukça işlekti; alimlerin yürekleri İslami ilimlerle inşa edilmekteydi. Kevserî kapalı ifadeleri açarak, ilminin bereketini ve tefekkürünün hasılasını sunarak bu araştırmacıların zihinlerini ilim çarşısına yönlendirmekteydi.

Mısır’da Bir Hazine
Bu satırların yazarı, hocayla ancak vefatından iki yıl kadar önce görüşebildi. Fakat Onunla ruhi tanışmamız yıllar öncesine, makalelerini, tahric ettiği yazma eserler üzerine düştüğü notlarını ve telif ettiği kitaplarını okuduğum zamanlara uzanır. Doğrusu benim bu büyük alimin gönlünde, Onun benim gönlümdeki yerine benzer bir yerimin olduğunu tahmin bile edemezdim. Ne zaman ki, “Husnu’t-Tekadî fî Sîreti’l-İmam Ebû Yûsuf el-Kâdî” adlı eserini okudum ve orada gördüm ki, Allah razı olsun, Ebû Yûsuf’a nisbet edilen çözümler bölümünde, bana yer vermiş, güzel sözlerle bahsetme lütfunda bulunmuş. Şehadet ederim ki büyük zatlardan, alimlerden övgüler aldım, fakat hiçbir zaman bu allamenin övgüsünden duyduğum kadar onur duymadım. Çünkü ilmi bir madalya olan bu övgü, ilmî madalyalar vermeye ehliyeti olan bir büyük alimin ihsanıydı.
Onunla karşılaşmak için gayret ediyor fakat adresini bilmiyordum. Bir gün el-Ataba el-Hadra meydanında yürürken muhterem, vakarlı, yaşlı bir adam gördüm. Ağaran saçları bedeninden fışkıran hakikat nuru gibiydi. Suriye’li öğrenciler çevresini sarmış; üzerinde de Türk alimlere mahsus elbise vardı. Bir an içimde Onun arayıp da bulamadığım Kevserî olduğu hissi uyandı. Öğrenciler ayrılınca hemen birisine; “Bu şeyh kimdir?” diye sordum. “Şeyh Kevserî” dedi. Hemen adresini almak için koşup huzuruna vardım, kendimi tanıttım; anladım ki onda da bendeki gibi görüşme arzusu varmış. İleriki bir tarihte Onu ziyaret ettim, gördüm ki o, eserlerinde ve araştırmalarında tanıdığım Kevserî’nin de üzerinde bir alimdi. O Mısır’da bir hazinedir.
Burada, İmam Kevserî’nin hayatından ancak çok az kişinin vakıf olduğu bazı sayfaları/devreleri gün ışığına çıkarmak istiyorum. Bununla, Ondan herkesin faydalanmasını ve onun tatlı menbaına ilim talebelerinin ulaşma imkanı bulup, bereketli kaynağına konup istifade etmelerini arzu ediyorum. Kahire Üniversitesi Hukuk Fakültesi meclisine Şeriat bölümü, şu öneriyi sundu: Fakültenin lisansüstü öğretim yapılan bölümlerinden Şeriat kısmında ders vermek üzere Üstat Kevserî görevlendirilsin. Meclisin değerli üyeleri, Kevserî’nin İslami ilimlerdeki derinliğini ve büyük ilmi çalışmalarını bildiklerinden öneriyi kabul ettiler.
Hadisenin akabinde dönemin Şeriat bölüm başkanı ile birlikte yanına gittik(5) , fakat kendisinin ve eşinin hastalığı, bir de görme zayıflığı gerekçesiyle özür beyan ederek görevi kabul etmekten istinkafı ve bu noktadaki ısrarı bizim için beklenmedik bir tavır oldu. Biz teklifimizde ısrar ettikçe O da mazeretini beyan etmeyi sürdürdü. Teklifimiz kabul görmeyince son olarak kendisine, beklediğimiz ve temenni ettiğimiz bu ilmi yardımlaşma konusunu tekrar gözden geçirmesini rica ettik. İlerleyen zamanlarda tekrar bir daha ziyaretine gittim, ricada bulunup ısrarla ders okutmayı kabul etmesini istedim. Bu kez benimle daha açık konuştu: “Şeyh Muhammed… Muhakkak ki orası ciddi bir ilim merkezidir, derslerimi istediğim gibi verebilmem için güçlü bir bünyeye sahip olmayı arzu ederim, yaşlı ve rahatsız olmamın yanında, hayatta benden başka tutar dalı olmayan eşimin hastalığı, … işte bütün bunlar bu görevi gönül rızasıyla yapmama imkan vermiyor.”

Bir Sabır, Bir Şükür, Bir Hamd Abidesi
Bu büyük alimin huzurundan ayrılırken kendi kendime şöyle diyordum: Bu insan bedeninde ne yüce bir ruh tutsakmış! İşte bu, Kevseri’dir.
Çeşitli sıkıntılarla sınanan fakat hiç yıkılmayan bu büyük şahsiyet sevdiklerini kaybetmekle de imtihan edildi. Hayatta iken çocukları vefat etti. Ölüm onları tek tek alıp götürdü(6). Her ölen yavruyla bir acı, acılarla yürekte beliren yaralar, ve kalbi kuşatan hüzün bulutları… O bütün bunlara bir ilmin gücüyle, bir de Hz. Yakub’un şu sözünü tekrar ederek dayandı: “Artık bana düşen güzel bir sabırdır, yardım istenilecek de ancak Allah’tır.”(Yûsuf: 18) Fakat sürurda ve ızdırapta hayat arkadaşı ya da peşi sıra gelen onca acıdan sonra dünya dertlerinin ortağı hanımı sabretmeye çalışıyor, zor tahammül ediyordu. Kevserî hanımını teselli etmeye, bizzat kendisi de tedaviye muhtaç olmasına rağmen Onun yaralarını sarmaya çalışıyordu.
Kevserî, tıpkı sıddıklar gibi, bir sabır, bir şükür ve bir hamd abidesi olarak (1952 yılında Kahire’de) Rabbine yürüdü. (Radiyallahu anhu ve erdahu)

Dipnotlar:

(1): Fıkıh başta olmak üzere, tefsir, hadis, akaid-kelam, mezhepler tarihi alanında çok sayıda eser kaleme alan Ebû Zehre 1974 yılında Mısır’da vefat etmiştir.
(2): Makalenin ilk paragrafından da anlaşıldığı gibi bu yazı İmam Kevserî’nin (1952) vefatından yaklaşık bir yıl sonra “el-İmâmu’l-Kevserî” başlığıyla kaleme alınmış, İhkâku’l-Hakk, Kahire, 1998, s. 3-10; Makâlât, Kahire, ty., 13-19; Mukaddimât, Beyrut, 1997, s. 11-17 başta olmak üzere Kevserî’nin diğer bazı eserleri ile birlikte basılmıştır.
(3): Sultan II. Bâyezîd, Bâyezîd medresesini inşa edince şeyhulislamın burada ders vermesini emreder. Zamanla şeyhulislamların meşguliyet alanı genişleyip bu vazifeyi ifa edemez konuma gelince medresede kendileri adına ders vermek üzere “ders vekilli” ünvanıyla naib tayin ederler. İlim, alim ve medrese ile alakalı konular da uhdesinde olan “ders vekili” günümüzdeki Ezher şeyhine mukabil bir makamı haizdi. Bkz. Hayri, el-İmamu’l-Kevserî, Kahire, 1999, s. 15-16.
(4): Kevserî bazı dostlarından tutuklanacağı yönünde tertip hazırlandığını öğrenince ailesiyle dahi görüşemeden 1922 yılında deniz yoluyla İstanbul’dan ayrılmak zorunda kalmıştır. Bkz. Hayrî, a.g.e., s. 8, 18.
(5): Ebû Zehre Ali el-Hafîf ile birlikte bu teklifi Kevserî’ye götürdüklerinde, O dünya hayatının son yılı içersindeydi. Bu durum teklifleri geri çevirmesine neden olan mazeretinin haklılığını göstermesi açısından önemlidir. Bkz. a.g.e., s. 8, 26.
(6): Kevserî’nin bir erkek üç kız olmak üzere dört çocuğu vardı. Erkek evladı ve bir kızı İstanbul’da, diğerleri ise Mısır’da vefat etmiştir. Bkz. Hayrî, a.g.e., s. 10.

]]>
http://inkisaf.net/sayi-10/muhammed-ebu-zehrenin-kaleminden-imam-zahid-kevseri.aspx/feed
İLMİN MUHAFIZI: iSNAD http://inkisaf.net/sayi-10/sahih-bilginin-muhafizi-isnad.aspx http://inkisaf.net/sayi-10/sahih-bilginin-muhafizi-isnad.aspx#comments Tue, 26 May 2024 12:32:03 +0000 admin http://inkisaf.net/?p=1060 Erdal ERKAN4

Ulema hem sahih bilginin nesiller boyu intikalini sağlamak, hem de insanların din adına diledikleri gibi konuşmalarının önüne geçmek için koruyucu usuller geliştirip uygulamıştır. Bu usuller İslamî bilginin safiyetini muhafaza ettiği gibi çeşitli nedenlerden kaynaklanan ihtilafların çözümlenmesinde de hakem rolü üstlenmişlerdir. Bunlar içerisinde inşası itibariyle müslümanlara ait olan ve İslam’ın erken yıllarından itibaren uygulanan “isnad” sistemi önemli bir yeri haizdir.
Peygamberlere karşı mücadele edenler, muvaffak olamayacaklarını anladıklarında suretâ müslüman olup, derin düşmanlıklarını münafık kimlikleriyle sürdürmüşlerdir. İslam’a inanmadıkları halde müslümanların içine şüphe düşürmek için günün başlangıcında inanan, sonunda inkâr eden(1) rolünü üstlenmişlerdir.
İdeolojik saplantı içerisinde olan insanlar isnad sistemin yokluğundan istifade ederek kendi yorumlarını Allah’a ya da peygamberlere dayandırarak kutsallaştırmışlardır. Bu durum zaman içerisinde önceki ümmetlerin kitapları gibi peygamberlerine ait sözlerin de zayi olmasına ya da batıl görüşlere karışıp değerini yitirmesine sebep olmuştur.isnad-1
Kur’an-ı Kerim’e karşı da aynı yöntemi uygulamak isteyenler, “Korunan Kitap” karşısında başarısız olunca ayetleri te’vil ederek ve hadis uydurarak planlarını uygulamak istemişlerdir. Fakat isnad sistemi doğru ile yanlışın sentez yapılmasına engel olduğu gibi kaos ortamında üretilen anarşist bilgiye de meşruiyet imkanı vermemiştir.
“Kâle Rasulullâh” (Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdu ki) diye hadis rivayet eden sahabe (radiyallahu anhum) ile şifahi olarak başlayan isnad, tedvin faaliyetleri ile birlikte sadırlardan satırlara aktarılmış ve böylece ilmin nesiller boyu intikalinde görev alan adil ve zabit raviler menkul bilginin güvenilir olmasını sağlayan unsur olarak temayüz etmiştir.
İsnad sisteminin mevcut yapısı içerisinde diledikleri hadisleri zayıf ya da mevzu olarak gösteremeyeceklerini anlayan bazı modernist müslümanlar “metin tenkidi” başlığı altında İslam’ın müteal değerlerini beşeri formlarda anlamlandırma ameliyesi içine girmişlerdir. Muhaddislerin hadis-i şeriflerin sahihlerini zayıflarından ayırma usulü olarak kullandıkları “metin tenkidi” günümüzde Batılılar’ın, özellikle Kitab-ı Mukaddes bağlamında geliştirdikleri yöntemle daha çok uyuşmaktadır. Ellerinde bulunan dini metinlerin beşer müdahalesine maruz kaldığı, hatta beşer eliyle oluşturulduğu gerçeği üzerine ibtina eden Batı tarzı “metin tenkidi” yöntemi en hafif bir değerlendirme ile isnad sisteminin koruma altına aldığı sahih hadisleri aşma amacına hizmet etmektedir.

İki Rükün
Ma’kulât ve menkulât olmak üzere iki rükün üzerine ibtina eden dinin en mühim rüknü şüphesizki menkulâttır. Menkulâtı temelinden sarsmak isteyenler isnad sisteminin İslam’ın ilk yıllarında olmadığını dolayısıyla isnadın “kadim metinlere” onları inandırıcı kılmak için sonradan eklendiğini iddia etmektedirler. Böylece bir çok haberin zayıf hatta asılsız olduğunu, dolayısıyla da onlardan hareketle yapılan ictihatların da mesnetsiz addedileceğini iddia etmişlerdir.

İSNAD
Hadis, sened ve metin olmak üzere iki ana unsurdan oluşur. Metnin kimler aracılığı ile ulaştığının belgesi mahiyetinde olan sened, birinin diğerinden alması ve nakletmesi şartıyla hadisi rivayet eden şahısların Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’ne kadar sıralanmasıdır. “Falan filandan, o da filandan rivayet etti.” şeklinde düzenli olarak ravilerin isimlerini vermeye ise isnad denir. Zamanla sened ve isnad birbirinin yerinde kullanılmıştır.
Hadisin metnine ulaşma yolu olan isnad, Nebevî bir hadis de olduğu gibi sahabe ya da tabiûn sözünü rivayet için de kullanılmıştır.
İsnadı dinden kabul eden ulema, Efendimiz’e bir ravî daha yakın olup senedi “alî” kılabilmek için aylarca süren seyahatlere çıkmıştır. Ahmed b. Hanbel “Âlî isnad”ın seleften tevarüs eden bir sünnet olduğunu söylerken, ölüm döşeğindeki Yahya b. Maîn’e ne arzuladığı sorulduğunda “boş bir ev ve alî isnad” şeklinde cevap vermiştir.(2)

İsnadın Önemi
“Bana Kur’an ve onunla birlikte benzeri verildi.” hadisinin de işaret ettiği gibi İslam’ın ikinci ana kaynağı olan hadisi şerifleri senedle rivayet etmek özellikle fitnenin ve tartışmaların baş gösterdiği yıllardan itibaren önem kazanmıştır.
İsnad, alimlere hadisin Allah Resulü’ne ait olup olmadığını kontrol edebilme imkanı vermiştir. Eğer isnad olmasaydı sahih hadis ya da haberleri uydurma rivayetlerden ayırmak imkansız olurdu. Bu yüzden isnad “medâr-ı ilmi hadis” (hadis ilminin esası) olarak kabul edilmiştir.
Hadisleri dinden kabul eden ulema onları kimden aldığına bakmış, bu noktada son derece seçici davranmıştır. Hassasiyetin boyutunu göstermesi açısından ayrıca önem arz eden İmam Malik’in konu ile alakalı ifadesi şu şekildedir: “Bu hadis ilmi dindir. Dininizi kimlerden aldığınıza dikkat ediniz. Şu direklerin dibinde “Kâle Resulullah (Allah Resulü ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ buyurdu ki) diyen yetmiş zata mülaki oldum ki herhangi birine ‘Beytü’l-Mal’i teslim etseniz onu emîn sayabilirsiniz. Böyle iken onların hiçbirinden hadis almadım. Çünkü bu işin ehli değillerdi. Sonra memleketimize İbn Şihâb ez-Zührî gelince hepimiz kapısına koşup içtima olurduk.(3)”
İbrahim en-Nehaî muasırı olan alimlerin ilim aldıkları kişinin namaz kılması yanında haline ve tavrına da baktıklarını söylemektedir.(4)
Ulema dini anlamak ve Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’ne en yakın olanların Efendimiz’den yaptıkları rivayetle dinin esaslarını tefsir edebilmek için hadisin yanı sıra sahabe sözünü de esas kabul etmiş, güvenirliğini temin edebilmek için onu da senedle nakletmiştir. Sahabeyi en iyi bilenler olmaları hasebiyle tabiun ve onların tabilerinin sözlerini de aynı maksatla senedle birlikte rivayet etmişlerdir.
Ulema zamanla isnad halkasını genişletip, isnadı rivayet yoluyla gelen bütün disiplinlere uygulamıştır. Bir ayetin tefsiri, hadisin şerhi yanında edebiyat, fıkıh, usul, kelam gibi ilimlere ait ifadeleri de senedle rivayet etmiştir. Daha da ileri giderek ahmaklar ve gafiller; zekiler ve meşhurlar ile ilgili eğlendirici ve güldürücü haberleri de senedle nakletmiştir. Nitekim Hatib el-Bağdadî’nin “Kitabu’l-Buhalâ”sı, Ebu’l-Ferec b. el-Cevziyye’nin “Ahbâru’l-Ezkiyâ”sı gibi eserler bu usul esas alınarak telif edilmişlerdir.
Ulema isnadı, nakle dayalı ilimlerin kabul ya da reddi için ölçü olarak gördüğünden ilmi açıdan hiçbir kıymeti haiz olmayan akıl hastasının basit bir sözü için dahi iki üç satırlık sened yazmaktan imtina etmemiştir.
Ulema rivayete dayalı bir malumatın önemli önemsiz; kısa uzun olmasına bakmaksızın onu ancak senedle kabul etmiştir. Temel İslamî ilimlerle alakalı olmayan rivayet merkezli kitaplarda metinden daha uzun sened yer almasının arkaplanında bu hassasiyet vardır.
Rivayet tefsirlerinde bazen bir kelimenin izahı için her biri birkaç satırdan oluşan dört beş tane sened nakledilmiştir. İbn Cerîr et-Taberî Bakara Suresi’nin 36. ayetinde geçen “Hîn” kelimesinin anlamı ile alakalı 4 ayrı isnad zikretmektedir.(6)

Ulemaya Göre İsnad

Abdullah b. Mübarek “Bana göre isnad dindendir. Eğer isnad olmasaydı dileyen dilediği gibi konuşurdu. Fakat raviye ‘bunu sana kim rivayet etti?’ diye sorulduğunda susmak zorunda kalır.(7)”

İsnad sahih bilginin teselsülen intikalini temin eder. Dinden olmayanın dine girmesine engel olur. Bu yüzdendir ki İbn Mubarek isnadın dindeki yerini tesbit ederken: “Eğer isnad olmasaydı din elden giderdi.(8)” demektedir. Süfyan es-Sevrî de: “İsnad müminin silahıdır. Yanında silahı olmazsa ne ile savaşır?!(9)”
Ehl-i Sünnet dışı fırkaların etkinliklerini yitirmelerinde de isnadın önemli bir rolü olmuş, batıl te’villeri desteklemek için uydurulan hadislerin mevzu oldukları isnad yardımıyla ortaya konabilmiştir. Hadisenin bu boyutuna dikkat çeken İbn Mübarek, Ehl-i sünnetle bidatçilerin arasını isnadın ayırdığını söylemektedir.(10)

İslam Ümmeti ve İsnad
Allah Teala Müslümanları isnad sistemini ilk uygulayan millet olmaları özelliğiyle teşrif etmiş, yüceltmiştir. Müslümanlar isnadla sahih bilgiyi zayıftan ayırmış, menkulâtın kıymetini isnadla takdir etmişlerdir. İmam Şafii isnadsız hadis öğrenen kişiyi gece karanlığında odun toplayan, yaptığı odun demeti içerisinde haberi olmadan yılan taşıyan adama benzetmiştir.(11)
Hadis mecmuları Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’ne ulaşan rivayet zincirleri ile dolu iken(12) , Ehl-i Kitab’ın peygamberlerinden rivayet ettiği metinler içerisinde onlara kadar ulaşan sahih isnad yoktur. Onlar, isnadda peygamberlerinin ashabına ulaşamadıkları gibi ashabın tabilerine de ulaşamamışlardır. Ulaştıkları en yakın iki isim Şemun ve Pavlos’tur. Bu yüzden kendi medeni birikimlerini esas alarak ellerindeki muharref kitapları tashih etmeleri ya da gelenek içerisinde yeniden var olmaları mümkün olmamıştır.
Müslüman alimler dışında peygamberlerinin mirasını sahih bir şekilde koruyup sonraki kuşaklara aktaran başka bir ümmetin olmaması isnadın vahyin tahrif edilmesini önlemede ne derece büyük bir yeri haiz olduğunu göstermektedir.

Teracim Kitapları
Ulema, isnadda yer alan ravileri her açıdan inceleyen nakdu’r-rical (cerh ve ta’dil), tabakât, tarihu’r-ruvât, esmau’-ricâl, tezkire, el-esmâ ve’l-künâ gibi isimlerle bilinen ricâl (hadisle ilgili kişiler) kitaplar kaleme almıştır. Bunlardan bir kısmı İbn Esir’in “Usdu’l-Ğabe”si, İbn Hacer’in “el-İsabe fî Ma’rifeti’s-Sahabe”si gibi sahabi ravileri, el-Makdisî’nin (ö. 507/1113) “el-Cem’u Beyne Ricali’s-Sahihayn”ı gibi Buharî ve Müslim ricalini, İbn Hacer’in “Tehzibu’t-Tehzib”i gibi Kütüb-i Sitte ricalini, Muhammed b. Ahmed el-Bustî’nin (ö. 354/965) “Kitabu’s-Sikât”ı gibi sika (güvenilir) ravileri, ez-Zehebî’nin “el-Muğnî fi’z-Zuafâ”sı gibi farklı nedenlerden dolayı cerhedilen ve bu yüzden zayıf kabul edilen ravileri ihtiva etmektedir. Ulema bunlardan başka sadece ravilerin vefat tarihlerini içeren Vefayât adı altında da bir literatür oluşturmuştur. Böylece isnadda yer alan sika ya da mecruh ravileri doğru ve yanlışlarıyla ilmî araştırma yapacak kişilerin önüne koymuşlardır.
Bu kitapların pek çoğunda vefat tarihlerinin zikredilmesi araştırmacıya raviler arası irtibatı tesbit etmede önemli kolaylık sağlamaktadır. Hafs b. Ğıyas şöyle demektedir: “Bir şeyhi itham ettiğinizde onun yaşadığı yılları hesaplayın. Böylece yaşadığı yılların hadis rivayet ettiği kişinin ömrüne tekabül edip etmediğini ölçersiniz.(13)” Vefayât literatürü de ravilerin imamlarla karşılaşıp onlardan hadis dinleyip dinlemediklerini dolayısıyla da doğru söyleyip söylemediklerini kontrol imkanı vermektedir.

İsnaddaki Müşkiller
İsnadın muttasıl ya da munkatı olmasına göre ayrı ıstılahlar geliştiren ulema, isnaddaki bir illeti çözmek için mahallî imkanlar yeterli olmayınca kilometrelerce yol kat etmekten imtina etmemiştir.
Muhaddisler hadisteki müphem bir noktayı aydınlatmak için yoğun gayret sarf etmiş, müşkil bir hususu on yıl kadar zihinlerinde ilk günün canlılığıyla korumuşlardır. “Lükata”nın duyurulması ile ilgili Buharî’de geçen hadis-i şerif(14)  ravilerin bu noktadaki hassasiyeti ile alakalı bilgi vermektedir: Buhari’deki şekliyle Şu’be’nin Seleme’den, Onun Süveyd’den, Onun da Übeyy b. Ka’b’tan rivayet ettiği yüz dinar kıssasını Süveyd, İbn Ka’b’dan işitir ve Seleme’ye rivayet eder. Seleme’de Şu’be’ye bu parayı bulanın onu üç yıl ilan etmekle emr olunduğunu nakleder. Aradan on yıl kadar bir zaman geçtikten sonra Seleme ile Şu’be Mekke’de karşılaşır. Seleme Şu’be’ye: “Sana rivayet ettiğim kıssanın duyurma zamanıyla alakalı kısmını Süveyd’ten üç yıl mı yoksa bir mi olarak işittiğimi tam olarak bilemiyorum.” şeklinde tereddüdünü izhar eder.(15)
Bu ve benzeri hassasiyetler daha sonra kayda geçen isnadın şüpheye ihtimal vermeyecek ilmi bir ciddiyet içerisinde nasıl korunduğu ile alakalı önemli ip uçları vermektedir.

Rivayet Hassasiyeti
Alimler rivayetlerin yok olmasından endişe duydukları ve sonraki kuşakların onlara vâkıf olmalarını arzuladıklarından kendilerine ulaşan sahih zayıf, makbul, merdud her rivayeti nakletmişlerdir. Metinle birlikte isnadı da zikrederek, en az metin kadar isnad üzerinde de durmuşlardır. Zamanla kesbettikleri meleke sayesinde rivayet edilen hadisin muttasıl mı yoksa munkatı mı olduğunu anlayacak bir konuma gelmişlerdir.
İlerleyen yıllarda rivayetlerin sıhhat ya da zafiyetinin ölçüsü ile alakalı kitaplar telif edilip sabit kriterler belirlenmiştir. Sonraki dönem alimleri şifahî olarak uygulanan cerh-ta’dil sistemini kitabî esaslar çerçevesinde devam ettirmiştir.isnad-2

Büyük Alimlerin Eserlerindeki Zayıf Hadisler
Allah Teala her makam için bir söz, her fen için hususi alimler takdir etmiştir. (16)  Farklı özellikleriyle temayüz eden her bir alime başkalarında bulunmayacak üstünlükler vermiştir. Muhaddislere metni bütün yönleriyle anlamadan, esrara vakıf olmadan hadis ezberleyip rivayet etme melekesi, fukahaya da hadis rivayetinde muhaddis kadar mahir olmadan fıkhî meseleleri tesbit etme yeteneği vermiştir. Bu yüzden her birini kendi varlık alanında değerlendirmek gerekir.(17)
Fukahanın senedsiz olarak rivayet ettiği hadisler ancak muhaddislerin tahkikiyle kabul edilir. Fakahetiyle maruf olmayan muhaddislerin sözleri de muteber addedilmez.
Büyük alimler “ilmi kudretlerine rağmen neden eserlerine zayıf hadis aldılar?”, “neden onları sened tenkidine tabi tutmadılar?”, şeklinde günümüzde çokça sorulan sorular yukarıdaki satırlar çerçevesinde cevaplanmalıdır.(18)  Onlar -mevcut vazife taksimi gereği- hadis olduğunu zannettikleri rivayetleri eserlerine almış, sened tenkitlerini ise muhaddislere havale etmişlerdir. Çünkü haberlerin rivayet keyfiyetini ayrıntılı bir şekilde incelemek muhaddislerin vazifesidir.
Ayrıca büyük alimlerin eserlerindeki zayıf hadisler terğib-terhib, siyer gibi helal-haram disiplini dışında kalan mevzularla sınırlıdır. Bu hususta Ahmed b. Hanbel başta olmak üzere bir çok müçtehit şöyle demektedir: “Helal-haram mevzuunda hadis rivayet ederken tavizsiz, fezail-i a’mal ve benzeri hususlarda ise mütesahil olduk.(19)”
Ali el-Karî de: “Günlerin en faziletlisi Arefe’dir. Arefe Cuma gününe tekabül ederse yetmiş hacdan daha faziletlidir.” anlamına gelen hadisi rivayet ettikten sonra “bu hadisin zayıf olması maksada zarar vermez. Çünkü zayıf hadis fezail-i a’malde muteberdir.” demektedir.
Ebeveyn-i Resul’ün diriltilmesi ile alakalı hadis de zayıf olmasına rağmen Suyutî, bunun rivayetinde tesahül caiz olan zayıf hadis kapsamına girdiğini bu yüzden onunla fetva verdiğini söylemektedir.(20)
Ulema zayıf hadis helal haram ya da akidevî hususlarla alakalı olması durumunda ise tesâhüle yanaşmamış aksine son derece titiz davranmıştır.(21)
Rivayetlerin bu yönünü gözardı edip İbn Cerîr et-Taberî gibi bazı alimlerin telifatını “hurafeler mecmuası” gibi ölçüsüz ithamlarla mahkum etme ameliyesi ilmi esaslara aykırıdır. Konunun farklılığına dikkat çeken Muhammed Zahid Kevserî şöyle demektedir: “İbn Cerîr’in rivayetinin değeri senedinin kıymetiyle aynıdır.(22)” Ebû Ğudde’ye göre Kevserî’nin bu ifadesi rivayete dayalı bütün eserler için geçerlidir. Senedi sahih olmayan hiçbir büyük imamın haberi kabul edilemeyeceği gibi isnadı sahih olan bir alimin rivayeti de reddedilemez.(23)

Öğrenci Muhaddis Münasebetine Dair Notlar
Ulema isnaddaki titizliği, ilmi emanet edecekleri haleflerinin yetişmelerinde de göstermiştir. Ders esnasında kimin, nasıl hadis dinlediğini, hangi öğrencilerin derse iştirak ettiğini, dersin kaç oturum sürdüğünü kayıt altına almıştır. Beyhaki’nin “es-Sünenu’l-Kübrâ”sının on ciltlik Haydarâbâd baskısında konu ile alakalı ilginç ayrıntılar vardır. İbn Salah’ın 757 mecliste tamamlanan takririyle ayrı bir değer kazanan es-Sünen’in sekizinci cildini Melik Eşref tarafından Dımaşk’ta inşa edilen Daru’l-Hadîsi’l-Eşrefiyye’de Ondan 90 mecliste tam 93 muhaddis dinlemiştir.
Eserde, ilim taliplerinin İbn Salah’tan sekizinci cildi dinlemelerinin kaç meclis devam ettiği, öğrencilerin nerelerde oturduğu, talebelerden hangilerinin kesintisiz derse iştirak ettiği, kimlerin dersi aksattığı, kimin bazı celselerde uyku ya da şekerleme yaparak dersi dinlediği, kimin konuştuğu, ya da bu süreçte rivayetleri yazdığı gibi hususlar belirtilmektedir.(24)
Bu tür vasıf ya da durumların kaydedilmesi derse atfedilen önemin yanında yeni yetişen muhaddislerin güvenilirliği ile alakalı önemli ayrıntılar da vermektedir.

Dipnotlar:
(1): Âl-i İmrân(3): 72.
(2): Ebû Amr Osman b. Abdirrahman İbn Salah, Mukaddimet-u İbn Salâh, Beyrut, 2024, 151.
(3): Ahmed Naim, Sahîh-i Buharî Muhtasarı ve Tecrîd-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, Ankara, 1979, I, 72.
(4): Ebû Gudde, Lemahât, Dip not: 3, s. 140.
(5): Abdulfettâh Ebû Gudde, Safhatun Müşrigatun min Tarîh-i Semai’l-Hadîs-i inde’l-Muhaddisîn, (el-İsnâd-u mine’d-Dîn ile birlikte), Haleb, 1992, s. 95.
(6): Muhammed İbn Cerîr et-Taberî, Camiu’l-Beyân, Beyrut, 2024, I, 279-280.
(7): Nurettin Itr, Menhecu’n-Nakd fî Ulûmi’l-Hadis, Beyrut, 1997, s. 344; Hatib el-Bağdadî, Tarih-u Medineti’s-Selam, Bağdad, VI, 166.
(8): Itr, a.g.e., s. 345.
(9): Itr, a.g.e., s. 344; Ebû Gudde, Safhatun Müşrigatun, s. 95.
(10): Ebû Gudde, Lemahât, s. 142.
(11: Muhammed Abdulhayy el-Leknevî, el-Ecvibetü’l-Fadile, Beyrut, 2024, s. 22.
(12): Her nekadar bazı hadis mecmualarında aslı olmayan rivayetler olsa da ulema isnad sisteminin yardımıyla sahihleri zayıflardan ayırt etmişlerdir.
(13): Ebû Gudde, Lemahât, s. 143.
(14): Buharî, Lukata, 1.
(15): Kamil Miras, a.g.e., VII, 342.
(16): İnnellahe ceale likülli mekamin mekalen ve likülli fennin ricalen , el-Leknevî, a.g.e., s. 31.
(17): el-Leknevî, a.g.e., s. 31.
(18):Ulema mevzu olduğunu bildiği hiçbir hadisi rivayet etmemiştir.
(19): el-Leknevî, a.g.e., s. 36.
(20): el-Leknevî, a.g.e., s. 39.
(21): el-Leknevî, a.g.e., s. 40.
(22): Ebû Gudde, Safhatun Müşrigatun, s. 97.
(23): Ebû Gudde, Safhatun Müşrigatun, s. 97.
(24): Ebû Gudde, Safhatun Müşrigatun, s. 113 vd.

]]>
http://inkisaf.net/sayi-10/sahih-bilginin-muhafizi-isnad.aspx/feed
ÇAĞDAŞ SELEFİLİK VE KUTLU DOĞUM http://inkisaf.net/sayi-10/cagdas-selefilik-ve-kutlu-dogum.aspx http://inkisaf.net/sayi-10/cagdas-selefilik-ve-kutlu-dogum.aspx#comments Tue, 26 May 2024 12:06:30 +0000 admin http://inkisaf.net/?p=1050 Necip ALEMDAR21
Asırlardır müslümanlar rebiu’l-evvel ayında Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün mevlidini ihya eder. Bu çerçevede Kur’an-ı Kerim, naat-şiir okur, oruç tutar, tasliyede bulunur; mali durumu yerinde olanlar, eşraf ve fukara ayırımı gözetmeden ziyafet verir, hediye dağıtır.
Karşıt olarak nitelediği ameliyeleri bidat, şirk, dalalet, küfür gibi olumsuz anlam taşıyan kavramları kullanarak “gayr-i meşru” ilan eden çağdaş selefiliğin bidat kavramı ile olumsuz anlam yüklediği, dolayısıyla da uzak durulması gereken bir dalalet olarak gördüğü konulardan biri de, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün doğumu çerçevesinde yapılan “mevlid” kutlamasıdır.isnad-10
Yakın dönemde yaşayan selefi düşünceye mensup pek çok yazar mevlidin bidat olduğunu iddia eden makaleler/reddiyeler kaleme almıştır.[1] Mevlid etrafında yapılan tartışmalar çağdaş selefiliğin, var oluşunu inkarı üzerine bina ettiği “tevessül” gibi konuları dahi geride bırakmıştır. Bazı İslam ülkelerinde halk arasında “kandil geceleri” olarak bilinen, bereketli zamanlar öncesinde hutbelerde cemaate sakınılması gereken şeyler babında, mevlidi ihya da anlatılır ve mutlaka o günde Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nü anacak/anlayacak ihtifallerden uzak durulması gerektiği söylenir. Çağdaş selefi düşünceyi benimseyen yazar ve vaizlerin idaresindeki gazete ve kürsülerde de rebiulevvel ayı yaklaştığında ağırlıklı olarak mevlidin zararları işlenir. Bazı dergiler de mevlidin ne derece şeni bir bidat olduğunu savunan makaleler neşreder. Bütün bunlara gerekçe olarak selefin mevlidi ihya etmemesi ve mevlid çerçevesinde yapılan ihtifallerde İslami esaslara riayet edilmemesi gösterilir.
Bu durum bilgi kirliğinin yanında saf Müslüman zihinlerde soru işaretleri de oluşturmuştur. Dergimiz merkezini arayan ya da mail gönderen pek çok okur mevlid etrafında yapılan tartışmaların nasıl anlaşılması gerektiğini ve konu ile alakalı İslam’ın fasl edici hükmünü ortaya koyan bir makale yazılmasını talep ettiler.
İslam’ın mevlid hakkındaki hükmünü tesbit gayesiyle kaleme alınan bu makalede öncelikle mevlidin bidat olduğunu iddia edenler ve aksini söyleyenlerin görüş ve delilleri tahlil edilecek sonra tercihte bulunulacaktır.

MEVLİD
İslam’ın esasları “halidî” özelliğe sahiptir. Halidîlik, halefin selefle; iman, fikir ve amelde birlikteliğini sağlar. Bu yüzden insanlar peygamberlere ulaşma, peygamberler de birbirlerini tanıma iradesi içerisinde olmuşlardır. Nitekim Allah Teala Resul-i Ekrem’e hitaben: “Peygamberlerin haberlerinden, senin kalbini sağlamlaştıracak her şeyi sana anlatıyoruz.”[2] buyurmaktadır. Nasıl Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün kalbi peygamber haberleriyle mesrur oluyorsa, Müslümanların gönül dünyası da O’nun siretini anlatan eserler ve O’nu anma çerçevesinde akdedilen ihtifallerle ferahnak olur.

Ulema mevlidle yaşanan ruhi değişimi kalıcı ve O’nun siretini sürekli okunur kılmak amacıyla mevlidle alakalı çok sayıda eser kaleme almıştır. Hafız İbn Nasıruddin ed-Dımeşkî bu eserlerin bir kısmını üç ciltten oluşan: “Camiu’l-Asâr fî Mevlidi’n-Nebiyyi’l-Muhtâr” adlı kitabında bir araya getirmiştir.[4]

Allah Resulü’nün Viladeti
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün hesap-kitap bilmeyen, okur-yazar olmayan, meşhur hadiseler dışında tarih tutmayan ümmî bir toplumda dünyaya gelmesi doğum tarihiyle alakalı farklı rivayetlerin oluşmasına neden olmuştur.
Cumhur, Efendimiz’in “fîl hadisesi”nin olduğu yılın rebiu’l-evvel ayının pazartesi günü dünyaya geldiği hususunda ittifak etmiştir. Fakat viladetin söz konusu ayın dokuz, on ya da on ikinci günlerinden hangisine tekabül ettiğinde ihtilaf vardır. İbn Dihye rebiu’l-evvelin dokuzuncu günü dünyaya geldiğini, tarihçilerin de bu noktada fikir birliği içerisinde oldukların belirtmektedir. Mahmud Paşa da matematiksel araştırmalarla doğum gününün hicri dokuz rebiu’l-evvel (yirmi nisan 571) tarihine muvafık olduğunu söylemektedir.[4] Doğum günün ihtilaflı olmasından dolayı bazı bölgelerde ihtifallerin başlangıç tarihleri senelere göre değişiklik arz etmiştir. Nitekim mevlidle alakalı ihtifali ilk olarak başlatan Erbil’in idarecisi Muzafferuddin de kutlamaları bir yıl rebiu’l-evvelin sekizinci, diğer yıl ise on ikinci günün gecesinde yapar, böylelikle iki rivayetle de amel etmiş olurdu[5].isnad-11

Mevlidin İçeriği
Mevlid; Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün dünyayı teşrifi, çocukluğu, risaleti, mucizeleri, ahlakı, evsafı yanında O’na iktida edebilmek için gerekli olan meseleleri ihtiva eder.
Nitekim Abdullah b. Ravaha, Ka’b. Züheyr, Hassan b. Sabit gibi şair sahabiler de O’nun bu yönlerini anlatır, O’na tazimde bulunurlardı. İnşad edilen şiirler, dinleyiciler üzerinde azim tesirler uyandırır, sahabenin Allah Resulü’ne ittibaı güç kazanırdı.
Sonraki yüzyıllarda gelen müellif ve şairler de mevlid ihtifallerinde mevcut geleneği devam ettirdiler. O’nu anlatan ürünlerini O’na yaklaşma ve şefaatini kazanma vesilesi olarak gördüler. Maddi imkanı yerinde olanlar Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün doğum gününde insanlara ikramda bulundular. O’nunla sevinenler, hediyelerle insanları sevindirirler.

Mevlidin Bidat Olduğunu Söyleyenler
Çağdaş selefiliğin mevlidle ilgili kanaatinin oluşmasında önemli etkisi bulunan Ebû Hafs el-Fâkihânî, Abdulaziz b. Baz, Ebû Bekir el-Cezâirî gibi selefi yazarlar mevlidin bidat olduğunu iddia etmektedirler.
Çağdaş selefilik, bidat olarak gördüğü mevlide ilk olarak Fatimiler tarafından ihdas edilmesi, bayram olarak algılanması ve ihtifallerde İslami esaslara uyulmaması gibi nedenlerden dolayı karşı çıktığını söylemektedir.

İbn Teymiyye
Çağdaş selefiliğin en güçlü referanslarından olan İbn Teymiyye’nin mevlid ile alakalı tesbit ve görüşü muasır takipçilerine göre daha mutedildir. İbn Teymiyye, mevlidle alakalı şöyle demektedir: Bazı insanlar mevlidi ya Hz. İsa’nın doğumunu kutlama noktasında Hrıstiyanlara benzemek ya da Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’ne duydukları sevgi ve O’nu yüceltmek gayesiyle ihdas etmişlerdir. Yemin olsun ki mevlidi sevgi ve ictihatlarından dolayı yapanları Allah mükafatlandıracaktır.
Yukarıdaki ifadeleri söyleyen İbn Teymiyye, bidat olarak gördüğü mevlidi ihya edenleri ilahi ecir almalarına rağmen Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün emrine uyma noktasında gevşeklik göstermekle itham eder. Ona göre mevlidi ihya edenler Mushaf’ı süsleyip de okumayan ya da okuyup ona tabi olmayan kişilere benzemektedir.
İbn Teymiyye mevlidi ihya edenlerin bu ameliyelerinden dolayı sevap kazanmalarını Ahmed b. Hanbel (rahimehullah)’den naklettiği bir fetva ile delillendirir. Ahmed b. Hanbel’e bazı devlet adamlarının Mushaf’ı süslemek için bin dinar harcadıkları sorulduğunda, kendi mezhebinde Mushaf’ı süslemek mekruh olmasına rağmen devlet adamlarının uygulamasına karşı çıkılmamasını söyler. İbn Teymiyye, Ahmed b. Hanbel’in; Kur’an’ın tezyinine harcanmayan fonun gece sohbetlerini havi kitaplara ya da şiir ve felsefe eserlerine sarfedilmesini önlemek gayesiyle böyle bir fetva verdiğini ifade eder. [6]Görüldüğü gibi, İbn Teymiyye mevlidi çağdaş selefiler gibi bütünüyle gayri meşru ilan etmeyip garip gerekçelerle amel-i salih kapsamında değerlendirmiştir.
Mevlid Bidat İlişkisi
Bidat; öncesi olmayan, sonradan ortaya çıkan şey demektir. Buna göre Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) ve ashabın yapmadığı, onlar tarafından bilinmeyen daha sonra Müslümanlar arasında ortaya çıkan ameliyeler bidat kapsamına girer.
Istılahta bidat, kendisinden uzak durulması gereken dalalet olarak tarif edilir. Tarifin bu şekilde yapılmasının arka planında şu hadisler vardır: “Kim bu bizim dinimizde onda olmayan bir şeyi ihdas ederse o batıldır.”[7] , “Her bidat delalettir.”[8]
Bidatla ilgili şeri hüküm tesbit edilirken kelimenin lügat anlamı esas alınırsa hayatın tabi akışı inkar edilmiş olur. Çünkü dünyada sürekli bir değişim yaşanmaktadır. Hayat sürekli yenilenmektedir. Bu ilahi bir kanundur. Saadet asrında da olaylar ve onlara bağlı olarak verilen hükümler değişmiştir. Bu dinin temel inanç esaslarına aykırı olmadığı gibi; bizzat dinin, müctehitlerden talebidir.
İslam “Dinde asıl olan mubahlıktır.” kaidesini vaz ederek değişim alanına giren konuları nasslara aykırı olmama şartıyla meşru addeder.
Tarih boyu hiçbir alim de bidati lügat anlamında kullanıp bu çerçevede hüküm vermemiştir. Nitekim Şatibî bidati şu şekilde tarif etmektedir: “Dinde uydurulan, şeriata benzeyen bir yoldur. Ona tabi olmakla şeri disiplinde amaçlanan şey kastedilir.” [9] Buna göre bir şeyin bidat olabilmesi için onu icad eden ya da icra edenin bidati dinin içinde bir unsur olarak görmesi gerekir. Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün ondan sakındırmasının nedeni de bu tür bir algılamadan kaynaklanmaktadır. Bidatla ilgili yukarıda anlamı verilen hadiste geçen “men ahdese fî emrina haza…” ifadesinde ki “fî emrina haza” dan maksat da “din”dir[10].
Dinin sahibi Allah Teala’dır. Onda insanın artırma ya da eksiltme hakkı olamaz. Bidatı icad eden ise Allah’ın dinine onda olmayan unsurları dahil etmektedir. Bu yüzden bidat kesin bir dille reddedilmiştir.

Bidat Sünnet-i Hasene İlişkisi
Bidatın ıstılah tarifi esas alındığında insanın dini ya da dünyevi bir gaye ya da maslahata dönük ortaya attığı fakat dinin aslından ya da hükümlerinden biri olarak addetmediği fiil ve tasarrufların bidat olmadığı görülmektedir. Bu tür fiiller, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün ifade ettiği şekilde ya: “sünnetün hasenetün/güzel bir çığır” ya da “sünnetün seyyietün/kötü bir yol” olarak isimlendirilir. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve selem) Müslim’in rivayet ettiği hadiste şöyle buyurmaktadır: “Kim İslam’da güzel bir çığır (sünneten haseneten) açar da, kendisinden sonra onunla amel edilirse, o kimseye bu çığırla amel edenlerin ecri kadar sevap yazılır, hiç birinin ecrinden de bir şey eksilmez. Kim de İslam’da kötü bir yol açar (sünnetün seyyietün) kendinden sonra onunla amel edilirse, o kimseye açtığı bu yolla amel edenlerin günahı kadar yazılır, hiçbirinin günahından da bir şey eksilmez[11].
İnsana ait fiiller ve tasarrufların bidat kavramı dışında kalanları, ilahi emir ve yasaklarla çatışırsa haram ve mekruh gibi muhtelif başlıklar altında toplanırlar. Bu tür mevzuların sonradan ortaya çıkmalarıyla önceden var olmaları arasında bir fark yoktur.
Eğer mevlid şeri hükümlere ne karşı ne de muvafık bir konumda değilse bu durumda ihtiva ettiği hükümlerin sonuçlarına bakılır. İslam’ın riayet etmeyi gerekli kıldığı “zaruraâ-ı hamse” başlığı altında toplanan “din, hayat, akıl, nesil, mal” gibi hususlardan birinin gerçekleşmesini temin ediyorsa bu, “sünnetün hasenetün” bağlamında değerlendirilir. Bu da kendi içerisinde maslahatı gerçekleştirme sürecinde kendisine duyulan ihtiyaç nisbetinde mendub, vacip gibi isimler alır. Eğer bu beş husustan birini yıkmaya ya da zarar vermeye matuf olursa bu durumda “sünnetün seyyietun” başlığı altına girer. Kötülüğü de, zararı nisbetinde farklılık arz eder. Bazen mekruh bazen de haram olur. Eğer her tür zararlardan uzaksa mübah addedilir.
Buna göre bidati ikiye ayırıp birine “seyyie/kötü” diğerine ise “hasene/iyi” demek İslami kabullerle çelişir. Çünkü bidat peygamber dilinde “dalalettir.” Ayrıca bidat dinde artışı ya da ona yeni şeyler izafe etmeyi gerektirir. Bazı alimlerin “bidat-ı hasene” şeklindeki ifadeleri ise mecazi anlamdadır. Onlar gerçekte bununla “es-sünnetu’l-hasene” yi kastetmektedirler[12].
Müslümanların belli münasebetler çerçevesinde idrak ettikleri hicri yılbaşı, İsra-Miraç, Mekke’nin Fethi, Bedir Gazvesi, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün mevlidi gibi ihtifaller “sünnetün hasenetün” bağlamında değerlendirilir. Çünkü bunlar netice itibariyle maslahattırlar. Bu ihtifallerdeki anma ve anlama ameliyeleri ile müminlerin yürekleri yeniden var olur. Kur’an-ı Kerim okuma, ayetleri tefekkür, tezekkür gibi şarinin zamana bağlı olmaksızın emrettiği ameliyeler daha yoğun bir şekilde yapılır.
Mevlid ve ona benzeyen ihtifaller dinin özüne dahil birer unsur olarak algılanmadığından bidat kapsamına da girmezler. Çünkü adettirler. Adet dinin esasına dahil olmadığından terki durumunda bir şey gerekmez. Dinin esasını teşkil eden unsurlardan biri terk edildiğinde ise mükellefler günahkar olur.

Tarihi Arkaplan
Çağdaş selefilik, mevlidin tarihi arka planını reddedilmesinin nedenleri arasında zikreder. Onların iddiasına göre mevlid, Fatimi Devleti’ne dayanır. İlk mevlid ihtifali hicri 362 yılında Kahire’ye gelen el-Muizlidinillah tarafından ramazan ayında okutulan altı mevlidle icra edilmiştir. El-Muizlidillah söz konusu mevlidleri Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem), Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve mevcut halife için okutmuştur. İlerleyen yıllarda Fatimiler mevlidlerde çeşitli etkinlikler düzenler, mevlid sahibi için hutbeler irat ederlerdi.
Suyutî mevlidi ilk olarak ihdas edenin Fatimiler değil Erbil hükümdarı Muzaffer (Ebû Said) olduğunu söylemektedir. Suyutî mevlidlerde yanında büyük alim ve sufileri de bulunduran Muzaffer’le alakalı Ebu’l-Hattab İbn Dihye’nin “et-Tenvîr fî Mevlidi’l-Beşîri’n-Nezîr” adını koyduğu bir kitap telif ettiğini de zikreder[13].
Babasının vefatından sonra h. 563 yılında devlet başkanı olan Muzaffer’in mevlid ihtifali ile alakalı değerlendirmelerde bulunan İbn Hallikân yapılanları vasf etmenin güç olduğunu söyler. Çevre illerden toplanan fakih, sufî, vaiz ve karilerden oluşan geniş halk kitlesi muharrem ayından rebiu’l-evvelin ilk günlerine kadar Erbil’e akın ederlerdi. Her yıl tekrar eden bu uygulamanın sonunda insanlara hediyeler de verilirdi[14].

Deliller
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) tarihteki büyük dini hadiselerle yaşadığı zamanı irtibatlandırır, hadiselerin muayyen tarihleri geldiğinde de meseleyi canlı bir şekilde tezekkür ederdi. Medine’ye hicret ettiğinde Aşura günü Yahudilerin oruç tuttuklarını görünce sebebini sormuş; “Bu Allah Teala’nın Firavun’u boğup Musa’yı kurtardığı gündür. Allah’a şükür olarak oruç tutmaktayız.” cevabını alınca, “Biz Musa’ya sizden daha yakınız.” deyip kendi oruç tutmuş, ashabına da tutmalarını emretmiştir[15].
Bilindiği üzere, kulun Allah’a şükrü, secde, oruç, sadaka, Kur’an-ı Kerim okumak gibi çeşitli ibadetlerle olur.[16] Yahudiler Hz. Musa’nın kurtulması ve Firavun’un boğulması nimetini onlara ihsan eden Allah’a oruç tutarak fiili şükürde bulunmuşlardır. Müslümanlar da onlar için en büyük nimet olan Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün mevlidini çeşitli ibadetlerle Allah’a şükrederek ihya etmektedirler. Bazı alimler, mevlidin Hz. Musa ile ilgili hadiseye uygunluk arz etmesi için Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün viladetinin tesbit edilmesi ve şükrün özellikle o gün izhar edilmesi gerekir, demektedir. Fakat şükrün ifasını gerektiren ibadetler için bir gün söz konusu olmadığından mevlidi de gün ile sınırlamak doğru olmaz.
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) pazartesi günü tuttuğu orucun gerekçesini açıklarken: “Bugün dünya geldim.[17]” demiştir. Buna göre Mevlid-i Nebi’yi ilk ihya eden, o gün oruç tutarak Allah Teala’ya şükreden Resul-i Ekrem’dir.
Günümüzde Müslümanların mevlid ihtifalleri şekil açısından kısmi farklılıklar arz etse de Aşure ve pazartesi günleri Efendimiz’in tuttuğu oruçların gayesi ile tamamen örtüşmektedir. Zira hepsi ilahi rızayı celbetmek için îfa edilmektedir.
Kur’an-ı Kerim Müslümanlara İslam’ın ulvi değerleriyle meşru ölçüler çerçevesinde sevinmeyi tavsiye etmektedir: “De ki: ‘Allah’ın lütuf ve rahmetiyle; yalnız bunlarla sevinsinler.[18]’” Allah Teala müminlere “rahmet”le sevinmelerini emretmektedir. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), şu ayetin delalet ettiği gibi bizzat rahmettir: “Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik.” Nitekim İbn Abbas “rahmet” kelimesini Muhammed Mustafa olarak tefsir etmiştir.[19] Müminler Allah Resulü’nün varlığıyla her dem mesrur olur. Fakat doğduğu ay ve gün sürur daha yoğun bir şekilde yaşanır.
Mevlid İslam coğrafyasında uygulanan alimlerin güzel gördüğü, halkın benimsediği bir gelenektir. “Müslümanların güzel telakki ettiği Allah katında güzel, çirkin addettikleri ise çirkindir.[20]
Her pazartesi Ebu Leheb’in azabı Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün doğum müjdesi kendinse verildiğinde cariyesi Süveybe’yi azad etmesinden dolayı hafifler. Muhammed b. Nasıruddin ed-Dimeşki şöyle demektedir:
[21]Kur’an’ın elleri kurusun diye zemmettiği ebedi cehennemlik o kafir;
Ahmed’in doğumuna sevindi diye pazartesi günleri daha az azab görür.
Ömür boyu Ahmed’le sevinen ve muvahhit olarak ölenin hali ise bir düşün nasıl olur.
Hadis’i şerife göre Süveybe’yi azad ettiğinden dolayı Ebû Leheb’in azabı hafifleyecekse viladetle sevinen Müslümanların sevap kazanmaları evleviyetle mümkündür.
Suyutî, “mevlid ihtifallerinin esasını teşkil eden, toplanıp Kur’an-ı Kerim okumak, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün dünyaya gelmesi ve doğumu ile yeryüzünde meydana gelen harikuladeliklerle ilgili rivayetleri nakletmek ve sonrasında hazırlanan sofralarda ikram edilen yemekleri yiyip dağılmak, program sahibinin sevap kazanmasını sağlayan hayırlı ameliyeler cümlesindendir.” demektedir. Çünkü mevlidin gayesi Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’ne ta’zimde bulunmak ve doğumu sebebiyle oluşan mutluluğu açığa vurmaktır.[22]

Mevlidin Muayyen Zamanı
Mevlid her zaman ihya edilebilir. Her ne kadar muayyen bir zamanı olsa da Allah Resulü’nü anlamak için bir araya gelenler ya da ferdi olarak mevlidi ihya edenler mecur olacaktır. Çünkü mevlit bir ibadet olmadığından vakit dışında da akdedilebilir. Kişinin mecur olmasında esas, niyyettir. Bu durum düğün yemeğine davet edilen, fakat gününden önce tören yerine giden misafire benzer. Nasıl ki tören alanına erken giden konuk ev sahabi tarafından hüsnü kabul görüyorsa, ihtifal sahipleri de mevlidin sahibi tarafından makbul olur.

Sonuç
İslam eşyayı doğru okumayı emreder. Kabe’yi tavaf etmek, Safa-Merve’de sa’y etmek, şeytanı taşlamak belli mekanlarda akdedilen ve uzun bir tarihi geçmişi olan ibadetlerdir. Her biri bir anda defaatle yapılır. Tekrar, ibadetlerin gayelerini idrak etmeye katkıda bulunur. Kabe etrafında döndükçe ya da Safa Merve arasında sa’y ettikçe “hakikat” daha yakından tanınır ve mesaj daha net kavranır. Çünkü insan bir şeyi tanıyabildiği ölçüde tasavvur eder. Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) de mevlid ile daha yakından tanınacaktır. Fakat bu günde yapılanları Kur’an-ı Kerim, naat, şemail, şiir okumak, oruç tutmak, sadaka vermek gibi hayrî hizmetlerle sınırlı tutmak gerekir.
Mevlid çerçevesinde yapılan gayri İslamî etkinlikleri gerekçe gösterip mevlidi inkar etmek ise, yılın diğer günlerinde işlenen haram ya da mekruhlardan dolayı yıl boyu yapılan amel-i salihlere sınırlama getirmek gibidir. Bu yüzden mücerred olarak mevlidin meşru olup olmadığını tartışmak akla ziyan bir ameliyedir.

Dipnotlar:

[1] Komisyon, Resâil fî Hükmi’l-İhtifâl bi’l-Mevlid, (İki cild halinde tab’ edilen eserde 7 risale vardır.) Riyad, 1997.
[2] Hud(11): 120.
[3] Muhammed Zahid Kevserî, Makâlâtu’l-Kevserî, Kahire, ty., s. 365.
[4] Kevserî, a.g.e., s. 363-69.
[5] Kevserî, a.g.e., s. 364.
[6] Ahmed İbn Teymiyye, İktidau’s-Sıratı’l-Mustakîm, Riyad, 2024, s. 404-407.
[7] Müslim, Akdiye, 8.
[8] Müslim, Cumua, 13.
[9] Ebû İshak İbrahim eş-Şâtıbî, el-İ’tisam, Beyrut, 1997, I, 24.
[10] Benzeri değerlendirmeler için bkz. Said Ramazan el-Butî, “Leyse Küllü cedidin Bida”, s. 150.
[11] Müslim, Zekât, 20; İlim, 6; Ahmed, Müsned, V, 357.
[12] Müslim, Zekât, 20; İlim, 6; Ahmed, Müsned, V, 357.
[13] el-Mutîî, a.g.e., s. 47-48.
[14] el-Mutîî, a.g.e., s. 49-52.
[15] Buharî, Savm, 69; Müslim, Sıyam, 19.
[16] el-Mutîî, a.g.e., s. 48.
[17] Müslim, Sıyam, 1162.
[18] Yunus(10): 58.
[19] Suyutî, ed-Dürrü’l-Mensur, III, 308.
[20] İbn Mesud’a ait mevkuf hadis için bkz. Hakîm, Müstedrek, III, 78, h. NO: 4465.
[21] Muhammed b. Alevî, Menhecü’s-Selef fî Fehmi’n-Nusus beyne’n-Nadar-i ve’t-Tatbîk, y.y., 1419, s. 390.
[22] Muhammed Bahît el-Mutîî, Ahsanu’l-Kelam, Kahire, 1939, 48.

]]>
http://inkisaf.net/sayi-10/cagdas-selefilik-ve-kutlu-dogum.aspx/feed
REîSÜ’L-KURRÂ MEHMET RÜŞTÜ AŞIKKUTLU (1901-1980) http://inkisaf.net/sayi-10/reisul-kurra-mehmet-rustu-asikkutlu-1901-1980.aspx http://inkisaf.net/sayi-10/reisul-kurra-mehmet-rustu-asikkutlu-1901-1980.aspx#comments Tue, 26 May 2024 11:28:43 +0000 admin http://inkisaf.net/?p=1047 Abdulhamid BUHARALI11

Birkaç Söz
Allah Tealâ “seçkin kulları”(1) vasıtasıyla insanları İslâm’a davet etti, cenneti gösterip müjdeledi, azabı hatırlatıp uyardı. Bu “seçkin kullar” silsilesinin son halkası olan Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) de, peygamber selefleri gibi insanların önüne geçip onlara cennetin ufuklarını gösterdi. Yaşayan ve yaşayacak insanların gözlerine ve gönüllerine hitap eden bir “üsve-i hasene/en güzel örnek” olarak vazifesini kâmil manada ifa etti.
isnad-34Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) aydınlattığı ufku zaman zaman kara bulutlar kapladı. Fakat en “seçkin kulun” ümmetine dahil olma bahtiyarlığına eren “Kitab’ın vârisi bazı seçkin kullar”(2) , bu kara bulutlar arasından cennete uzanan yolda gerektiğinde canları ve malları pahasına birer kandil oldular. Ebû Hanife, Malik, Şafiî ve Ahmed b. Hanebel (rahimehumullah) gibi ilmiyle âmil imamlar, ilimleri yanında diğergam duruşlarıyla Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve selem)’e vâris, bu ümmete selef olmanın gereğini yerine getirdiler; Saf ve berrak haliyle İslâmî düşüncenin tabii mecrasında akıp gitmesine öncü oldular. Meşşâî ve Batinî hareketlerin zihinleri bulandırdığı bir zamanda mevcut ilmî ve fikrî problemleri çözerek İslamî düşünceyi tasalluttan kurtaran İmam Gazzalî de bu “seçkin kullar” kervanına katıldı. Bu gerçek, kendisine verilen “Huccetü’l-İslam” payesiyle de tevsik edildi.
Dinî değerlerin hayattan tecrit edilmeye çalışıldığı, bu çerçevede İslamî ilimlerle meşgul olanların aşağılandığı bir devirde ise İmam Rabbânî hazretleri zuhur etti. O, “ortada sahipsiz kalan şu şer’î ilimlere sahip çıkın” çağrısı ile müslümanlar üzerinde o derece etkili oldu ki, İslamî ilimleri tahsil etmeye yönelen nesiller, kısa zamanda ilimde yükselmekle kalmayıp kurulu düzenleri İslam’a göre yeniden şekillendirmede de rehberlik görevi yaptılar.
Kısaca, İslâm’a yönelen tehditler hangi noktalarda yoğunlaşmışsa Allah Teâlâ kendi izniyle hayırda yarışan “seçkin kullarını” bu tehditleri etkisiz hale getirip ortadan kaldıracak vasıflarla donatarak herbirine farklı bir hizmet alanı nasip etti.
Bilindiği gibi, yirminci yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren İslamî ilimlerin öğrenimi ve öğretimine karşı takınılan olumsuz tavır, zaman içinde Kur’an’ı öğrenme ve öğretme faaliyetlerine getirilen ciddî kısıtlamalarla o derece dayanılmaz bir hal aldı ki, baskıcı ve dayatmacı icraatlar, milleti çocuklarına Kur’an öğretebilmek için ahırları medrese olarak kullanmaya mecbur etti. “Allah” demenin neredeyse suç sayıldığı, Kur’an-ı Kerim okutanların takiplerle, baskılarla hatta hapislerle yıldırılmak istendiği böyle bir dönemde, millet dinî eğitimden o derece yoksun kaldı ki, insanlar ölen bir yakınını defnedebilmek için “Subhaneke”yi doğru-dürüst okuyabilecek imam bulamaz hale geldi. İşte böyle bir ortamda Allah Tealâ, Of’un Uğurlu (eski ismiyle Çıfaruksa) beldesinde Kur’an-ı Kerim’i bütün kırâat vecihleriyle bilen, okuyan ve bu milletin istekli çocuklarına da öğretip okutan bir âlim kulunu “Kur’an ve ilim hâdimi” seçti, yeniden umutların yeşermesine vesile kıldı.
Kur’an hizmeti için seçilen bu ”nasipli” beldenin bir dağ köyü olması, Allah Resûlü’ne ilk vahyin Hira dağında gelip İslam nurunun bu dağdan dünyayı aydınlatmaya başlaması ile kıyas edildiğinde, hizmete farklı bir anlam kazandırmaktadır. İslamî ilimlerde adeta bir fetretin yaşandığı bu dönemde Uğurlu bir Kur’an-ı Kerîm eğitim-öğretim üssü oldu. Civar bölge ve beldelerden Mekke’ye gelip İslâm’ı ve Kur’an’ı öğrenenler gibi Anadolu’nun muhtelif yerlerinden yola çıkan Kur’an ve ilim aşığı talebeler de Of’un yollarını tuttular, Uğurlu’ya koştular ve merhum üstad Mehmet Rüştü Aşıkkutlu’nun rahle-i tedrisinde halka halka oldular, Kur’anî ilimleri tahsil ettiler
İlmî Nesebi
Eğitimde aslolan ilmin müşâfehe yoluyla yani alimlerden bizzat işitilerek alınmasıdır. Aksi takdirde ilim -belki bazı konularda bilgi sahibi olmalarına rağmen- “zarûriyyât-ı diniyye”den habersiz, ilmî emanet ve ehliyetten yoksun insanların elinde oyuncak olur. Böylece yarım hoca diye tabir edilebilecek kimseler, insanların dimağlarına ilim diye cehaleti zerk ederler. Bu nedenle, tıpkı insanların nesebleriyle bilindiği ve neseblerin meşruiyeti “nikah”la korunduğu gibi, ilimde de neseb sistemi vardır ve meşruiyeti “icazet” ile kayıt altına alınır. Bir hocanın muciz (icazet veren) olabilmesi için mücâz (icazet almış) olması gerekir. Hele bu ilmin konusu Kur’an-ı Kerim olursa icazetin önemi daha da artar. Çünkü Kur’an, tilâvetiyle ibadet olunan “vahy-i metlüvv” bir kitaptır ve anlamı bozulacak şekilde okunması ibadeti ifsad eder. Bu ise insanı, yaratılışının gereğini hakkıyla ifa etmekten alıkoyar. Bu nedenle eski âlimlerimiz, “la te’huzi’l-Kur’an min mushafiyyin” (Kur’an’ı kendiliğinden öğrenenlerden almayınız.) buyurmuşlardır. Haltercemesi
Hocamız, 1901 yılında Of’un Uğurlu Beldesinde dünyaya geldi. İlk tahsilini, 40 yıl dönemin Maarif Vekâleti (Milli Eğitim Bakanlığı) bünyesinde öğretmen olarak hizmet veren babası Ahmet Cemaleddin Efendi’den yaptı. Hafızlığını köyünde yaptıktan sonra, Arapça ve İslamî ilimler tahsilinin önemli bir bölümünü yine köyünde, yörenin meşhur âlimlerinden Çalıkzade Tahir Efendi (v. 1924), Kâsımzâde Hasan Efendi ve İstanbul Dârulfünûn dersiâmlarından “Çalekli Hacı Dursun Efendi” diye bilinen Dursun Feyzî Güven’den (v. 1977) yaptı. Vârisler arasında mal taksimini ve verâset intikalini konu edinen Ferâiz İlmi’ni Uğurlu’da otuz yıl müderrislik yapan Paçanlı Bakkalzâde İsmail Efendi’den öğrenip icazet aldı. İmtihanla köyündeki Dâru’l-Hilâfe medresesinin dördüncü sınıfına kaydoldu. Altıncı sınıftayken Tevhid-i Tedrisat kanunuyla birlikte medreseler lağvedilince, yarıda kalan tahsilini yukarıda mezkür Dursun Efendi’den özel olarak Tefsir, Hadis, Fıkıh, Akâid, Kelâm ve Meânî gibi dersleri okuyarak ikmal etti.
Merhum Üstad 1930 yılında İstanbul’a giderek Sirozlu Hacı Hafız Ahmed Şükrü (v. 1932) ve bu zatın “kesik bacaklı” lakabıyla tanınan yeğeni Hafız İsmail Hakkı Bayri (v. 1972) ile Varnalıhocazâde Hafız Ahmed Hamdi hocaefendilerden Aşere-Takrib ve Tayyibe ilimlerini okuyup icazet aldı. 1932 yılında Of’a, köyüne döndü ve Of müftülüğünün şifahi izni ile Kur’an tedrisatına başladı. Bu izin, 1936 yılında dönemin Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi imzasını taşıyan bir belgeyle resmiyet kazandı. Bu belgeye dayanılarak açılan Kur’an kursunda talim, tashîh-i hurûf ve mehâric dersleri verdi, çok sayıda hâfız yetiştirdi. Bunlar arasında durumu müsait, istekli ve kabiliyetli olanlara Aşere-Takrib ve Tayyibe dersleri okuttu. Bununla da yetinmeyip Tefsir, Hadis, Fıkıh, Akâid gibi “âli” ilimler ile Sarf-Nahiv gibi âlet ilimlerine dair ders halkları oluşturdu. Ayrıca, Ferâiz İlmi’ne derin vukufiyetinden dolayı bu alanda haklı bir şöhret kazandı. Bu durum, özellikle 1950’li yıllarda yapılan müftülük ve vaizlik sınavlarında Ferâiz konusunda çokça soru sorulması sebebiyle bu alanda vazife yapmak isteyen birçok adayın yine onun rahle-i tedrisinden geçmesine vesile oldu.
Diğer taraftan merhum Aşıkkutlu hocamız on yıllarca Of’ta vaaz ve irşad hizmetinde bulundu.1941 yılında Ahmet Hamdi Akseki imzasını taşıyan bir yazıyla atandığı Of vaizliği görevine 1976 yılında bu görevden emekliye ayrılmasına kadar devam etti.
Merhum Aşıkkutlu, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından 1968 yılında Türkiye’de ilk defa açılan Aşere-Takrib ve Tayyibe İhtisas Kursu’nu kendi gayretleri ve köylüsünün katkılarıyla Uğurlu’da başarıyla gerçekleştirdi. 1974-1975 yıllarında Ankara’da, 1976-1979 yılları arasında İstanbul Haseki Eğitim Merkezi’nde açılan benzer ihtisas kurslarında Aşere-Takrîb ve Tayyibe dersleri okuttu. Ömrünün sonuna kadar İslâm ve Kur’an hizmetine devam etmeye azmeden üstadımız, İstanbul-Haseki’deki Kırâat ihtisas kursunda yeni bir dönemin hazırlıkları ile meşgul iken 28 Ağustos 1980 Perşembe günü tedavi maksadıyla Trabzon’dan İstanbul’a götürülürken uçakta rahmet-i rahmana kavuştu. Allah rahmet eylesin.

Merhum Aşıkkutlu, başta Kırâat ilmi olmak üzere -okuttuğu- gerek âlet ilimlerin gerekse âli ilimlerin icâzetini zamanının ehil hocalarından almış “mücâz” bir üstad idi. Bu icazet yetkisine dayanarak sayısı binlerle ifade edilen talebelerinden hak edenlere derecelerine göre kurs diploması veya icâzetnâme vermiştir. Özellikle Kur’an kırâatinde mahir olan bu diplomalı veya icâzetli talebeler, Kur’an okuma ve okutmada ciddî sıkıntı yaşandığı dönemde ve sonrasında tilâvetin hakkını vererek güzel Kur’an okuyan birer “fem-i muhsin” hocalar olarak ülkenin dört bir tarafında sessiz sedasız büyük hizmetler ifa ettiler; Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve selem)’den asrımıza kadar devam eden Kur’an kırâatini doğru bir şekilde hafızalara nakşederek günümüze taşıdılar.

İlmî Veraseti
Cenab-ı Hakk “seçtiği kullarını Kitab’a (Kur’an’a) varis kıldı.”(3) Hayırda yarışan bu kullar, ömür boyu Kur’an’a nasıl daha iyi hizmet edebiliriz, mücadelesi içinde oldular. Bunu yaparken de bütün bir insanlığa Kur’an’ı öğretmekle memur kılınan Allah Resulü’nü kılavuz edindiler, O’nun talim ve terbiye usulü neyi, nasıl gerektiriyorsa, onu benimseyip tatbik ettiler.
Hz. Aişe’ye (radıyallahu anha) Efendimiz’in ahlâkı sorulduğunda; “Onun ahlâkı Kur’an’dı.” buyurmuştu. Allah Tealâ’nın Kur’an’a dolayısıyla da Sünnet’e varis kıldığı o ulu hocaların ahlâkının da Kur’an’a uygun olması gerekirdi. Çünkü onlardan, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve selem)’in siretinde “fena” olup ondaki güzel vasıflarda “beka” bulmaları beklenirdi. Merhum Aşıkkutlu hocamızın hayatına bakıldığında da, gerçekten onun Kur’an’la bütünleştiği ve Allah Teala’nın Kur’an’a varis kıldığı kullar arasında olmayı hakettiği görülmektedir. Burada merhum Aşıkkutlu’nun Allah Resulü’nün eğitici ve öğretici vasıflarıyla nasıl bütünleştiğini, bu bütünleşmenin neticesinde ne derece Hz. Peygamber (aleyhisselam)’e varis olmayı hakettiğini 1952 yılından 1960’a kadar yanında kalmış bir talebesi olan Kamil Şenocak Hocaefendi ile ilgili bazı hatıralardan hareketle tesbit etmeye çalışacağız.(4)

Talebeleriyle Münasebeti ve Onlar Üzerindeki Etkisi
Malümdur ki, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve selem) Suffe’deki ilim aşıklarını yakından takip eder, bazen akşam yemeklerinde onları ashab arasında taksim eder, geriye kalanları ise bizzat kendisi alıp evine götürürdü.
Benzer bir durum Uğurlu’da da vardı. Çünkü Merhum Üstad’ın talebeyle münasebeti bu sünnete muvafıktı. Köyde yatakhanesi, yemekhanesi olan düzenli bir kurs yoktu. Zaten o yıllarda böyle bir kurs tesis etmeye ne şartlar ne de imkanlar müsaitti. Fakat bu durum öğrenciler için çok da önemli değildi. isnad-36Çünkü Üstad’ın onlara karşı yakın alâkası, sıkıntılarıyla bizzat ilgilenmesi, uzaktan gelenlerin memleket hasretini onlarla şakalaşarak gidermesi öğrencilerin zor şartlarda rahat etmelerini temin ederdi.
Hocaefendi, okumaya gelen talebelere, barınmaları için öncelikle kendi evini açardı. Öğrenci sayısı fazla olduğundan ev yeterli olmaz, gelenlerin önemli bir kısmı köydeki boş ev ve odalarda veya durumu müsait olan ailelerin yanlarında kalırlardı. Hocaefendi imkanı nisbetinde buralardaki talebelerin iaşe ve ibatesine bizzat yardımcı olurdu. Evinde ekmek ve yemek pişirir, talebeye meccanen ikram ederdi.
1940’lı yıllarda yaşanan kıtlık döneminde, ekmek yapmak için un bulmak güç hale gelince millet, mısırı koçanı ile birlikte öğütür öyle ekmek yapardı. Hocaefendi bu zor şartlar altında bile ekmeğini talebeleriyle paylaşmaktan asla kaçınmazdı.
Bu kıtlık zamanında bir gün bir talebe medreseye bir kilometre kadar uzaklıkta bulunan Hocaefendi’nin evine ekmek almak için gider. Ekmeği alıp evden çıkarken mahalle sakinlerinden birisi kapıdan içeri girer ve Hocaefendi’ye; “Hocaefendi! Kendi köyünün çocukları aç dururken bu ekmeği öğrencilere nasıl verirsin.” der. Bunun üzerine Hocaefendi, hanımı Ayşe Anne’ye çuvalda kalan unu gelen kişiye vermesini söyler. Fakat hanımı, kıtlık sebebiyle bu emri yerine getirmede isteksiz davranır. Hocaefendi ikinci defa çuvaldaki unu vermesini söyler. Bunun üzerine Ayşe Anne Hocaefendi’nin talebini yerine getirir. Köylü aldığı unla evden ayrılmamıştı ki, kapıdan içeriye elinde zarf olan birisi girer. Hocaefendi zarfı açar bakar ki, köye bir saat kadar mesafedeki Taşhanpazarı nahiyesinden bir esnaf, şu notu göndermiştir: “Hocaefendi, Bafra’dan zati alinize bir çuval un geldi.
Yed-i emin birisini gönderin de çuvalı gelsin alsın.” Hocaefendi bu kez hanımına döner ve “Eğer o unu verirken zorlanmasaydın, belki de iki çuval un gelecekti” der.
İşte Allah (azze ve celle), merhum hocamızın Kur’an’a ve İslâm’a hizmetteki ihlâs ve samimiyeti sebebiyle Of’un dağında Kur’anî ilimler tahsil eden talebeleri yemeksiz, ekmeksiz bırakmadı. Zor şartlarda Kur’an okuyanları koruyup, muhtaç oldukları aşı-ekmeği çeşitli vesilelerle onlara ihsan etti.
Merhum üstadımızın öğrencileri, ondan gördükleri bu sıcak ilgi ve sevgiden dolayı, olumsuz bir durum sebebiyle Hocaefendi’nin huzuruna çıkmaktan büyük hicap duyar ve şiddetle kaçınırdı. Öyle ki, oyun oynarken bile onunla karşı karşıya gelmeyi mahcubiyet sebebi sayar, bu nedenle oyun mahalline onun gelişini haber vermek üzere nöbetçi dikerlerdi. O ise, öğrencilerin yaşları veya öğrencilik gereği yaptıkları hata ve yaramazlıkları anlayışla karşılardı. Bununla birlikte talebeler içinde zaman zaman çok tembellik yapıp dersini ihmal eden veya ciddî yaramazlıklar yapanları ikaz ederdi. Uyarılan öğrenciler aynı şeyleri tekrar yapınca yine ikazda bulunur, bütün bunlara rağmen talebe tembellik ve yaramazlıkta ısrar ederse, asla onu dövmez, fakat ona, “Sen memleketine dön; sana bu kadar okumak yeter. Ailenin işlerine yardım edersin veya baban seni başka bir mesleğe versin. Senin yerine de başka bir öğrenci alalım.” derdi. Mecbur edildiğinde ise sözlü hafif azarlamalarla yetinirdi. Bu tür ikazlar öğrenci için dayaktan çok daha tesirli olurdu. Öğrenciyi geri gönderirken dahi ona lütufkâr davranır; böylece onun içinde hocasının şahsında hocalara, dolayısıyla da dine karşı oluşabilecek muhtemel kin ve nefretin önüne geçerdi.

Kur’an-ı Kerîm’in Okunması ve Anlaşılmasına Verdiği Önem

Hocaefendi dersle ilgilenirken adeta dünyadan kopar, bütün dikkatini ilme verirdi. Gün boyu okutmakla meşgul olduğu Kur’an, gece rüyalarına da girerdi. Bazen onunla aynı odayı paylaşan Kamil Hocaefendi, Üstad’ın Kur’an’la olan münasebetine dair şu hatırasını anlatır: “Hocamız gündüz talim üzere okuttuğu ayetleri bazen rüyasında derste okuttuğu gibi okurdu. Mesela bir gece rüyasında ‘Hicr Sûresi’nden on beş ayet tilâvet etmişti. Sabah olunca kendisine ‘Hocam! Gece falanca sûreyi okuyordunuz’ dediğimde, mütevazi bir şekilde ‘İnsan gündüz ne ile meşgul olursa, gece rüyasında da onunla uğraşır.’ demişti.”
İlginçtir ki, merhum Aşıkkutlu’nun bu rüyada okuduğu sahifedeki bir ayette, Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz o zikri (Kur’an’ı) biz indirdik biz! Onun koruyucusu da elbette biziz.”
Kur’an’ın 114 sûre içinden Hicr sûresinin 9. ayetinin okunmasının herhalde bir anlamı vardı. Adeta Üstad Merhum rüyadaki bu tilavetiyle, “acaba bu sıkıntılı günler aşılır mı?” diyen talebelerine, Kur’an’ın Allah Azze ve Celle’nin koruması altında olduğunu ve ezelden ebede kadar korunaklı muhkem bir kale gibi ayakta kalacağını ve sığınanları dalâletten koruyacağını haykırıyordu.
Aşıkkutlu merhum, Kur’an-ı Kerîm’in doğru okunmasına olduğu gibi, anlaşılmasına da ziyadesiyle önem verirdi. Aşere-Takrib ve Tayyibe tedrisinin yanı sıra, diğer İslamî dersleri de okuturdu. Kur’an’ı okuyup anlama konusunda derin bir vukûfiyete sahipti. İmam-Hatiplik görevini yürüttüğü Uğurlu Merkez Camii’nde, adeti olduğu üzere Cuma günleri Cuma namazından önce hafızlara aşr-ı şerifler okutur, en son okuyan talebenin tilavet ettiği ayetleri hiçbir esere bakmadan tefsir eder, onlardan hareketle cemaate va’z u nasihatte bulunurdu.
Bir hac yolculuğunda Mekke’de şöyle bir hadise vuku bulur: Hocaefendi, talebeleri Kamil Şenocak ve Mustafa Kılıç Hocalarla birlikte, Kırâat ilmine dair “İthâf” adlı bir kitabı almak için bir kitapçıya girer. Kitapçıya hangi amaçla geldiklerini söylediğinde adam şöyle der: “Aradığınız kitab bizde mevcuttur; fiyatı ise 50 riyaldir. Yalnız siz Türkler’e hayret ettiğimi bildirmek isterim. Gelen-giden kırâat kitabı soruyor. Kur’an’ın tilâvetiyle uğraştığınız kadar niçin tefsiriyle meşgul olmuyorsunuz?”
Hocaefendi gayet vakur bir şekilde:
- Efendim! Biz tefsir de okuruz.
- O halde açacağım bir sahifeyi tefsir edin de göreyim. Hem tefsir etmede muvaffak olursanız kitapları size 30 riyalden vereceğim.
- Peki, aç bakalım.
Dükkan sahibinin açtığı yer Âl-i İmran Sûresi’nin ikinci sahifesidir. Muhterem üstad “İnnellezîne keferû len tuğniye anhum…”(6) diye başlayan sahifeyi okuyup ortasına kadar tefsir eder. Hem öyle ki, tefsir ettiği her kelimede birkaç mesele izah eder. Şaşkınlığını gizleyemeyen kitapçı: “Efendim siz büyük bir âlimsiniz. Üçünüzün kitaplarını da otuzar riyale indirdim. Fakat yanınızdaki talebeleriniz de tefsir edebilirlerse fiyatı daha da indireceğim.” der. Bunun üzerine Kamil Efendi, “zuyyine linnâsi…” diye başlayan ayeti tefsir eder. Kitapçı, fiyatı 20 riyale indirir. Mustafa Efendi de son ayeti izah edince adam kitapları 10 riyale düşürür. Böylece Hocaefendi ve talebeleri kitapları onar riyal ödeyerek satın alırlar.

Sabır ve Tahammülü
Merhum Üstad, sakin ve sabırlı bir mizaca sahipti. Öğrencilere karşı gösterdiği sabır ve tahammülü başkalarından da esirgemezdi. Ders esnasında yanına gelip oturan, hatta bazen yatan köylülere hoşgörü ile muamele eder, onların olur olmaz, yerli yersiz itirazlarına kızmadan, sabırla karşılık verirdi.
Hocaefendi, kitap bitirme esasına dayalı olan medrese usûlüne göre ders verir, malüm kitapları sırasına göre okuturdu. Bir gün, bu eserler arasında önemli bir yere sahip olan Birgivî’nin İzhar isimli nahiv kitabından “Zeydun kaimun/Zeyd ayaktadır.” örnek cümlesi çerçevesinde mübteda ve haber bahsini anlatırken, zaman zaman yanında oturan ve bu örneği ezberleyen bir köylü, “Yahu hocam, bu Zeyd hep ayakta mı durur, hiç oturmaz mı” deyince, merhum üstad, “Evet efendi; bizim Zeyd bu meselede hep ayakta durarak vazife görür.” der.(7)
Yine merhum Hoceafendi, Haseki’de Kırâat dersi okuttuğu yıllarda bir gün Fatih’te İsmailağa Camii’ne, talebesi Muhterem Mahmut Efendi’yi ziyarete gider. Şadırvanda rastladığı bir derviş, Hocaefendi’ye, sakalın fazileti ve nasıl olması gerektiğinden bahseder, sakalının kısa olması hasebiyle de onu azarlar. Hocaefendi bu cahil dervişe kızmak şöyle dursun onu tasdik eder mahiyette, “Efendi doğru söylüyorsun, sakal dediğin gibi olmalıdır” der. Sonra bu derviş camiye girer ve Muhterem Mahmut Efendi’nin ders halkasına oturur. Bir müddet sonra merhum üstadın geldiği Mahmut Efendi’ye haber verilir, hemen ayağa kalkar, büyük bir hürmetle hocasını karşılar, elini öper ve oturduğu yeri ona takdim eder. Bu duruma hayretle şahit olan derviş, Mahmut Efendi’nin karşıladığı, elini öpüp yer verdiği kişinin şadırvanda azarladığı şahıs olduğunu anlayınca utancından ne yapacağını bilemez. Namazdan sonra Hocaefendi’nin yanına yakalaşır, elini öper ve kendisini affetmesini istirham eder. Merhum üstad bir baba şefkatiyle, “Efendi, söyledikleriniz doğru idi; sakalım uzun olsa daha iyi olurdu.” diye mukabelede bulur.

Hakkında Talebelerinin Şehadeti
Merhum Aşıkkutlu hocamız, Peygamber ahlâkını hayatına hakim kılan bir ilim adamıydı. Ömrü boyunca, zor şartlar altında yılmadan, yıkılmadan Kur’an-ı Kerîm hizmetine devam etti; Allah Teala’nın kitabına varis oldu ve varis olacak binlerce talebe yetiştirdi. Bu talebelerin her biri, onun nasıl bir alim olduğunun şahididir. Onların hizmet ve himmeti üstadın kadr ü kıymetine ve manevi makamına işaret etmektedir.
Onun İslâm ve Kur’an uğruna yaptığı hizmetlerin önemine dikkat çeken muhterem Mahmud Efendi, hakkında şunları söylemektedir: “Biz ona öğrenci olmakla şereflendiğimizde hafızdık, ama Kur’an-ı Kerîm nasıl okunur, doğru dürüst bilmiyorduk. O yetişinceye kadar birçok hafız, “ve in yesteğîsû yuğâsû”yü “ve in yesteğîşû yuğâşû” diye, yani “peltek se” harfini “şin” olarak okurdu. Hafızlar, Kur’an-ı Kerîm’i bihakkın doğru okumayı ondan öğrendi. Onun üzerimizde büyük emeği vardır.”
Muhterem Mahmud Efendi devamla şöyle demektedir: “Vefatından sonra bir gece onu rüyamda gördüm, başında büyük bir sarık, üzerinde Osmanlı cübbesi vardı. Bu durum beni ziyadesiyle memnun etmişti. Merhum Hocam, bu kıyafetiyle alakalı olarak, ‘Kur’an-ı Kerîm’e yaptığımız hizmetten dolayı Allah Teâlâ ahirette de bize bu sarığı hediye etti. Burada sarıkla dolaşacaksın, kimse karışamaz.’ dedi.”

Bir Müşâhade
Merhum Üstad’la altı defa hacca giden Kamil Efendi, hacıların hizmeti dışında kalan zamanlarda üstadla birlikte olmaya gayret ederdi. Böyle bir esnada Hocaefendi, Kamil Efendi’ye beraber tavaf etmek istediğini söyler. Tavaf mahalline inerler ve birlikte tavaf ederler. Hocaefendi’nin bir kolunda rahatsızlık olduğundan dolayı tek başına Haceru’l-Esved’e gitmekte güçlük çeker, bir talebesi ile birlikte orayı ziyaret ederdi. Kamil Efendi Haceru’l-Esved’e doğru üstada yol açmak isterken bir de ne görsün, Haceru’l-Esved’e üç-dört metre kala önleri açılmış, diğer taraflarda ise izdiham devam etmektedir. Üstad yaklaşıp Haceru’l-Esved’i öper, ardından tekrar bölge eski kalabalık haline döner.(8)

Vefatı
Üstad, 1980 yılının 28 Ağustos Perşembe günü Hakk’a yürüdüğünde, geride Ehl-i Kur’an ve ilim sahibi binlerce talebe bırakmıştı. 31 Ağustos Pazar günü Of/Uğurlu’daki cenaze merasimine eski başbakanlardan muhterem Necmeddin Erbakan gibi dönemin önemli bazı siyasetçileri de dahil olmak üzere, Türkiye’nin her yanından akın eden on binlerce kişi iştirak etti. Cenaze namazını talebesi muhterem Mahmut Efendi kıldırdı. Cenazesi yarım asır civarında görev yaptığı Uğurlu Merkez/Büyük Camii avlusuna defnedildi. Allah Tealâ kabrini Kur’an’ın nuruyla pürnûr, mekânını cennet, makamını âlî eylesin. Âmin.

Dipnotlar:
1: Neml (27), 59
2: Fâtır (35), 32
3: Fatır (35 ): 32
4: Yazıya katkıda bulunan Merhum Üstad Mehmet Rüştü Aşıkkutlu’nun yeğeni Emin Aşıkkutlu Bey’e teşekkür ederiz.
5: Kur’an, Hicr(15): 9.
6: Âl-i İmran (3): 10-15.
7: Erbabına malumdur ki, bir mesele anlatılırken verilen örnekler genelde aynı ya da birbirine yakın olur ki, bu örnekler kolay ezberlensin, böylece anlatılan mesele rahat anlaşılsın.
8: Benzer durum, başka talebeleri tarafından da müşahede edilmiştir.

]]>
http://inkisaf.net/sayi-10/reisul-kurra-mehmet-rustu-asikkutlu-1901-1980.aspx/feed
RAVİYETU’L-ASR: İMAM KEVSERÎ 1 http://inkisaf.net/sayi-10/raviyetul-asr-imam-kevseri.aspx http://inkisaf.net/sayi-10/raviyetul-asr-imam-kevseri.aspx#comments Tue, 26 May 2024 11:03:50 +0000 admin http://inkisaf.net/?p=1044 İhsan ŞENOCAK32
İnsanlar gibi ilmin de vatanı vardır. Hz. Adem’le yeryüzüne gelen ilim, peygamberlerin bulunduğu noktalardan taliplilerinin olduğu şehirlere doğru bazen yayılmış bazen de gördüğü tazyik yüzünden hicret etmek zorunda kalmıştır. Nitekim risaletle birlikte önce Mekke, ardından Medine ilmin merkezi olmuş, ilerleyen yıllarda isnad-16Küfe, Mısır, Şam gibi şehirlere de yayılan ilim, zamanla bu bölgelerden daha kuzeye doğru kaymış Merv, Serahs, Buhara, Semerkand gibi merkezlere hicret etmiştir. Moğol saldırısı, ilmin yön değiştirmesine, Anadolu üzerinden İstanbul’a hicret etmesine vesile olmuştur. Alim, medrese ve kütüphaneleriyle İstanbul, geçtiğimiz asra kadar ilmin en güçlü olduğu bir kaç şehir arasında yer almıştır.
Yakın dönemde İstanbul’un yaşadığı acı tecrübeler ilmin, alimlerle birlikte buradan hicret etmesine ve asırların mahsulü olan zengin ilmi birikimin de zayi olmasına yol açmıştır. İstanbul’un bu çerçevede kaybettiği hazinelerden biri de Meşihat’ta “ders vekilliği” makamında bulunan Muhammed Zahid Kevserî(1879-1952)’(1)dir. Kevserî istibdadın hüküm sürdüğü İstanbul’da ilim ve fikir hürriyeti gibi kendi hayatının da tehdit altında olduğunu görünce, ilmî ortamın daha canlı ve özgür olduğunu düşündüğü Mısır’a hicret eder. Ne var ki sahih İslami düşüncenin muarızları burada da boş durmaz, devlet erkanı nezdinde çeşitli girişimlerde bulunup Kevserî’nin Mısır’dan sürülmesini talep ederler; fakat bir netice alamazlar.
Kevserî, İstanbul’un susturulması ile İslam aleminde tek kalan Kahire’de, notlarla neşrettiği yazma eserlerle, telif ettiği makale ve kitaplarla bütün İslam alemine hitap etme imkanı bulur. Yeni neslin sahih bir akide üzerine yetişmesine katkı sağlar. Farklı alim ve talebeler tarafından kendisine yöneltilen müşkil sorulara doyurucu cevaplar verir; ya da onları gerekli bilgiyi verecek kaynaklara havale eder. O, hayatı boyunca, modernite ile mücadele eden saf zihinler için kurtarıcı bilgileri sunan bir sığınak, kıymetli kitapları barındıran bir kütüphane işlevi görür. İslami ilimler hafızı olarak, medeniyete muhafızlık yapar.
Mısır’a (1922) hicret etmesinden sonraki süreçte hadisten kelama, fıkıhtan tarihe, akaitten tasavvufa kadar bir çok alanda telif ve tahkik ettiği eserlerinde tecdid ve ıslah kavramları adı altında yürütülen dayatmacı yaklaşımı reddeder. İslam’ın özünden uzaklaşmaya sebep olan yenilenmenin dini tahrif etmek anlamına geldiğine vurgu yapan Kevserî, yenilenmenin dinin özünden taviz vermeden İslami prensipler çerçevesinde olması gerektiğini savunur.
Kevserî, fıkıh ve hadiste “imam” seviyesinde, diğer ilimlerde de ileri derecede bilgiye sahipti. İbn Cerîr et-Taberî için söylenen şu ifadeleri Onun için de kullanmak mübalağa olmayacaktır: “O Kur’an’a o derece vakıftı ki (tefsir yaparken) muhatapları onu, bütün zamanını Kur’an’a adamış bir müfessir(2) , (hadis rivayet ederken) sadece hadis bilen bir muhaddis, fıkıhta sadece fıkıh bilen bir fakih, nahivde sadece nahiv bilen bir dilbilimci ve hesapta ondan başka bir şey bilmeyen bir hesap uzmanı zannederlerdi.(3)”
Üstad Muhammed Avvame yukarıdaki teşbihi destekler mahiyette şöyle demektedir: “Kevserî ilmi yükselten adamdır. Hem hadiste hem usulde büyük bir muhakkiktir. Mezhepte, mukayeseli fıkıhta, akidede, eski ve yeni felsefede, edebiyât, şiir, tarih, bunun yanında ahlak, tasavvuf ve seyr sulûk’ta,… imamdır.”(4)
Ebû’l-Vefa el-Afganî, onu muhakkik alimler için kullanılan, aynı zamanda da kişinin ihtisas alanı ile alakalı bilgi veren şu vasıflarla zikreder: “Allâme, Muhakkik, Mudakkik, el-Fakîhu’l-Kebîr, el-Muhaddisu’ş-Şehîr Mevlanâ Şeyh Muhammed Zahid el-Kevserî”(5) benzer ifadeleri birkaç fazlasıyla Kevserî nisbesiyle anılmakla iftihar eden Ebû Gudde de kullanır.(6)
Ezher Üniversitesi Arap Dili Fakültesi dekanı Muhammed Receb el-Beyyumî temel İslami ilimlere vukûfiyeti, yazdığı konularda doyurucu bilgiler vermesi, ilmi tek başına omuzlayacak kudreti haiz olması, akranlarına göre üstünlüğü gibi özelliklerinden dolayı Onu; “Raviyetü’l-Asr” “Eminü’t-Türasi’l-İslâmî” (7) olarak niteler.
Kevserî’nin bihakkın takdir edilemediğinden şikayet eden Muhammed el-Bennûrî, çeşitli dergilerde tab’ edilen makale ve mukaddimelerini bir araya getirmek istediğini, bunu merhuma da arz ettiğini söyler. Bennûrî, daha sonra Rıdvan Muhammed Rıdvan’ın bir araya getirip tab’ ettiği “Makâlât’a yazdığı mukaddimenin ilk sayfasında Kevserî’ye atıfta bulunmak maksadıyla İbn Sa’d’ın “Tabakât”ından büyük tabii Mesruk’un Abdullah b. Mes’ud hakkındaki bir değerlendirmesini nakleder. Mesruk şöyle demektedir: “Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün çok sayıda ashabı ile birlikte oldum. Benim nazarımda onlar kendilerinden insanların su ihtiyaçlarını giderdikleri göller (ihâz) gibiydiler. Şöyle ki: O göletlerden bazısı bir, bazısı iki, bazısı on kişinin susuzluğunu giderecek çapa sahipti. Yine bazıları vardı ki, bütün yeryüzü halkı onun başında toplansa hepsini suya kandırıp geri gönderir. Bana göre Abdullah b. Mes’ud (radiyallahu anh), böyle bir göldür.” Bennurî devamla şöyle der: Bu değerlendirme günümüzün “Muhakkiku’l-Asr”’ı (asrın muhakkiki) Zahid el-Kevserî’ye tam uymaktadır.(8)
Üstat Muhammed Avvame; “Allah Teala’nın ilim için yarattığı adam” olarak nitelediği Kevserî ile alakalı Halep müftüsü Esad el-Ebedî’nin; “İki yüz senedir dünyaya Onun gibi bir alim gelmemiştir.” dediğini nakletmektedir. Yine Mustafa Zerka’nın da şöyle dediğini bildirmektedir: “Allah Teala bu ümmete zaman zaman istisnai kişiler gönderir. İşte Kevserî de onlardandır. İlim bazen azalır; yer yüzünden çekilir; bu istisnai kişilerle tekrar yükselir.” (9)
Mustafa Sabri Efendi de Kevserî gibi bir ders vekiline sahip olduğundan dolayı muasırları olan şeyhulislamlara karşı iftihar eder. O, Fatih Medreseleri’nin Ezher’e karşı “Te’nibu’l-Hatîb” ve “en-Nüketu’t-Tarîfe” gibi her türlü övgüye layık eserlerin müellifini yetiştirmek ve müderris olarak bağrında tutmakla haklı bir gurura sahip olduğunu söyler. Yine Kevserî’yi, hadis ve fıkıh okyanusunda benzeri olmayan dalgıç olarak niteler.(10)
Kevserî’yi tasvib edenler gibi, insaflı bir şekilde eleştirenler de Onun ilmi ehliyetini takdir etmişlerdir. Nitekim Ona karşı “et-Tenkîl”i kaleme alan Muallimî(11) , tahkikli olarak neşrettiği İbn Ebî Hatim er-Razi’nin “el-Cerh ve’t-Ta’dil”ine yazdığı mukaddimenin sonlarında şunları söyler: “Büyük alim üstat Muhammet Zahid el Kevserî –Allah ömrünü uzatsın- ‘Takdimet-ü Cerh ve’t-Ta’dil’in İstanbul’daki Murat Molla kütüphanesinde bir nüshasının bulunduğunu bildirmektedir. Allah ondan razı olsun, Allah onu ilme hizmette ve ilmi yaymada muvaffak eylesin.” (12)
Muhammed Ebû Zehre (1898-1974) de, “el-İmâmu’l-Kevserî” başlıklı makalesinde Ondan 11 defa “imam”(13) olarak bahseder.
Kevserî’yi tenkit eden mutaassıb kişiler ilmi kudreti karşısında yetersiz kaldıklarını fark edince hiçte ilmi olmayan bir yola başvurup Onu İbn Ebî Şeybe, Hatib el-Bağdadî, Cüveynî gibi alimlerin eserlerinin İmam Ebû Hanife ile alakalı bölümlerine(14) reddiye yazması ve bir haksızlığın giderilmesini temin etmesinden dolayı “mutaassıb” olarak itham ederler.
Kevserî’nin reddiye yazdığı alimler arasında yer alan İbn Ebî Şeybe; el-Musannef adlı eserinde İmam Ebû Hanîfe’nin hadislere muhalefet ettiğini özel bir bölümde sıraladığı 125 konuda isbatlamaya çalışır. Kevserî, el-Musannef’in Ebû Hanife ile ilgili bölümü tab’ edilince haksız ithamlara cevap vermeyi ihkak-ı hak görür ve “en-Nüketu’t-Tarife”(15) yi kaleme alır. Fakat Ezher Şeyhi Mustafa Abdurrezâk’a verdiği raporda Ezher’de okutulmasını istediği kitaplar arasında İbn Ebî Şeybe’nin “el-Musannef”ini de zikreder.(16) Onun bu teklifi, tenkit ettiği alimlere karşı mutaassıb bir tavır içinde olmadığını göstermektedir.
el-Bağdadî’de, “Tarih-u Medineti’s-Selam/Bağdat” adlı hacimli eserinin XV. cildinde; “Eğer Allah Resulü bana ya da ben Ona yetişseydim, muhakkak ki peygamber bir çok görüşümü kabul ederdi.”(17) ; gibi hiçbir müslümanın söyleyemeyeceği ifadeleri Ebû Hanife’ye isnat eder. Yine Ebu Hanife biyografisinin son bölümünde İmam’ın “Deccal” olduğunu iddia eden rivayetleri(18) nakleder. Kevserî’nin, yukarıdaki itham ve iddiaların sahibi el-Bağdadî’ye, “Te’nibu’l-Hatib” adlı eseriyle cevap vermesi ya da “Köpek derisinden yapılan elbise içerisinde, şarapla abdest alıp ardından da işte bu Hanefîlere göre caiz olan namazdır.” diyen el-Cüveynî’ye karşı “İhkâku’l-Hakk”(19) ı kaleme alması ilmi kudrete sahip mutedil her alimin ilim adına ifa etmesi gereken bir vazifedir. Ayrıca O, bu reddiyeleriyle, Ebû Hanife karşıtı kitapları mezhepsizlik hareketinin gerekçeleri arasında gösterip masum insanları ideolojilerine taraftar yapmak isteyenlerin istismarlarının da önüne geçmeyi amaçlamıştır. Bunda başarılı da olmuştur.(20)
Kevserî etraflı bir ilmin yanında son derece güçlü bir hafızaya da sahipti. İstanbul ve Şam’da mütalaa ettiği yazma eserler, üzerinden yıllar geçmesine rağmen neyin nerede olduğunu birkaç gün önce mütalaa etmiş gibi hatırlar, talebelerine naklederdi.isnad-17
Alimlere ait değerlendirmeler ve Ebû Zehre’nin notlarla çevirisini yaptığımız makalesi Kevserî’nin ulema nezdindeki yerinin neresi olduğunu tayin etme hususunda önemlidir.
Kevserî’nin keşfedilmesi, İstanbul’un bir asır önceki ilmî birikiminin ve İstanbul’dan yaşanan beyin göçünün ne derece kapsamlı olduğunun anlaşılmasına da vesile olacaktır.
Hiç şüphesiz İstanbul, hicret eden alimlerle kaybettiği ilmî kimliğini ancak onların mirasına sahip çıkan nesli yetiştirerek kazanacaktır.

Dipnotlar:
1: 1879 yılında Düzce’de babası Hacı Hasan Efendi adıyla anılan köyde dünyaya gelen Muhammed Zahid el-Kevserî ilk tahsilini şehrin alimlerinde yaptı. Eğitimine devam edebilmek amacıyla 1893 yılında İstanbul’a gitti. 1906’da Fatih Camii’nde ders vermeye başladı. Daha sonra Kastamonu da kurulan medreseye tayin edildi. Üç yıl sonra zorlu bir deniz yolculuğunun ardından İstanbul’a ulaşan Kevserî ders vekili sıfatıyla Beyazıd Medresesi’nde dersler verdi. 1922 yılında ailesine dahi bildiremeden Mısır’a hicret etmek zorunda kaldı. Ezher Üniversitesi yakınlarında ikamet eden, özel dersleri yanında telif ettiği eserleriyle de ilim dünyasını derinden etkileyen Kevserî 1952’de Kahire’de vefat etti, Karafe Kabristanlığına defn edildi. Bkz. Ahmed Hayrî, el-İmamu’l-Kevserî, Kahire, 1999.
2: Yani tadat edilen ilimlerde o derece etraflı bilgi sahibi idi ki, muhatapları Onu bütün zamanını sadece bir ilme ayırmış zannederlerdi.
3: İbrahim Muhammed Selkînî, “Hayatu’t-Taberî”, (el-İmamu’t-Taberî içerisinde), Beyrut, 2024, s. 37.
4: İhsan Şenocak, Muhammed Avvame: “İmam Zahid Kevserî ile Alakalı Her Türlü Soruyu Cevaplamaya Hazırım”, İnkişaf Dergisi, Bahar, 2024, sy. 9, s. 39.
5: Ebû Bekr Muhammed es-Serahsî, Usûl, (Ebû’l-Vefâ el-Afganî’nin takdim yazısı), Beyrut, 1993, I, 8.
6: Zafer Ahmed et-Tahânevî, Kavâid fî Ulûmi’l-Hadîs, (Ebû Gudde’nin takrizi), Kahire, 2024, s. 13.
7: Muhammed Zahid el-Kevserî, Mukaddimâtü’l-İmam el-Kevserî, (Muhammed Receb el-Beyyumî’nin takdim yazısı), Beyrut, 1997, s. 19 vd..
8: el-Kevserî, Makâlât, (Muhammed Yusuf el-Bennûrî’nin takdim yazısı), Kahire, ty., s. 3.
9: Şenocak, a.g.e., s. 39.
10: Bkz. Mustafa Sabri, Mevkifu’l-Akl-i ve’l-İlm-i ve’l-Alem min Rabi’l-Alemîn, (Dip. not: 1-2) Beyrut, 1981, III, 393.
11: “et-Tenkîl’le alakalı değerlendirmeler için bkz. Şenocak, a. g. e., s. 34-36.
12: Şenocak, a. g. e., s. 34-35.
13: Hafız, hüccet ve hakim kavramlarını ihtiva eden alime “imam” denir. İmam, müçtehit anlamında da kullanılmaktadır.
14: Cüveyni’nin Müğîs’ul-Halk fî Tercîhi’l-Kavl’il-Hakk adlı eseri müstakil bir kitaptır.
15: el-Kevserî, en-Nüketu’t-Tarîfe fi’t-Tahaddüs-i an Rudûd-i İbn Ebî Şeybe alâ Ebî Hanîfe, Kahire, 1365.
16: el-Kevserî, Makâlât, a.g.e., s. 485.
17: Bağdadi, a.g.e., XV, 532.
18: Bağdadi, a.g.e., XV, 532.
19: el-Kevserî, İhkâku’l-Hakk bi İbtâli’l-Batıl fî Müğîsi’l-Halk, Kahire, 1988.
20: Ebû Hanife’ye yöneltilen eleştiri ve ithamların tahlil ve cevabı için bkz. İhsan Şenocak, Bütün Zamanların Müctehidi: Ebû Hanîfe, İnkişaf Dergisi, Haziran-Ağustos, 2024, sy. 6, s. 23-26.

]]>
http://inkisaf.net/sayi-10/raviyetul-asr-imam-kevseri.aspx/feed
DOĞUNUN CENNETİ’NDE ZAMANI AŞAN GERÇEKLER http://inkisaf.net/sayi-10/dogunun-cennetinde-zamani-asan-gercekler.aspx http://inkisaf.net/sayi-10/dogunun-cennetinde-zamani-asan-gercekler.aspx#comments Tue, 26 May 2024 09:48:18 +0000 admin http://inkisaf.net/?p=1032 İhsan ŞENOCAK61
Şam, Bağdat ve İstanbul İslam Medeniyeti’nin üçüz kardeşleridir. Şam, “Doğu’nun Cenneti”; Bağdat, “Selam/Barış Yurdu/Medinetu’s-Selam ”; İstanbul ise “İslam’ın Zafer Kürsüsü” dür. İslam Medeniyeti’ne aidiyet noktasında bu şehirlerin en kadimi Şam, en genci İstanbul’dur. Büyükler küçüklerin “halâsına” yardımcı olurlar. Bu yüzden İstanbul’u küfürden kurtarma teşebbüsü, ilk olarak içerisinde Ebû Eyyüb, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas (radiyallahu anhum) gibi büyük sahabiler de olan Şam’ın idaresindeki İslam ordusuyla gerçekleşmiştir. Hazreti Fatih’le kurtulan İstanbul, ilerleyen yıllarda İslam’a hizmette kendinden daha kıdemli olan Şam ve Bağdat’a manevi ağabeylik yapmıştır.
İstanbul, Şam ve Bağdat müslümanların farklı dönemlere ait mühim hatıralarına sahip olmaları itibariyle “Medeniyetin Hafızası” hükmündedirler. Sahabe, tabiûn ve sonraki kuşaklara ait çok sayıda alim, abid ve devlet adamının “Zikrâ/Hatıra”larına ev sahipliği yapmışlardır. Zaman tünelinden maziye yürüyüp o mübarek anlara tanık olmak ya da “gifa nebki min zikrâ habibin ve menzili…” deyip sevgilinin ve evinin hatırası önünde ağlayıp dökülen gözyaşlarıyla ruhumuzu temizlemek için Bağdat ve İstanbul gibi Şam’a da rıhle yapmak gerekir. Bu rıhleyi aziz kılan en kıymetli zikrâ/hatıra, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve selem)’nün risaletten önce iki defa teşrif ettiği Busra’nın, kadim Şam’ın sınırları içerisinde yer almasıdır. Bu cihetle Şam’a rıhle “sıla”dır. İstanbul’un Şam’a en esaslı rıhlesi, “Hadimu’l-Haremeyn Hazreti Selim”le başlar. İstanbul’u manen olduğu gibi madden de İslam coğrafyasına bağlayan bu sıla, II. Abdulhamid’in “Hicaz Demir Yolu”nu Şam’dan geçirmesi ile yinelenir. Özellikle İstanbul medreselerinin kapatılması sonrasında Anadolu’dan Şam’a ilim yolcuları meşakkatli rıhleler yapmıştır. Sayıları sınırlı olan bu yolcular arasında Muhterem Mehmed Savaş ve Halil Günenç Hocalarımızın da olması “sılamız”a farklı bir boyut kazandırmaktadır.isnad-24

Bir pazar günü fecirle yola çıktık, ertesi gün sabah namazını Şam yakınlarında bir kasabada kıldık. Şam’a vardığımızda güneş henüz doğmaktaydı. Mehmed Ali kardeşle “Bilal Mescidi”nde buluşup Şam ziyaretine “bismillah” dedik.
Vail Hanbelî
Kuşluk vakti Şam’lı Vail Hanbelî ile tanıştık. Vail; Şam’ın meşhur ve muteber alimi Şeyh Abdurrazzak el-Halebî başta olmak üzere bir çok ilim adamının ders halkalarında bulunmuş; İbn Abidîn, Ğumarî, Kevserî gibi çağımıza yakın olan ya da bizden birkaç kuşak önce yaşayan alimlerin talebelerinden farklı içeriklerde icazetler almış; halen İbn Âbidîn’in “Reddu’l-Muhtar”ını notlarla neşreden heyetin azaları arasında yer alan genç ve gayretli bir hoca. “İnkişaf”ı tanıdığını söyleyen Vail Hoca, ilgisini çeken bazı makaleleri Şam’da okuyan Türk öğrenciler vasıtasıyla mutalaa ettiğini belirtti.

Camiu’t-Tevbe
Öğle namazını Hanefilerin mescidi olarak bilinen “Camiu’t-Tevbe”de kıldık. Bu camide yıllarca meşhur Şam fakihleri Kudurî, Muhtar, Kenz, Vikaye gibi “Mutun-u Mu’tebere” olarak bilinen Hanefî mezhebinin meşhur metin kitaplarını ve bunlar üzerine yazılan şerhleri okutmuşlar. Duvara asılan bir levhaya 1800’lü yıllardan 2024’e kadar camide imam-hatip ve müderris olarak görev yapan hocaların ismi, görevi, doğum ve vefat tarihleri yazılmış. Levhada -ilerleyen sayfalarda müstakil bir başlık altında göreceğimiz- Abdulvahhab el-Hafız (1892-1969)’ın adı da var.
Namazdan sonra merhum Salih Farfur’un talebelerinden Şeyh Ahmed Ramazan’la görüştük. O da mezkur camide yıllarca ders okutmuş. Yaşlılıkla gelen zaafiyetten dolayı artık ders okutamadığını, bu yüzden sadece irşat hizmetleriyle meşgul olduğunu söyledi. Şam’da önemli bir nüfuza sahip olan Şey Farfur’un öğrencileri arasında Türklerin de önemli bir yekün teşkil ettiğini belirten Şeyh Ahmed, yaşadıkları güzel günlerin hatırına Türk arkadaşlarının isimlerini unutmamış.
Şeyhle davet usulü, davetçi ve davet edilen muhatabın doğru bir şekilde tanımlanmasının hedefi direkt olarak etkilediğini, davetçinin “Hal Dili”nin hizmet karnesini iyileştiren önemli bir unsur olduğunu, sahabenin bu dilin gücüyle kısa zamanda İslam’ı İran’dan Kuzay Afrika’ya kadar taşıdığını havi bir dizi konu üzerinde konuştuk.

Kadim Şam’da Kahve
Cami çıkışında Şeyh Vail’in eski bir dostunun dükkanında “hatırı bir ömür” sürecek Şam kahvesi içtik. Kadim Şam’ın büyük bir evin hollerini andıran dar sokaklarında sağlı sollu çeşitli meslek dallarıyla ilgili dükkanlar var. Şehrin ekonomik durumuyla alakalı önemli ayrıntılar veren bu dükkanlar bizde yirmi-yirmibeş yıl önce tarih oldu.
Şamlılar; mütevazi dükkanları, az gelişmiş şehirleri ve dar sokaklarında modern dünyanın yitiği kanaat kültürünü yaşatıyorlar. Sanki şehri geri bırakan fakirlik ruhlarını korumalarına katkıda bulunmuş.

Savaş Hoca’nın Üstadı Abdulvahhab el-Hafız
isnad-25Muhterem Mehmet Savaş Hocamız’ın ders esnasında zaman zaman sitayişle bahsettiği Hocası, Şam’da “İkinci Ebû Hanife” olarak bilinen Şeyh Abdulvahhab el-Hafız’ın metruk evi önündeyiz. Karşımızda virane halde duran bu ev, bir zamanlar ulemanın “Hacet Kapısı” imiş. Yusuf en-Nebhanî gibi yakın dönemin önemli alimleri bu evi ziyaret eder, Şeyh’in ilminden müstefid olurdu. Burada, zor meseleler karara bağlanır, burada Savaş Hoca gibi fakihler yetişirdi.
Beş-on dakika kadar evin önünde durup arkadaşlara Merhum Şeyh’le alakalı Muhterem Hocam’dan dinlediğim hatıralardan kesitler anlattım. Bir alimin yaşantısı ve talebelerine karşı davranışının nasıl olması gerektiği ile ilgili önemli ayrıntılar içeren hatıralardan birkaçını muhtasar olarak sizlerle de paylaşmak isterim. Muhterem Hocamız, Şeyh Abdulvahab el-Hafız’dan imamlık yaptığı caminin odasında sabah namazından sonra ders okurmuş. Şeyh, kış mevsimlerinde; “Çocuklar! Buraya soğuk kış günlerinde uzak mesafelerden geliyorsunuz. Ben size gelmeyin diyemem, bu kapıyı kimseye kapatamam. Hem de siz Türkler, mayın tarlalarını çiğneyip, anasını babasını geride bırakıp, ilim için kapımı çaldığınıza göre bana düşen sizi evimde okutmaktır.” der, hocamıza bir arkadaşıyla birlikte evinde ders verirdi.
Hocamız, Merhum Şeyh’in kendilerine karşı iyi muamelesi ile alakalı şunları söylerdi: “Şeyh her sabah kendi çocuklarına harçlık olarak ne verirse bize de aynısını takdim ederdi. Tavırlarımızdan maddi sıkıntı içerisinde olduğumuzu anladığında, bize; ‘Evladım! Bugünlerde halsizim, benim yerime öğle, ikindi ve akşam namazlarını üç gün kıldıracaksın. Devlet bana imamlık için değil, camiye gidip gelmem için şu kadar ücret ödüyor, ben camiye gitmediğime göre bu para senin hakkındır.’ der, peşinen o günlerin parasını bize cep harçlığı olarak verirdi. Yalnız bir şartı vardı: ‘bakın evladım, soğuk kış gününde neneniz ya da anneniz yaşında olan hanımımı ikinci odaya gönderiyor size burada ders okutuyorum. Bir tâlib-i ilim gelir, Allah rızası için sizden ders okumayı talep ederse onu geri çevirmeyeceksiniz. Çevirecek olursanız hesabımız büyük olur. Sizden tek arzum budur, başka bir şey beklemiyorum,’ derdi. “O, öğrencilerin hem hocası, hem de manevi babasıydı. Suriye devleti nezdinde onların hukukunu müdafaa eder, sıkıntılarını çözmek için gayret gösterirdi.”
“Üstat zenginler davet ettiği zaman gitmemek için nazlanır, fakir birisi çağırdığında ise ‘sadece şunu yaparsan gelirim.’ der, şartlı olarak onların davetine icabet ederdi. Öyle zamanlar olurdu ki, Üstat bizden bakkal borcu için 5 lira ödünç para isterdi. Bunu söylerken de ceplerinin her biri zenginlerin kendisine fakirlere dağıtmak üzere emanet ettiği paralarla dolu olurdu. Bir gün kendisine; ‘hocam! Size bu parayı ihtiyaç sahiplerine verin’ dendiğine ve siz de muhtaç olduğunuza göre bu paradan fıkhen almanızda bir sakınca var mı? dedim. Üstat, ‘Bazı yardım sahipleri; “uygun gördüğünüz muhtaçlara verin” diyor, ondan alabilirim ama bana fakirlere dağıtılmak üzere verilen paraya uzanan o eli kesmeyi tercih ederim’ derdi. Ve hiç bir zaman o paralardan almazdı.”
“Üstadın özellikle ‘şartlar ne olursa olsun ilim için gelen talebeyi geri çevirmeyeceksiniz’, sözünü hiç unutamam. Eğer beş kuruşluk bir sadaka verip bir ameli salih yaptığıma inanırsam annem, babam ve özellikle Hocam Abdulvahhab el-Hafız’ın ruhunun haberdar edilmesini niyaz eder, her seferinde dualarımda onu yad ederim.”
Kadim Şam’ın ilim üslerinden olan bu virane evden yad edilen nice güzel hatıraların heyecanıyla ayrılıp, bir zamanlar yazma eserleriyle bilinen fakat yakın dönemde bütün yazmaları “Esad Kütüphanesine” nakledilen “el-Mektebetu’z-Zahiriyye/Zahiriye Kütüphanesi”ye geldik.

el-Mektebetu’z-Zahiriyye
isnad-26Kütüphaneler medeniyetlerin hafızalarıdır. Medeniyetlerin muhafızları da kütüphanelerde yetişir. Kütüphaneler medreselerin mutfağıdır. Medresenin olmadığı yerde kütüphaneler kitapların defnedildiği görkemli kabirlere dönüşür. Kütüphane insana hafızayı ve muhafızı hatırlatır. Şam’daki “el-Mektebetu’z-Zahiriyye/Zahiriye Kütüphanesi” ise ilk iki kelimeye ek olarak ilim yolunda yapılan rıhleyi ve çekilen çileyi de hatırlatmakta.
Mısır’a hicret ettikten sonra birkaç defa Şam’a gelen Kevserî, Ebû Gudde’nin anlattığına göre gündüz kütüphanede yazma eserleri mutalaa eder, gece ise Türkiye’den bir arkadaşıyla birlikte kiraladıkları otel odasında kalır. Paraları bitince arkadaşı para bulabilmek için ayrılır, yalnız başına parasız pulsuz kalan Kevserî gece yiyeceği olmadığı için aç yatar. Ertesi sabah açlığı daha da artmış halde kalkar, her zamanki gibi kütüphaneye gider. Akşama kadar orada kitaplarla meşgul olur böylece az da olsa açlığını unutur. Akşam odasına döner, yine bir şey yiyemeden yatar; sonraki günün sabahında aynı şekilde kalkar ve yine kütüphaneye gider. Bu durum üç gün bu minval üzre devam eder. Sonunda İstanbul’dan bir arkadaşının gönderdiği bir miktar para yardımına yetişir. Kevserî Şam’da üç gün aç dolaşır ne kimseye halini belli eder ne de kimseler Onun halinden anlar. Mustafa Sabri Efendi’nin şu ifadesi yaşanan halin ümmetle alakalı yönünü ne güzel özetlemektedir: ‘Gandi açlık orucuna girince İngiliz hükümeti korkuya kapılmıştı, Şeyhulislam ve Vekili günlerce aç doluştı, ümmetin haberi bile olmadı.’ Kevserî açlığını kitaplardan aldığı güçle gidermeye çalıştı. Kütüphanenin önünde bunları konuşurken bir Iraklı yanımıza yaklaştı, elindeki bastona dayanıp doğruldu, nereli olduğumuzu sorduktan sonra Hocaefendi’ye bakarak hepimize: “Ben dua edeyim, siz de amin deyiniz” ricasında bulundu: “Yarabbi Irak’a hürriyet ver. Düşmanlarımızı hezimete uğrat.”, “Amin, amin, amin.”

EMEVİYYE CAMİİ
Halid b. Velid kumandasındaki İslam ordusu Şam(Dımeşk)’a savaşarak girer, Emeviyye Camii’nin (Camiu Benî Ümeyye) bulunduğu yerdeki kilisenin yarısına kadar ulaşır. Ebu Ubeyde b. el-Cerrah (radiyallahu anhuma) ise şehre batı yakasından sulh yoluyla girer, o da kilisenin diğer yarısına kadar varır ve farklı yönlerden gelen İslam ordusu aynı noktada birleşir. Müslümanlar, kilisenin Halid b. Velid’in girdiği bölgede yer alan arsası üzerinde mescid inşa ederler, Ebû Ubeyde’nin bölgesinde kalan kilise bakiyesine ise dokunmazlar. Daha sonra Emevi Halifesi Velid b. Abdulmelik Hristiyanlara verdiği kilise karşılığında bu yeri alıp arsa üzerine bugünkü Emeviyye Camii’ni inşa eder.
Caminin temelleri için kazı yapılırken bir dehlize ulaşılır, kimse içeriye girmeye cesaret edemez ve Halife davet edilir. Heyet halinde dehlize girildiğinde üzerinde Hz. Yahya’nın adı yazılı olan bir sandukaya rastlanır, açılan sanduka içerisinde kesildiği gün gibi sıcacık kanıyla duran Hz. Yahya’nın başı görülür. Sanduka yerinde muhafaza edilir ve üzerine bu gün cami içerisinde yer alan Hz. Yahya Türbesi yapılır.
İbn Battuta’nın haber verdiğine göre ayrıca camide kilitli bir dolap içerisinde Hz. Osman (radiyallahu anh)’ın Şam’a gönderdiği Mushaf da yer almaktadır. Her cuma günü namazdan sonra açılan dolaptan alınan Mushaf, uzun kuyruklar oluşturan insanlar tarafından ziyaret edilir, öpülür. (İbn Battuta, a.g.e., I, 84)
isnad-27Emeviyye Camii’nin içtimai bünyedeki önemine binaen aynı anda pek çok imam, hatip ve müderrisi olmuştur. İbn Battuta Şam’ı ziyareti esnasında camide 13 imamın ve 70 kadar müezzinin görev yaptığını bildirir. Günümüzde de ezanlar aynı anda birkaç müezzin tarafından okunmaktadır. Ayrıca teheccüd vaktinde müezzinler “Salavat-ı Şerife” getirmekte, nat ve şiirler inşad etmektedirler.
Yaşadığı entelektüel kriz neticesinde Nizamiye Medresesi kelam kürsüsünü bırakıp Şam’a hicret eden İmam Gazalî, önce Emevviye Camii’nin bitişiğindeki Hankah’a iltica eder. Dervişler onu tanımadıklarından bu büyük sufiyi kabul etmeye yanaşmazlar. Daha sonra mihrabın sağ tarafında yer alan halen “Abdurrezzak Efendi’nin Odası” olarak kullanılan mekanda uzlete çekilir. “İhya u Ulûmiddîn”i burada yazdığı veya yazmaya başladığı rivayet edilir.
Avluda bir zamanlar içerisinde farklı zamanlara göre ayarlı çeşitli saatlerin yer aldığı “saat kubbesi” var. Bu, İslam medeniyetinin asırlar önceki zenginliği yanında müslümanların “ibnü’l-vakt” şuuruyla yaşadıklarını da göstermektedir. “Bir saatten anlamayanlar, diğer saat çeşitlerinden anlar, böylece insanların “anı” en güzel şekilde yaşamaları temin edilir.” şeklinde düşünülmekteydi.
Büyük yangınlarla zarar gören caminin ilk yenilenmesi Selçuklu Sultanı Melikşah, ikincisi ise II. Abdulhamid tarafından (1896-1902) yapılır.
Caminin kapladığı 7000 m²’lik alan içersinde büyük kumandan Selahaddin Eyyubi’nin türbesi, Hz.Hüseyin’in kızı Seyyide Rukiyye Camii ve Türk Şehitliği bulunmakta. Caminin yanı başında Sultan Abdülhamid Han tarafından yaptırılan ve mimari açıdan İstanbul’daki Kapalı Çarşı’yı andıran Hamidiye Çarşısı, yaklaşık bir kilometre uzunluğundadır.

Ders Halkaları
Emevî Camii tarih boyu ders halkalarına ev sahipliği yapmıştır. Bu yüzden ilim için rıhle yapanlar Şam’a geldiklerinde ilk olarak bu camiye uğrarlardı. Seyyahlar ve tarihçiler camide ders veren çok sayıda muhaddis, fakih ve kurradan bahsetmektedirler.
Zaman zaman inkıraza uğrayan cami dersleri en uzun fetreti, rejimin müslümanları sindirme gayesiyle cami avlusuna tankla girip hutbe irat eden imamı minberde şehit etmesinden sonra yaşamıştır. Dersler birkaç ay önce tekrar başladı.

Said Nursi’den Butî’ye Hutbeler
Emeviyye Camii’nin kürsü ve mihrabı gibi minberi de meşhur alimleri ağırlamıştır. Bediuzzaman Said Nursî’nin 1911 yılında okuduğu “Hutbe-i Şamiyye”’den özellikle hocalar hala haberdarlar. Şuan hutbeleri Said Ramazan el-Buti okumakta. Minber, Halid b. Velid tarafından anveten fethedilen bölgede yer aldığından hatip minbere hâlâ kılıçla çıkıyor. Butî hutbesinde “zaruriyyât”, “haciyyât” ve “tahsiniyyât” kavramları üzerinde durdu. Ardından nelerin zaruret kapsamında yer aldığını sıraladı. Zaruretin sınırlarının doğru tesbit edilmemesinin tehlikelerine dikkat çeken Butî, bu durumun müslümanları Batı medeniyetine karşı korumasız kılacağını müşahhas bir şekilde izah etti. Cuma namazını da kendisi kıldırdı.
Butî camide haftada bir gün kendi kaleme aldığı “Davabitu’l-Maslaha” adlı kitabını okutuyor. Öğrencilerin dersten sonra hocaya sordukları sorulara bakılırsa önemli bir bölümü dersi anlamıyor. Bu durumun hoca da farkında ki kendisine yöneltilen soruları cevaplama yerine zaman zaman ‘Ben bunu izah ettim.’ gibi serzenişlerle karşılık veriyor.

Nurettin Itır
Nurettin Itır Hoca, İmam Malik’in Muvatta’ının Muhammed b. Hasan eş-Şeybanî rivayeti üzerine Leknevî’nin kaleme aldığı “et-Ta’liku’l-Mumecced”i okutuyor. Katıldığım derslerde mukaddimeyi takrir ediyordu. Leknevî gibi muhakkik bir alimin kaleminden çıkan “mukaddime” şüphesiz ki önemlidir; fakat onun Nurettin Hoca gibi bir alim tarafından okutulması ona ayrı bir derinlik kazandırıyor. Hocanın daha özel talebelerinin katılımıyla akdedilen başka dersleri de var. Nurettin Hoca bilgisini insanlarla paylaşırken hem mütevazi hem de çok cömert.
Sağırci ve el-Fıkhu’l-Hanefî
Sağırcî Perşembe günü ikindiden sonra “el-Fıkhu’l-Hanefi ve Edilletuhu” adıyla üç cild olarak telif ettiği kitabını okutuyor. Hoca kitaba çok iddialı bir isim vermiş: “Hanefi Fıkhı ve Delilleri”, bu isim “Ben yazılmaya değer her konuyu yazdım.” demek istiyor. Yani Sağırcî bu başlıkla adeta okyanusu küçücük bir gölete sığdırdığını iddia ediyor.

Abdurrezzak el-Halebî ve Diğerleri
isnad-28Vehbe Zuhaylî, “Şafi fıkhı”; Usame er-Rifai, Fıkıh usulü okutuyor. Camide verilen diğer dersler ise şunlar: Fıkıh, fıkhu’l-luga, hücciyyetu’s-sünne, sarf, nahiv, mustalahu’l-hadîs, ilmihal, akaid ve tefsir. Bunlar içerisinde en feyizli olanı ise İmam Gazzali (rahimehullah)’nin iki yıl kaldığı odada sabah namazlarından sonra Şeyh Abdurrezzak el-Halebî’nin işraf ettiği “Müstedrek” okumaları. Derse on kişi katılıyor, bu sayı zaman zaman bir ya da iki kişi azalıp artıyor. el-Halebi, kütub-i sitte başta olmak üzere fıkıh ve tefsir alanında hacimli kitapları okutup bitirmiş. Şeyhin talebesi ve aynı zamanda camide Muhammed b. Alevî’nin “Muhammed el-İnsanu’l-Kamil” adlı eserini okutan Fevvaz Şeyh’le Kurtubî Tefsiri’ni tam üç defa bitirdiklerini söyledi. Şeyh geçen yıllarda metinleri bizzat okurken şimdi sadece dinlemekle yetiniyor, konuşulanları anlıyor; fakat yaşlılığın verdiği zaafiyetten dolayı cevap vermekte zorlanıyor. Buna rağmen sabah derslerini aksatmamaya çalışıyor. Allah Resulü’nün adı her geçtiğinde gözü yaşla doluyor.
İlk dersten sonra Şeyh’le görüşüp, elini öptüm, Mehmet Savaş Hocamız’dan bahsedince elini Türkiye yönüne doğru kaldırıp kısık bir ses tonuyla Türkçe olarak: “Tanırım, tanırım.” dedi.
Camide, birkaçı hariç hemen bütün dersler ikindi ve akşam namazlarından sonra akdediliyor. Bir vakitte iki ders olunca hocalardan biri batı diğeri ise doğu tarafındaki mihrabta oturuyor. Butî’nin ders halkası diğerlerine nisbetle daha kalabalık.
Zuhaylî, alim; Nurettin Itır, muhakkik alim; Butî, muhakkik alim ve mütefekkir; Abdurrezzak el-Halebî ise alim, muhakkik, mürşid ve abid.

Molla Yusuf
Bûtî oldukça yoğun, ziyaretçisi hemen hiç eksik olmuyor. Ziyaretçilerin çok olmasının Hoca’nın ilmi faaliyetlerini olumsuz yönde etkilediğini düşünüyorum.
Butî vesilesiyle tanıdığım Molla Yusuf daha çok bizim şark hocalarını andırıyor. İmamlık yaptığı camide Şafi fıkhı ve şark usulü alet ilimleri okutuyor.

Usame er-Rifaî
Şam’ın büyük mürşidlerinden Abdulkerîm er-Rifai’nin oğlu ve Furkan Akademisi’nin baş hocası olan Şeyh Usame er-Rifai’yi öğrencilerinin refaketinde evinde ziyaret ettik. Sade bir odada Suriye ve Türkiye’deki ilmî faaliyetler hakkında uzun bir konuşma yaptık.
Camilerin mabed olduğu kadar okul da olduğunu söyleyen er-Rifai, irşad çalışmalarını cami merkezli yürütüyor. Hayatı; ilim, ibadet ve İslam’a davet olarak özetleyen Şeyh’in farklı meslek dallarında hizmet veren Müslümanlara yönelik olan çalışması camilerin namaz dışında da faal olarak kullanılmasını temin ediyor. Şeyh ve onunla gönül birlikteliği olan hocaların işrafında yürütülen cami dersleri kişilerin mesleklerine göre planlandığından, katılımcılar sırası geldiğinde ders mevzularının İslam’la münasebetini mukayese ve tahlil ediyorlar.
Şeyh cami derslerinin gayesini; mesleğini müslümanca ifa edebilen mümin mühendis, doktor, öğretmen, tüccar… yetiştirmek olarak açıklıyor.
İslamî ilimleri cami derslerinde tahsil eden mühendis, doktor, tüccar ünvanına sahip öğrenciler içerisinde vaaz-hutbe gibi hizmetleri yürütmenin yanında hatimle teravih kıldırabilen gayretli Müslümanlar da var.
Suriye’nin bir çok bölgesinde etkili olan bu hizmet tarzı aynı şekilde ülke dışında da her geçen gün varlığını hissettirmekte.isnad-29
Şeyh’in farklı hizmet tarzlarını benimseyen Müslümanlara karşı müsamahakar bir tavır içerisinde olması sözünün tesir gücünü artırdığı gibi, selefi ve modernist fikirlerin etkisinde kalan gençlerin de gerçekle daha çabuk iletişime geçmesine katkı sağlıyor.
Müslümanların yaşadığı akide ve düşünce kirliliğinin ardında oryantalizmin olduğunu söyleyen Şeyh, bu yüzden esaslı tenkitlerin de oryantalizm çevresinde oluşması gerektiğini ifade ediyor.
Müslümanları gelenekçi ve yenilikçi olarak iki farklı şekilde sınıflandırmanın dıştan yapılan bir tanımla olduğunu, bu yüzden zihin kirliliği ve tefrika ürettiğini söyledi.
Abbasiler zamanında zirveye çıkan akide ve düşünce kirliliğinin Kur’an ve Sünnet esas alınarak temizlendiğini söyleyen Şeyh, modernitenin etkisiyle oluşan kaosun da aynı şekilde İslam’ın iki esasına dönerek giderilebileceğini belirtti.
Şeyh’in irşad çalışmalarının önemli bir rüknü ise Cuma hutbeleri… Şeyh’e hutbelerinin içeriğinden sorduğumda; konuşmaların, mustağrib ve müsteşrik ittifakının yol açtığı tahribatın tesbit ve izalesi, maddi ve manevi istiklalin nasıl kazanılacağı, ilahi hükümlerin değişmezliği gibi hassasiyetlerin şekillendirdiği güncel konulardan oluştuğunu ifade etti.

Muasır Sibeveyh: Mehmed Savaş
Şeyh’in babası Abdulkerîm er-Rifaî de (1905-1977) Şam bölgesinde bilinen bir alim ve davetçi. Şeyh, Mehmet Savaş Hocamız’ın, babasının öğrencisi olduğunu; kendisinin de İstanbul’a geldiğinde Üstad’ı ziyaret edip eski günleri yad ettiğini ifade etti. Üstad’ın Şam yıllarını sorduğumda ise şunu söyledi; “Mehmet Savaş 1970’de Türkiye’ye dönünce buradaki ulema; ‘Şam Sibeveyhi’ni kaybetti.’ demişti.”
Üstad Şam’dan ayrıldığında henüz 32 yaşında genç bir ilim adamıydı. Fakat Şam uleması nazarında o, muasır bir “Sibeveyh”di. Hakikaten Hoca, modern zamanların. “Sarıksız Ebussud’u, Sakalsız İbn Kemali”dir. Ulema bezmine ahir zamanda gelen en kudretli beş on muasır fakihden biridir. Fıkhın ruhuna nüfuz eden bir “Fakihu’n-Nefs”tir. Ne var ki Türk ilim dünyası Hoca’yı yeterince tanıyamamıştır. Bunda, Hoca’nın talebelerinin yazı yerine konuşma dilini kullanan müftü-vaizlerden oluşmasının etkisi, azınsanmayacak kadar büyüktür.
Ayrılırken bizi kapıya kadar uğurlayan Şeyh er-Rifai mahcubiyetimizi ifade edince “Bilakis sizi Türkiye kadar yolcu etmeliyim.” diyerek nezaketini gösterdi.

Kabir Taşları
Kadim Şam’ın dar sokaklarını aşarak zahit sahabi Ebû’d-Derda(radiyallahu anh)’nın makam ya da kabrinin olduğu camiye geldik.
Ebû’d-Derdâ’nın hanımıyla birlikte medfun olduğu makberin taşları, herkesçe okunabilen kafa kağıtları gibi ziyaretçilere zahidane yaşamının “hal tercemesi”ni anlatıyor.
Hz. Muaviye (radiyallahu anh)’nin Emevi Camii yakınlarındaki kabri, Şam çöplüklerinden hiç de farklı değil. İlgilelere: “Kabir neden bu halde?” diye sorduğumuzda şu şekilde cevap verdiler: “Kabrin temizlenmesi durumunda belli çevrelerin saldırısına maruz kalacağı endişesini taşıyoruz. Buyüzden mevcut durumuna müdahale etmiyoruz.” Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve selem)’nün “Vahiy Katipliği” gibi önemli bir vazife verdiği bir sahabiye yapılan bu muameleyi değil Müslüman olarak bir insan olarak dahi kabul etmek mümkün değildir.
Şeyh Usame er-Rifai, Hindistanlı Büyük Muhaddis Merhum Habiburrahman el-A’zamî’nin Şam’a geldiğinde evinde ikamet ettiğini, ondan kendisini Hz. Muaviye’nin kabrine götürmesini istediğini, Şeyh’in: “Efendim! Kabrin nerede olduğunu bilmiyorum.” diye karşılık vermesi üzerine el-A’zamî: “Nasıl olur, Şam’da yaşıyor ve Hz. Muaviye’nin kabrini bilmiyorsun?” şeklinde serzenişte bulunduğunu söyledi. er-Rifai, daha sonra kabrin yerini tesbit edip el-A’zamî ile birlikte ziyaret ettiklerini ilave etti.
Müminlerin annesi Hz. Ummu Habibe binti Ebî Süfyan’da Şam’da medfun. Ka’bu’l-Ahbâr gibi tabiûn kuşağının önemli isimlerinden pek çok alim var Şam’da.
Şam’da medfun olduğu kesin olan fakat kabri tam olarak tesbit edilemeyen Bilal-i Habeşi adına; biri Onun adıyla anılan caminin hemen yanı başında, diğeri ise ehl-i beyt kabristanlığının içerisinde yapılmış iki ayrı türbe var.
Ehl-i Beyt Kabristanlığı olarak bilinen ve çok sayıda yeşil kubbeli türbenin de yer aldığı haziredeki kabirler zannedildiği gibi “ahfad-ı resul”e ait değil. Bir kısmı saliha kadınlara ait olan bu kabirlerin önemli bir bölümünün kime ait olduğu bilinmiyor. Daha çok Şiilerin ziyaret ettiği ve din bezirganlarının da merhameti paraya dönüştürdüğü bu hazirede maalesef her nevi bidati görmek mümkün.
Şam’ın yakın döneminde etkin olan alimlerden biri de “el-Muhaddisu’l-Ekber” olarak bilinen isnad-30Muhammed Bedruddin el-Hasenî (1850-1935)’dir. Fransızlar Şam’ı işgal edince merhum halkı Fransızlara karşı örgütlemiş, ilerleyen yaşına rağmen onlara karşı cihad etmiştir. İlmi kudreti fevkalede olan bu mutasavvıf ve mücahid alimin 60’tan fazla eserinden sadece “Şerhu’l-Manzumeti’l-Beykuniyye” matbudur. Eserlerinin neredeyse tamamı Fransızların da etkisiyle kaybolmuştur.

Neva Köyü ve İmam Nevevî
Takiyyüddin es-Sübkî (ö. 756/1355) Eşrefiyye Darulhadisi’nde İmam Nevevî’nin ders okuttuğu yerde geceleri ibadet eder, yorulunca yanağını yere koyar: “Nevevî’nin ayak bastığı yere belki yüzüm temas eder.” temennisinde bulunurdu.
Bir sabah namazından sonra İmam Subkî’nin muhabbetini kuşanma aşkıyla Nevevî’nin ilmini yaydığı şehir Dımaşk’ten, doğup Mevlası’na yürüdüğü yer olma bahtiyarlığına eren Neva’ya doğru yola çıktık. Yol boyu bereketinden istifade edebilmek amacıyla Nevevî’yi konuştuk. İşte onun hayatından satırbaşları:
Ebû Zekeriyya Yahya en-Nevevî 631/1233 yılında Neva’da dünyaya geldi. Hiç evlenmedi. İslami ilimlere yaptığı hizmetlerden dolayı kendine dini ihya eden kişi anlamında Muhyiddin dendi, fakat o, dinin sürekli canlı olduğunu, kimsenin ihyasına ihtiyaç duymadığını, bu yüzden kendinse “Muhyiddin” diyenlere hakkını helal etmeyeceğini söyledi.
Hergün on iki hocadan lugat, sarf, nahiv, fıkıh, hadis, kelâm, tefsir, usul gibi alanlarda on iki çeşit ders okuyarak yetişti, on yıl gibi bir zamanda parmakla gösterilen bir alim oldu.
Zehebî’nin “hadis âlimlerinin efendisi” diye nitelediği Nevevî, hadiste olduğu gibi Şafi fıkhında da yetkin bir alimdir. Müslim üzerine yazdığı “el-Minhâc” şerhi ile Şirazî’nin “el-Mühezzeb”ine yazdığı fakat tamamlayamadığı “el-Mecmu’” adlı fıkıh kitabı onun en önemli eserlerindendir.
Nevevî giyim kuşamının sade olmasına dikkat eder, basit-ucuz elbiseler giyerdi. Sırtındaki pamuk elbise ve başındaki küçük sarığıyla onu görenler, Şam’a gezmeye gelen Nevâlı bir köylü zannederdi.
Mütevazi hayatı yeme içmesine de yansımıştı. Sofrasında iki çeşit yiyecek nâdiren bulunurdu. Şam’daki vakıf arazileri ciddiyetle idare edilmediğinden bir kısmının şahıs mülkiyetine geçtiğini, dolayısıyla da meyvelerin şüpheli hale geldiğini düşünür buyüzden onlardan yemezdi.
İmam Nevevî devlet adamlarına sözlü ve yazılı olarak emr-i bilma’ruf yapar, hakikati söylemekten çekinmezdi. Memlük Sultanı Baybars, halkın münbit arazilerini devlet hazinesine katma isteğini, Nevevî’nin fetvasıyla da desteklemek isteyince İmam sert bir şekilde ona karşılık vermekle kalmaz, üstelik halka konan ağır vergilerin kaldırılması ve müderrislerin maaşlarının da düşürülmemesini talep eder. Bu çıkış ve talepler karşısında hiddetlenen Baybars Ona: “Şehrimden çık git!” der. “Pekala” diyen Nevevî Şam’dan ayrılıp doğduğu köy olan Neva’ya gider. Baybars Nevevî’nin vazifesine son verilmesi ve maaşının kesilmesini de emreder. Nevevî’nin bir vazifesi olmadığını dolayısıyla da maaş almadığını öğrenince şaşkınlık içerisinde; “Peki ne ile geçinir?” diye sorar. Adamları: Neva’dan babasının gönderdikleriyle…” derler.
Vefâtına doğru kendisine sefer izni çıktığını söyleyerek hocalarının kabirlerini ve şehirdeki tanıdıklarını ziyaret eder, kitaplarını medreseye vakfeder, ardından Kudüs’e gider, daha sonra Nevâ’ya döner ve birkaç gün sonra babasının evinde hastalanarak bir çarşamba günü (676-1277) seher vakti ahirete irtihal eder.
Nevevî’nin kabri büyük bir kabristanlık içerisinde, etrafı yüksek duvarla çevrili üstü açık bir hazirede… Taş yoldan kabri çevreleyen binaya yaklaşınca ilk olarak duvarda Nevevî’nin doğum ve vefat tarihleri ile birlikte “Eserleri arasında Mecmu’ ve Riyazu’s-Salihîn yer alan alim.” yazılı bir kitabe var.
Nevevî vefat edince halk defn edildiği yere bir türbe yapmak ister. Türbe yapımına başlanır fakat gece kendiliğinden yıkılır. İmam Sübki’nin naklettiğine göre hadise aynı şekilde birkaç defa tekrar eder. Sonunda halasının rüyasına giren Nevevî: “Bana türbe yapmasınlar, yine yıkılacak.” der. Olay bu minval üzere devam ederken kabir üzerinde bu gün ancak birkaç kişinin etrafını sarabileceği bir ağaç biter.
Neva dönüşü Hz. Eyyüb (aleyhisselam)’ın makamının olduğu bir köye uğradık. Gözlerden ırak bir yerde mütevazi bir türbe içerisinde; tam da o büyük peygamberin yaşantısına münasip bir yer. (Allah Teala şefaatlerine nail eylesin.)

İbn Arabî
Endülüs de 1165 yılında dünyaya gelen Muhyiddin İbn Arabi büyük alim, büyük mütefekkir; aynı zamanda büyük mazlum ve büyük mağdurdur. Küçük yaşta çetin riyazetlere girişen, ardından birbirini takip eden uzun rıhlelere çıkan İbn Arabi; Mısır, Medine, Musul, Bağdat, Konya, Mekke gibi şehirleri dolaştıktan sonra hayatının son bölümünü Şam’da geçirir. Şam’ın Salihiye Köyü’ne defnedilir.
İbn Arabî’ye yöneltilen tenkit ve tekfirin de etkisiyle kabri zamanla viraneye döner. “Sin şine dâhil olunca ortaya çıkar kabr-i Muhiyiddin” sözüyle haber verdiği gibi virane kabri (bk. Şa’ranî, et-Tabakâtu’l-Kübrâ, s. 274) 21 Ramazan 923’te (1517) Şam’a gelen Yavuz Sultan Selim’in emriyle yenilenir; çevresine de cami, tekke ve vakıf binaları yapılır. Türbenin duvarlarına İbn Arabî’nin beraatını havi Şeyhülislâm İbn Kemal’in fetvası yazılır. Bu fetva İbn Arabî karşıtlarının güç kaybetmesinde; özellikle de Osmanlı ulemasının İbn Arabi’ye karşı ilgisi ve muhabbetinin artmasında etkili olur.
Bu yazı İbn Arabi’ye yöneltilen tenkitlerin tahlili için müsait olmadığından bu kadarla iktifa ediyor, ilgilenenlere konu ile alakalı “İnkişaf”ta Recep Yıldız imzasıyla çıkan “İbn Arabi Müdafaası” başlıklı yazıyı okumayı tavsiye ediyoruz. (İnkişaf, sy. 7, s. 30-35)
İkinci Abdülhamid tarafından tamir ettirilen camide öğle namazını kılıp huzurdan ayrıldık. Arabaya doğru ilerlerken başında kırmızı sarıkla İskoçya asıllı bir öğrenci yanımıza gelip selam verdi. Bahsettiği bir şeyhi ziyeret etmemiz noktasında ısrarda bulundu.

Mazlum Bir Şeyh
İki araba yola çıktık, 30 km kadar şehirden uzaklaştık. Gecekonduya benzer bir evde bizi, elleri tarlada çalışmaktan yarılmış yaşlı bir adam karşıladı. Bir müddet sohbet ettik. Daha sonra konuşmanın mecrası değişti, İtâb ayetleri çevresinde küçük çaplı bir münazara şeklinde cereyan etti. Şeyh, konuyla ilgili bir eser telif ettiğini söylüyor ve ayetlerin kendi kanaati çerçevesinde anlaşılması gerektiğini savunuyordu. Konuşmanın harareti daha da yükselmişti ki, okunan ikindi ezanı seslerimizi kesti. Kılınan namazdan sonra bir müddet gelen hastalarla meşgul oldu. Hastalığı yakarak tedavi ettiğini söyleyen Şeyh, kendince bir tedavi yöntemi geliştirmiş. Ayrılırken telif ve tahkik ettiği birkaç kitabını hediye etti. Kağıt masrafını vermek için ısrar etmeme rağmen almadı. Çocuklarına vermek istedim, onlarda kabul etmedi; beş altı yaşlarında kumlarla oynayan oğlu zorla cebine koyduğum kitap bedelini çıkarıp ayaklarıma attı. Arabaya binerken yanımızda duran Çeçen asıllı bir öğrenciye “Kim bu şeyh?” diye sordum: “İhvanı Müslimîn’in ileri gelenlerindi. 17 yıl zindanda kaldı. 11 yıldır dışarıda; fakat evden çıkması yasak. Sadece Cuma namazlarına gidebiliyor. Eskiden Hanefî fıkhı okuturdu, şimdi ise ders okutması bütünüyle yasak.” diye cevap verdi.

Mevlânâ Halid el-Bağdadî
Sağında ve solunda çok sayıda kabrin bulunduğu hilal şeklindeki taş yoldan tepedeki Mevlânâ Halid el-Bağdadî (rahimehullah)’nin kabrine çıktık. Osmanlı Devleti; Mevlana Halid’e yaşarken olduğu gibi vefatından sonra da derin muhabbet beslediğini adına yaptırdığı türbeyle de göstermiş. Türbedâr Türkiye’den gelenlerin sayıca çok olmasından dolayı olsa gerek, Osmanlı Devleti’nin Halidilik’le alakalı münasebeti hakkında azımsanmayacak derecede bilgiye sahip.
Mevlânâ Halid ümmet bilincini aşıladığı yüzlerce halife ve müridi ile emperyalizme karşı zor günler yaşayan hilafetin yanında yer almış ve müdafaasını yapmıştır. Dağıstan’dan Sumatra’ya kadar yayılan talebeleri bulundukları bölgelerde İslam’ın gönüllü neferleri olarak çalışmışlardır.
Mevlânâ Halid’in gerek kendisi, gerekse de halifeleri bulundukları bölgelerde kurdukları medreselerde Ehl-i Sünnet akidesinin temel kitaplarını okutmuşlar, çok sayıda ilim adamı yetiştirmişlerdir.
Mevlânâ Halid yaşadığı dönemdeki alimlerden büyük saygı görmüş; İbn Âbidîn, Ruhu’l-Meani adlı tefsirin sahibi Mahmud el-Alusi, II. Mahmud’un Şeyhulislamı Mekkizade Mustafa Asım Efendi onun alim müritlerinden birkaçıdır.
isnad-311Mevlânâ Halid Nakşibendilik içerisinde İmam-ı Rabbani (rahimehullah)’den sonra en etkin olan ikinci isimdir. Onun vesilesiyle Osmanlı topraklarında, özellikle de İstanbul’da farklı tarikatlar ciddi anlamda nüfuz kaybına uğramış ve 1826 yılında kapatılan Bektaşi tekkeleri Halidi şeyhlere verilmiştir.
Mevlânâ Halid Şam’da ikameti esnasında 12 Zilka’de 1242/1826 cuma gecesini işaret ederek: “İnsanların ‘keramet izhar ediyor’ demelerinden korkmasaydım, gidip bütün arkadaş ve dostlarımla vedalaşırdım. Bu Cuma gecesi yolculuk var zannediyorum.” Bu sırada ziyaretine gelen İbn Âbidîn’e: “Yakında vefat edeceğim, sen kalabalık bir cemaatle Benî Ümeyye camiinde namazımı kıldırıcaksın.” der. “Ey huzur içinde olan nefis! Sen Ondan razı, O da senden razı olarak dön Rabbine!” (Fecr: 26-27). ayetlerini okuyarak Mevla’sına yürür. Söylediği gibi cenazesini ibn Âbidîn kıldırır. (el-Hânî, el-Kevakibu’d-Dürriyye, s. 653 vd.)

İbn Abidin
İbn Abidîn 1198/1784 yılında Şam’da dünyaya geldi. Adı Muhammed Emin’dir. Zühdünden ve takvasından dolayı Âbidîn lakabıyla bilinen beşinci dedesi Muhammed Salahaddin’e nisbetle, İbn Âbidîn diye şöhret buldu.
Abid bir tüccar olan babasının yanında Kur’an-ı Kerîm’i ezberledi. Bir müddet ticaretle meşgul oldu. isnad-321Ticaret yaparken vakit buldukça Kur’an-ı Kerîm okurdu, bu esnada yanına gelen ve okuyuşunu dinleyen birisi kendisine, kıraatinin iyi olmadığını, hiç vakit kaybetmeden bir hoca bulup ondan ders alması gerektiğini söyledi. Hoca arayışına giren İbn Âbidîn tavsiyeler üzerine Şeyh Said el-Hamevî’nin medresesinde derse başladı. Şeyhten tecvid, Şafî fıkhı ve temel metin kitaplarını okuyup ezberledi. Daha sonra Halvetî ve Kadiri şeyhi de olan Şeyh Şakir el-Akkâd es-Salimî’nin derslerine devam etti. Şeyh Şakir babası Hanbelî; kendi Hanefî bir alimdi. İbn Âbidîn ondan okumaya başlayınca Şafi mezhebinden Hanefî’ye geçti. Her fen ve ilimden akli ve nakli ilimler okuduğu hocasının derin muhabbetine nail oldu. Şeyh Akkad, İbn Âbidîn gibi bir talebeye sahip olmakla iftihar eder; Hocalarından ona icazet alırdı. İbn Âbidîn 17 yaşında ilk eserini telif etti. Haskefî’nin ed-Durru’l-Muhtâr’ını okurken (1222) Hocası Şeyh Şakir vefat etti. Kitabın ve tahsilinin bakiyesini Şeyh’in büyük talebesi Saîd el-Halebî’de sürdürdü.
İbn Âbidîn geceleri kitap telif etti, gündüzleri ise ders okutup, fetva verdi. Çok sayıda eser yazdı. İlim, irşat mihrabında yaşadığı dönemin en kudretli hocası oldu. Uzak diyarlardan çok sayıda emir, alim, müftü, kadı ve şeyh medresesine akın edip, güncel dini meseleleri ve müşkil soruları ona arzetti. Şeyhulislam Arif Hikmet gibi kudretli alimler ondan icazet aldılar ve bununla iftihar ettiler.
Başkent İstanbul’dan Dımeşk müftüsüne gelen bir yazıyla, Mevlana Halid el-Bağdadî’nin bazı muasırlarının iddia ettiği gibi “zındık bir sihirbaz” mı yoksa “sadık bir veli” mi olduğunun araştırılması istenince zamanın müftüsü Seyyid Hüseyin Muradi Mevlana Halid’in durumunu tahkik etme vazifesini İbn Abidin’e teklif etti. Vazifeyi kabul eden İbn Abidîn Mevlana Halid’in huzuruna varınca onun büyük bir alim, veli ve müceddit olduğuna tanık olur. Ona intisab edip, kendisinden icazet alır. Daha sonra hem İstanbul’a cevap mahiyetinde hem de müfterilere karşı onu savunan meşhur risalesi; “Sellu’l-Husâmi’l-Hindî li Nusrati Mavlâna Halid en-Nakşibendî” yi yazar.
Ortağı vesilesiyle babasından kalan ticarete devam eden İbn Âbdîn, nafakasını ticaretten temin etti. Nafakasını ayırdıktan sonra kalan gelirini talebe ve alimlere dağıttı, cami ve medreselerin bakımı için tasadduk etti. Zengin olmasına rağmen genelde sofrasında ekmek ve sirke olurdu. Mütalaa ederken veya kitap yazarken yemek aklına gelmez, ağzına annesi zorla ekmek koyardı. Günde bir somundan fazla ekmek yemezdi.
İbn Âbidîn dersini ayrıntılı bir şekilde izah eder, güzel konuşur, konuşmasının halavetinden dinleyenler söylediklerini hiç unutmazdı. Herkese ikram ve iltifatta bulunur, tebessümle karşıladığı misafirleri: “Onun katında kendi evladından daha değerli olduklarını” düşünürlerdi.
Ramazan geceleri manasını tefekkür ederek Kur’an-ı Kerim’i hatmeder, bazı ayetleri okurken başlayan ağlaması gece boyu devam ederdi.
İbn Âbidîn Alauddin Haskefî’nin “Durru’l-Muhtâr”ı üzerine yazdığı “Reddu’l-Muhtâr” isimli haşiyeyi bitirmeyi çok arzulamasına rağmen ömrü buna kifayet etmedi. 54 yaşında (1836/1252) ahirete irtihal etti. Cenazesi için görülmedik bir kalabalık toplandı. Parmaklar ucunda taşınan naaşı Sinan Paşa camine götürüldü. Namazını hocası Said Halebî kıldırdı.
İbn Âbidîn, vefatından 20 gün önce Babu’s-Sağir Kabristanlığı’nda Haskefî ile büyük muhaddis Şeyh Salih’in kabirleri arasında bir mezarlık yer satın almış ve oraya defn edilmeyi vasiyyet etmişti. Vasiyeti gereği Babu’s-Sağir’e defn edildi. İbn Âbidîn, Mülteka ve Tenviru’l-Ebsâr şerhlerine haşiye yazdığı ve adını oğluna verdiği Haskefî’nin civarına defn edilmeyi tercih ederek haşiyelerini şerhleriyle aynı kitapta topladığı bu büyük alimle berzahta da bir arada olmayı arzu etti.
İbn Âbidîn’in ardından kadın erkek, yaşlı genç bütün Diyar-ı Şam gözyaşı döktü. Saliha bir kadın olan annesi vefatından sonra iki yıl daha yaşadı. Bir cumadan diğerine kadar 100 bin İhlas suresi okur, oğluna hediye ederdi.(Bkz. Muhammed Abdullatif Farfûr, İbn Âbidîn ve Eseruhu fi’l-Fıkhi’l-İslami, 2024, I-II.)
İbn Âbidin vefat ettiğinde henüz 8 yaşında olan oğlu İbn Âbidinzâde Alauddin (v. 1889) babasının yücelttiği ilim sancağına sahip çıktı. İbn Âbidîn’in tamamlayamadığı Reddü’l-Muhtâr’a “Kurretu ‘Uyuni’l-Ahyâr li Tekmîleti Reddi’l-Muhtar” adıyla tekmile yazdı. İbn Âbinzâde de vefat edince Babu’s-Sağir’de babasının yanına defn edildi.
İbn Âbidin’in kabrinin arka tarafında eski Şam müftüsü Ebu’l-Yüsr Âbidîn’in kabri var. isnad-33Ebu’l-Yüsr, ilminin yanında vakarıyla da maruf bir alim. Şam müftsü iken, hevai kararlarını ulemaya onaylatmak isteyen Devlet başkanı Cemal Abdunnasır’a söylediği şu söz hala insanların hafızasındaki tazeliğini koruyor: “İsme’! Ya Abdennasır!/ Dinle ey Abdunnasır! Şam uleması Mısır ulemasına benzemez. Onları ne korkuyla susturabilir, ne de paranla satın alabilirsin.” Beklemediği bu çıkış karşısında şaşkına dönen Abdunnasır Ebu’l-Yusr’u Şam Müftülük Makamından aldırtır.
Babu’s-Sağîr kabristanı ilim talebeleri için sılaya açılan önemli bir kapı konumunda; çünkü son iki asrın en büyük fakihi İbn Âbidîn, oğlu ve torunuyla orada metfun. Kabir taşına hak edilen uzun şiir bir “Hakikat Destanı” özelliği taşıyor.

Süleymaniye Külliyesi
Sultan Süleyman, Osmanlı ordusunun Şam’a ilk girdiği yere 1554 yılında bir külliye yaptırır. Mimar Sinan’ın; “Kalfalık eserlerimden biri” diye nitelediği, “Süleymaniye Külliyesi” Osmanlı mimarisinin güzel örnekleri arasında önemli bir yere sahiptir.
1926 yılında İtalya’nın San Romeo kentinde vefat eden; ancak naşı, Müslümanlar tarafından borcu ödendikten sonra Şam’a getirilebilen son Osmanlı Sultanı Vahdettin, Osmanlı ailesinden, devlet adamlarından daha pek çok kişi ve Şeyhulislam Arif Hikmet’in kabirleri Külliye içerisindeki hazirede yer almakta.
Külliye giriş kapısını, yıllardır camide imam olarak görev yapan yaşlı bir zat açtı. Bize külliyeyi gezdirken; “İşte Osmanlılar! Yaptıkları şu muazzam eserler onların dünyada ahiretleri için yaşadıklarının belgesidir.” dedi.
Türkiye Cumhuriyeti tarafından restore edilen Külliye’de Osmanlı; Suriye, Fransızlar tarafından işgal edilene kadar her gün fukaraya yemek dağıtmış. Temennimiz odur ki, Türkiye ecdadının bu hayır geleneğine varis olur.

ÜRDÜN
Sabah namazından sonra Ürdün’e gitmek üzere Şam’dan ayrıldık. Güneye doğru gittikçe yeşil azalmakta, çöl hakim unsur haline gelmekte, zaman zaman kendini hissettiren kum fırtınaları ise seyahatimize ayrı bir güzellik katmakta…
Caddelerin en göze gelir yerlerinde Kral Abdullah ve atalarının resimleri var. Şerif Hüseyin başta olmanın verdiği neşeyle ya da Osmanlı Devleti’ne ihanet edip İngiliz ve Yahudilerin İslam topraklarını işgal etmesini temin etmenin gururuyla(!) gülüyor.
Ürdün Suriye’ye nisbetle daha mamur bir ülke; fakat Suriye’de dini hayat daha güçlü. Öğle namazını Amman’da I. Abdullah Camii’nde kıldık. Müslümanlar burada da sindirilmiş, eleştirdikleri hayatın gazabına uğramaktan korktuklarından konuşurken sanki seslerini yutuyorlar.
Matamu’l-Kuds adlı mütevazi bir yerde yemek yedik. Kitapçıları dolaştık, birkaç kitap aldık. Daha sonra çeşitli vesilelerle bu bölgeye gelen ashab-ı kiramı (radiyalalhu anhum) ziyaret etmek amacıyla Filistin istikametine doğru hareket ettik.

Dırar b. Ezver
İlk olarak Dırar b. Ezver (radiyallahu anh)’i ziyaret ettik. Babası “eğri boyunlu” anlamına gelen “ezver” lakabıyla bilindiğinden Dırar b. Ezver olarak tanınan bu sahabi, kabilesinden bir heyetle hicri 9 yılında Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’ne gelip; içki, kumar gibi eğlence vasıtalarını, ailesini ve servetini terk ederek Peygamberin yanında müşriklerlere karşı savaşmaya geldiğini, bu alışverişte karlı çıkmayı hedeflediğini ifade eden “Lamiyye” kasidesini okur. Kasideyi dinleyen Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) Dırar’a, “karlı bir alış veriş yaptığını” söyler.
Dırar b. Ezver, Allah Resulü tarafından Benu Seyda ve Benu Düel’e elçi olarak gönderilir. Halid b. Velid’in kumandasında yalancı peygamberlere karşı yapılan cihadda yer alır, büyük başarılara imza atar. Yemame savaşında iki bacağını kaybeder yine de dizleri üzerinde cihada devam eder. Bu esnada gelen düşman atları altında kalarak şehiden Mevla Teala’ya yürür.

Şurahbîl b. Hasene
İkinci olarak Şurahbîl b. Hasene (radiyallahu anh)’yi ziyaret ettik. Şurahbîl (radiyallahu anh) Mekke döneminde Müslüman olur. Annesine nisbetle “Hasene” olarak anılır. On vahiy katibinden biridir. Bir çok cihadda yer almış, Yermük’te kumandanlık yapmıştır. Hz. Ebu Bekir’in Şam fethine gönderdiği orduda da bulunmuştur. Hz. Ömer devrinde Şam bölgesinin bazı vilayetlerinde valilik yapan Şurahbîl (radiyallahu anh) büyük kumandan Ebû Ubeyde b. el-Cerrah (radiyallahu anh) ile aynı gün taun hastalığından 67 yaşında vefat eder. ( Bkz. İbn Hacer, el-İsâbe, III, 266; İbn Esîr, Usdu’l-Gabe, III, 620).

Amir b. Ebî Vakkas
Yol boyu üçüncü ziyaretgahımız Sa’d b. Ebî Vakkas’ın öz kardeşi, on birinci Müslüman Amir b. Ebî Vakkas. Amir, Müslüman olunca annesinden baskı gördü, onu ve Sa’d’ı Müslümanlıktan vazgeçirebilme amacıyla annesi; açlık grevine girdi. Şu ayet onlar hakkında indi: “Şayet onlar seni, hakkında hiçbir bilgin olmayan şeyi bana ortak koşman için zorlarsa, onlara itaat etme.” (Ankebût: 8) Amir, taun hastalığına yakalanıp hicri 15 yılında Amman yakınlarında vefat etti.

Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh
Cennetle müjdelenen on sahabiden biri olan Ebû Ubeyde (radiyallahu anh) ikinci Habeşistan hicretinde yer almış, Bedir başta omak üzere Allah Resulü’nün bütün gazvelerine katılmış, Uhud’ta Efendimiz’in yüzüne batan miğfer parçalarını dişleriyle çekerken ön disleri kırılmış, Hendek’te, Benû Kureyza’da, Hayber’de kahramanca İslam’ı müdafaa etmiştir. Bütün bunların yanında; “Emîn-u hazihi’l-ümme” (Bu ümmetin emini) olarak da tanınmıştır. Allah Resulü Onun için: “’Her ümmetin bir emini vardır, bu ümmetin emini Ebû Ubeyde b. el-Cerrah’tır.” buyurmuştur. (Buharî, Megazî, 72; Müslim, Fedâilu’s-Sahabe, 7)
Ebû Ubeyde, müstakim bir hayat yaşadı. Hz. Ömer Şam’a gelip onun mütevazi yaşantısına tanık olunca kendini şöyle demekten alıkoyamamıştı: “Sen hariç dünya hepimizi değiştirdi Ey Ebû Ubeyde”.
Hicri 18 yılında 58 yaşında taun hastalığından vefat etti. Cenazesini kısa zaman sonra aynı hastalıktan vefat eden Muaz b. Cebel (radiyallahu anh) kıldırdı.(İbn Esîr, Usdu’l-Ğabe, III, 125-128)

Muaz b. Cebel
Yatsı ezanı vakti Muaz b. Cebel(radiyallahu anh)’in kabrinin bulunduğu şehre geldik. Halka kabrin nerede olduğunu sorunca, arkamızda kalan tepeyi işaret ederek, “İşte orası.” Dediler; fakat “büyük sahabiye” olan hürmetlerinden dolayı yalnız gitmemize rıza göstermediler, görevlendirdikleri motosikletlinin refaketinde kabrin olduğu tepeye çıktık.
Muaz b. Cebel (radiyallahu anh) tarihi caminin yanında ki türbede küçük yaşta vefat eden oğlu Abdurrahman ile birlikte yatıyor.
Muaz, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün fart-ı muhabbetine nail olan bir sahabiydi. Bir defasında Efendimiz elinden tutup şöyle buyurmuştu: “Uhubbike Ya Muaz” (Seni seviyorum Ey Muaz!). Fem-i Nebevî’den çıkan bu söz karşısında hiç vakit kaybetmeden; “Ben de ya Resulellah! Allah’a yemin olsun ki sizi çok seviyorum.” demişti.
Onu, Hz. Ömer (radiyallahu anh) de çok severdi. Müminlerin emirinin, Muaz hakkında şöyle dediği rivayet edilir: “Analar bir daha Muâz gibisini doğuramaz. Eğer Muâz olmasaydı Ömer helak olurdu.”
Allah Resulü’nün, “Kur’an-ı dört kişiden öğrenin.” dediği sahabilerden biri de Muaz b. Cebel’dir.(Diğerleri, İbn Mesud, Übey b. Ka’b, Ebû Huzeyfe’nin azadlısı Salim). (Buharî, Fedâilu’s-sahabe).
Hz. Muâz, aynı zamanda sahabenin fakihlerindendi. Nitekim Allah Resulü’nün: “Ümmetimin helal ve haramı en eyi bileni Muaz’dır/a’lemuhum bi’l-helali ve’l-harami Muaz” iltifatına nail olmuştur. Efendimiz onu, İslâmı yaymak ve Kur’an-ı Kerim’i öğretmek üzere fetihten sonra Mekke’de bırakmış, hicretin dokuzuncu yılında da aynı maksatla Yemen’e göndermiştir.
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) Hz. Muaz’ı Yemen’e gönderirken ona nasıl fetva vereceğini sorar, tavsiyelerde bulunur, ardından şöyle der: “Ey Muâz! Öyle zannediyorum ki bu son görüşmemiz olacak, belki de bundan sonra bir daha benimle dünyada karşılaşamayacaksın. Belki de mescidimi ve kabrimi ziyaret edeceksin.” (Bazı nüshalarda “lealleke en temurre bi mescidî ve kabrî ifadesinde yer alan ‘kabrî’ kelimesi tahrif edilerek ‘makamî’ şeklinde yazılmıştır.) Allah Resulü’nden ayrılacak olmasına dayanmayan Muâz (radiyallahu anh), ağlayarak yola çıkar. Hadise Allah Rasülü’nün buyurduğu gibi olur ve Muâz Hz. Ebu Bekr’in hilafeti yıllarında Yemen’den döner. Daha sonra Şam’a yerleşir. Ürdün’ün “eş-Şuunu’ş-Şimaliyye” bölgesinde baş gösteren tâûn hastalığında önce iki kızını kaybeder. Ardından oğlu Abdurrahman’da aynı hastalığa yakalanır. Ona; “Kendini nasıl buluyorsun?” diye sorunca Abdurrahman, Hz. İsmail’in babası Hz. İbrahim’e söylediği gibi cevap verir: “İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın. (Sâffât: 102) babacığım.” Oğlu gibi kendisi de aynı hastalığa yakalanır ve 38 yaşında hicri 18 yılında ahirete irtihal eder. (Zehebî, Siyer-u A’lami’n-Nübelâ, I, 443-61).
Allah Resulü’nü İki Defa Ağırlayan Şehir: BUSRA
Yatsı namazını kılıp yola çıktık, 22.30’da Ürdün sınırından Suriye’ye giriş yaptık. Karanlık yolları aşıp Allah Resulü (sallalahu aleyhi ve sellem)’nün 12 ve 25 yaşlarında olmak üzere iki defa şereflendirdiği Busrâ şehrine vardık. Gece yarısı olmasına rağmen çocuklar hala sokaktaydı. Ziyaret için geldiğimizi söylediğimiz 30 yaşlarında bir genç, bizi imamın evine götürdü. İmam, şehir yöneticisine danıştıktan sonra bize ziyaret yerlerini açtı.
13 yılında sulh yoluyla alınan Bursa, Şam’a 130 km uzaklıkta Ürdün sınırına yakın tarihi bir şehir. Şehirde Romalılardan kalma çok sayıda eser var. Selçuklu ve Memlük eserleriyle şehir, tarihi süreç içerisinde daha da zengin hale gelmiş. Fakat Busra ilerleyen yıllarda şehir olarak önemini kaybetmiş, şimdi orta büyüklükte bir kasaba görüntüsünde. Bizim için Busra ziyaretini anlamlı kılan ne Roma kalıntıları, ne antik tiyatro, ne şu ne bu… Sadece Allah Resulü’nün Busra’yı iki defa ziyaret etmiş olması… Efendimiz 12 yaşında iken amcası Ebû Talib’le Mekke’den yola çıkıp Busra’ya doğru ilerlerken Rahib Bahirâ’nın, kutlu yürüyüşü izleyip ağaç ve taşların O’na secde etmesine tanıklık ettiği (lem yebka hacerun velâ şecerun illa ve harre sâciden) Manastır’ın kalıntıları ziyaretçileri zaman tünelinde asırlar öncesine taşıyor.
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Busra’ya ikinci seyahatini Hz. Hatice (radiyallahu anha)’nin kervanının yöneticisi ünvanıyla yaptı. Seyahat sırasında konakladığı yeri gören rahip Nestûra Hz. Hatice’nin kölesi Meysere’ye: “Bu ağacın altında muhakkak bir peygamber konakladı.” demişti.( İbn Sa’d, et-Tabakât, I, 130) Allah Resulü’nün devesinin çöktüğü yere daha sonra “Camiu Mebreki’n-naka” adıyla bir cami inşa edilmiş, hala mescid olarak kullanılan taş kapılı bu mekanda insan ibadet ederken feyiz ve nur sağanağına tutulduğunu hissediyor. Bu yüzden İbn Asakir gibi bazı alimlerin daha bereketli olması ümidiyle mescidin yanına inşa edilen medresede eserlerini yazdıkları rivayet edilmektedir. Ardından, 102 yılında inşa edilen “el-Câmiu’l-Ömerî’yi ziyaret ettik. İslam mimarisinin ayakta kalabilen ilk örneklerinden olan bu ulu mabed tarih boyu nice salih insana ev sahipliği yapmanın haklı gururunu yaşıyor.
II. Abdulhamid Hicaz Demiryolu’nu inşa ederken Allah Resulü’nün seyahetleriyle iki defa şereflendirdiği Busra’ya ayrıcalık tanımış ve Müzeyrib-Busra arasına tali bir hat döşemiştir.

Şuheda Mahşeri: HAMA
Bir Cuma günü Hıms(Humus)’a gitmek üzere Şam’dan ayrıldık. İkindi namazını Hama’da kıldık. Hicri 15 yılında sulh yoluyla İslam topraklarına katılan şehir, tarih boyu med-cezirler yaşadı, nice acılara ve sevinçlere tanık oldu.
1980 yılında İhvân-ı Müslimin’in merkezi haline gelen Hama’da rejim, Şubat 1982’de önemli bir bölümü alim ve mütefekkirlerden oluşan 25 bin Müslümanı şehit etti. Dünya bu cinayete sessiz kalarak destek verdi.
Hama şimdilerde, Yunus Emre’nin;
“Benim adım dertli dolap
Suyum akar yalap yalap
Böyle emreylemiş Çalap
Derdim vardır inilerim.”
dediği “dertli dolaplar”la meclis kurup yürek acılarını dindirmeye çalışıyor.
Hama’da dini hayat Şam’a nisbetle daha güçlü. Çarşaf giyen kadın oranı çok daha yüksek. Neredeyse sokaklarda tesettüre riayet etmeyen kadın yok gibi. Bu fotoğraf zalim rejimin Hama katliamını neden gerçekleştirdiği ile alakalı önemli ayrıntılar veriyor.
HIMS
Hama’da fazla kalmayıp yola devam ettik. Akşam namazını Hıms’ta kıldık. Hıms adını onu ilk olarak kuran “Hıms” isimli kişiden alıyor. Sulh yoluyla İslam topraklarına katılan şehirde Halid b. Velid, Amr b. Abese gibi sahabilerin kabirleri ve çok sayıda sahabe ve tabiûn makamı var.
Hıms’ta üniversitede okuyan Muhammed ve arkadaşı Halid’le “Bilal Mescidi’nde” buluşup Halid b. Velid Camii’ne gittik. II. Abdulhamid tarafından yeniden yapılan Hz. Halid’in cami içerisinde yer alan türbesinin çevresi şehrin en işlek mekanı. Hıms, İslam ordularının bu büyük kumandanı Hz. Halid ve Amr ile özdeşleşmiş. Öyleki Hıms’ta en fazla duyduğunuz iki isim Halid ve Amr.
İnsanların Osmanlı’ya karşı derin muhabbetleri var. Osmanlı’dan bir nişan gördükleri yerde toplanıyorlar. Bu yüzden kıyafeti Osmanlı uleması gibi olan Hocaefendi’nin etrafında her gittiğimiz yerde gençler bir araya geliyordu. Halid b. Velid Cami’nde de öyle oldu. Yatsıya kadar gençlerle sohbet ettik. Caminin imamı, irfan sahibi bir müslüman. Yatsıdan sonra bizi evine götürdü. Evde, çevresinden de çağırdığı bir kısmı hoca diğerleri öğrenci 20 kişi kadar davetli vardı. Tezekkür ve tefekkür meclisi gece 12’ye kadar devam etti. Müsaade isteyip Halid ve Muhammed’le birlikte otel için şehre geri döndük. İlk olarak baktığımız iki otel kalınacak gibi değildi, üçüncü otel ise Hıms şartlarına göre biraz konforluydu. Burada üç kişinin bir gecelik masrafı Türkiye’de orta dereceli bir otelde tek kişinin bir gecelik parasına tekabül ediyordu. Fakat Suriye’de bu para bir imamın iki ayda alacağı ücret demek. Muhammed ve Halid parayı duyunca evlerinde kalmamız noktasında tekrar ısrarda bulunmaya başladılar. Onların hasbi ve mütevazi duyguları karşısında kendi kendime; “Bu otelde kalan bir Müslüman olarak Muhammed ve Halid’e hangi kardeşlikten bahsedebilirsin ya da bir kaç saatlik uyku için bu güzel insanların samimiyetlerini nasıl yaralarsın” dedim. Bu duygular içerisinde gece 1.30 sularında önceki otellerden birine gitmek üzere ayrıldık. Bizdeki eski hanlara benzer bir otele geçip istirahat ettik, şartlar pek iç açıcı olmamasına rağmen huzur dolu bir gece geçiridik.
Sabah, 70’i Bedir ashabından 600 sahabinin defnedildiği rivayet edilen “Kesîb Kabristanlığı”na gittik. Kesîb nesiller arası uzanan ve her kuşaktan insanı saadet asrına bağlayan bir medeniyet köprüsü. Yaşlı insanlara burada daha başka kimler var diye sorduğumda kısık sesle; “Hafız Esad döneminde şehit edilen pek çok mazlum” dediler.
Sahabe ve mazlum dayanışmasının Hımslılar zihninde oluşturduğu mana, rejimi rahatsız etmiş olacak ki yetkililer kabristanı kaldırıp yerine yeşil alan yapmak istemişler fakat ulemanın sert mukavemeti karşısında geri adım atmak zorunda kalmışlar.
Kesîb’ten sonra aynı yere defnedilen Hz. Sevban ve Vahşi (radiyallahu anhum)’yi ziyaret ettik.
Hz. Vahşi, kabrini ziyaret edenlere; İslam’ın insanı nerelerden alıp, nerelere götürebileceğini anlatıyor. Tarihçe–i hayatıyla adeta insanoğluna diyor ki; “Tövbe ediniz ve Allah’ın rahmetinden umudunuzu kesmeyiniz. İslam, Hz. Hamza’nın katiline önce iman, ardından da Yermük’te yalancı peygamberi öldürme devletini ihsan eder.”

Amr b. Abese
Her sahabi, her alim dünyada da, kabirde yüreklerde dalgalanan bir bayrak, bir sancaktır. Amr b. Abese (radiyallahu anh)’de küfür barikatlarını aşıp Müslüman olan diğergam müminler ordusunun sancağıdır.
Amr b. Abese(radiyallahu anh) her ne kadar bizde Hz. Halid kadar bilinmese de, Hıms’ta ona karşı muazzam bir saygı var. O, zor zaman müminlerinin ölümsüz kumandanıdır.
Amr, putlardan nefret eden ruhuyla yollara düşer, fıtratına uygun dini arar, yolu Mekke’ye varınca Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün huzuruna çıkıp Müslüman olur. O, Hz. Ebubekir ve Hz. Bilal’den sonra iman eden dördüncü Müslümandır. Amr, Allah Resulü’nün emriyle ailesinin yaşadığı bölgeye geri döner, -Mekke Fethinden biraz önce- hicret edene kadar orada yaşar.
Kendisinden bahsederken; “Ben İslam’ın dörtte biriyim.” der. Neden böyle söylediği, sorulduğunda meseleyi şu şekilde hulasa ederdi:
Câhiliyye devrinde halkın sapıklık içinde olduğunu ve putlara ibadet edenlerin hiçbir şey olmadığını biliyordum. Sonra Mekke‘de bir adamın bir şeyler söylediğini duydum. Deveme binip O’na gittim. Kavmi Allah Resulü’ne karşı saldırgan bir tutum içerisinde olduğundan gözlerden ıraktaydı. Dikkatlice O’nu aradım, herkesin kendisine düşman olduğunu, bu yüzden O‘nu bulmanın imkansız olduğunu anladım. Sonra bir yolunu bulup yanına sokuldum. Kendisine şöyle dedim:
- Sen necisin?
- Allah‘ın Resulü.
- Allah‘ın Resulü ne demek?
- Allah’ın elçisi demek.
- Seni ne tür bir vazife için gönderdi?
- Sıla-i rahmi temin etmek, putları kırmak ve Allah‘ın bir olduğunu, hiçbir şeyin O’na ortak koşulmaması gerektiğini bildirmek için gönderdi.
- Bu hususta seninle beraber kim var?
- Bir hür, bir de köle var. (Ki o zaman O’nunla birlikte Ebû Bekir ve Bilal vardı.)
- İşte ben de sana tâbi oldum.
- Sen bugün buna dayanamazsın. Halimizi görüyorsun. Şimdilik çocuklarının yanına dön ve ne zaman ortaya çıktığımı öğrenirsen işte o zaman gel, bana yetiş.
Ben de müslüman olup, çocuklarımın yanına döndüm. Sonra kendi yurdumda iken Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) Medine‘ye hicret etti. Bense Medine‘den küçük bir topluluk gelinceye kadar O’nunla ilgili haberleri araştırıyor, insanlara sorup soruşturuyordum. Gelenlere şöyle dedim:
- Medine’ye gelen O adam ne yaptı?
- Kavmi O‘nu öldürmek istedi, fakat buna güçleri yetmedi.
Bunun üzerine deveme binip Medine‘ye doğru yola çıktım. Nihayet Medine‘ye varıp O‘nun huzuruna çıktım ve :
- Yâ Resûlüllah! Beni tanıdın mı? diye sordum.
- Evet! Sen Mekke’de bana gelen falanca kişisin buyurdu.
Amr b. Abese, Hz. Osman devrinin sonunda Hıms’ta vefat etti. (Müslim, Salatu’l-Müsafirîn 52; İbn Hacer, el-İsâbe, IV, 545-7.)

Ömer b. Abdulaziz
Öğleye doğru “Ömer b. Abdulaziz” camine geldik. Hicaz’ın bu en adil ve bilge valisi, İslam tarihinin II. Ömer’i, Müslümanların V. Halifesi, müceddit devlet adamı Ömer b. Abdulaziz (radiyallahu anh)’in huzuruna çıkmanın heyacanı içerisindeyiz.
Ömer b. Abdulaziz 29 ay, on gün devam eden hilafetinde ümmetin İslam Medeniyeti’ni esas alarak kısa zamanda nasıl yenilenebileceğini gösterdi. İktidara gelince sınıf farklılığını ortadan kaldırdı. Irkları ne olursa olsun her Müslümanın eşit olduğunu açıkladı. Halka zulmeden valileri görevden alıp, yerlerine bilge yöneticiler atadı. Haksız vergileri kaldırdı, fazla alınan zekatları geri iade etti. Kendisinden imtiyaz talep eden Emevi ailesine: “Dilerseniz sizi askere alabilirim.” şeklinde karşılık verdi. Allah Resulü’nün, Huneyn’de esir alınan bütün kadınları bedelsiz serbest bıraktığı gibi, o da cariyeleri azad edip ailelerine gönderdi. “Beytülmal”den ödediği parayla kölelerin hürriyetlerine kavuşmalarını temin etti. Hutbelerde Hz. Ali (radiyallahu anh)’ye lanet okunmasına son verdi. Yerine Nahl Suresi’nin doksanıncı ayetini okuttu. Hadislerin tedvin edilmesine öncülük etti. 39 yaşında Rabbi’ne yürüdü. Hıms’ta defnedildi.
Kaç üniversite, kaç akademisyen, kaç doktora programı Ömer b. Abdulaziz’in 29 aylık hilafetinde tatbik ettiği “siyaset bilimini” onun hayatı kadar etkili anlatabilir?!

Rejimin İslami İlimleri Engelleme Planı
Ziyaretten sonra bir vesile ile tatlıcı dükkanına uğramam gerekti. Dükkan sahibi Kur’an-ı Kerim muallimi olduğunu söyledi. Kendisine; “Allah Teala size Kur’an okutmak gibi ulvi bir hizmet ihsan etmiş, siz ise burada tatlı hamuru yoğruyorsunuz. Neden basit olanı ulvî olana tercih ediyorsunuz?” deyince; “Fahri olarak çalıştığını, Suriye parası ile bin lira aldığını (100 dolar, dört bin beş Suriye lirası yapıyor), çocuklarının nafakasını temin etmek için tatil günlerinde çalışması gerektiğini” söyledi.
Suriye’de hocaların aylığı diğer memurlara göre çok düşük. Rejim böyle yaparak yeni neslin İslami ilimler okumasını engellemek istiyor.

Said el-Kahîl
Şeyh Said el-Kahîl, Hıms ve çevresinde irşat hizmetlerinde bulunan bir mürebbi ve Şazeli Şeyhi. Biz şehre vadığımızda o Lazkiye’deydi. Gece telefonla görüştük, lütfedip Hıms’a geri döndü. Öğleden sonra evine gittik. Bizi kapıda karşıladı. Mütevazi bir odaya aldı. Kanepeler oturmak için yetmeyince misafirlerin bir kısmı yere çömeldi. Şeria’da okuyan bir genç de yere çömelince Şeyh ona işaret edip koltuğa oturmasını söyledi.
Kevserî’den de “Üstadım” diye bahseden Şeyh, “Bende Merhum Kevserî’nin gençlik yıllarına ait bir resmi var, görmek ister misin?” deyince, talebeleri yandaki kütüphaneden Merhum’un zaman zaman makalelerini yayınladığı “Mecelletü’l-İslam”ın nüshalarını havi mücelled altı kitap getirdi. Şeyh dergi nüshalarında Kevserî’nin makalelerine işaret koymuş, buna rağmen resimle birlikte tab’ edilen makale bulanamadı. Şeyh mezkür makale ile alakalı şunları söyledi: “Kevserî 1922’de Mısır’a hicret ederken durumun ciddiyetinden dolayı ailesiyle dahi görüşememişti. Zamanla ailesinde ona karşı derin hasret oluştu. Onlar Kevserî’yi görmek istiyorlar fakat şartlar müsait değil, resim gönderse o da engellenecek. İşte bu sırada dergide çıkan bir makalesine resminin tab’ edilmesine müsaade ediyor, dergi posta yoluyla Türkiye’ye gönderilince, evdekiler resmi görmüş oluyorlar.
Şeyh, II. Abdulhamid’den bahsederken kelimeler boğazında düğümlendi, yutkundu ve şöyle dedi: “O ümmetin hamisi, Allah’ın velisiydi.”
Şeyh, oğluna Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in “Lihye-i Şerifi’ni” (sakalı) getirmesini söyledi. Lihye getirildiğinde odada görülmeye değer bir manzara vardı. Titrek sesler kemali edeple “es-selatu ve’s-selamu aleyke ya men azzemekellah” diyordu.
Şeyh’in çevresinde dünya Müslümanlarının dertleriyle hemhal olan, mazlumların ızdırabını yüreklerinde yaşayan, ilim, isâr ve iffet sahibi müeddep gençler gördüm. Her hallerinde İslam ahlakının güzelliği, tasavvufun bereketi vardı. O gençlerden çok şey öğrendim. Maddi planda muhtaç, fakat manada en zenginden daha zengin halleriyle şu ayeti tefsir etmekteydiler: “İffetlerinden dolayı (dilenmediklerinden), bilmeyen onları zengin sanır. Sen onları yüzlerinden tanırsın.” (Bakara: 273).

HALEB
Bir öğle sonrası Hıms’tan Haleb’e doğru hareket ettik. Haleb, tarihte de olduğu gibi günümüzde de büyük bir şehir. Şehrin bu adı almasıyla alakalı Yakut el-Hamevî “Mu’cemul Büldan”da (II, 325) şöyle bir olay rivayet eder: “Hz. İbrahim Büldan”da (II, 325) şöyle bir olay rivayet eder: “Hz. İbrahim Haleb’te Cuma günleri koyun sağar, fakirlere ‘haleb, haleb/süt, süt’ diyerek tasadduk ederdi.”
Haleb kalesi; Hz. Zekeriya (aleyhisselam)’nın kabri, Osmanlı bakiyesi Kapalı Çarşısı, Türkçe/Arapça konuşan insanlarıyla biraz İstanbul’u, biraz Şam’ı anlatıyor.
Şehrin Şam tarafından girişinde ilk olarak “Yeşil Kubbeli Cami” görülüyor. Etrafı lüks konutlarla çevrili bu camiyi kadim zamanların hatırasıdır zannıyla ziyaret ettik, ikindi namazını orada kıldık. Vakit namazlarında ancak iki üç cemaati olan bu ulu mabedi birkaç ay önce vefat eden Halebli bir tüccar yaptırmış. Çevredeki konutlar ise Halebli Hristiyanlar’a ait.
Camide kayyım olarak hizmet yapan kişi aslen Türk. Haleb’e neden ve ne zaman geldiğini sorduğumda şunları söyledi: “Babam İskenderun’da imamdı, aynı zamanda büyük bir alimdi. Fakat tek parti döneminde kendisine çok zulmettiler. Şapka giymemek için Şam’a hicret etti. Daha sonra Haleb’e yerleşti. Ben burada doğdum. Babam kendisi gibi beni de okutmayı çok arzuladı. Fakat fakirlik belimizi büktü. Ailemizin geçinebilmesi için çalışmak zorunda kaldım. Bu yüzden babamın ilmine varis olamadım.”
Caminin Ezherli imamı namazdan sonra kahve ikram etti. Kalmamız için ısrar etti. Müsaade alıp ayrılırken kendisine; “Mektebet-u Ali b. Ebî Talib”i sordum. Ne tür kitap aradığımı sorunca daha başka kitapçılar önerdi.
Hz. Zekeriyya (aleyhisselam)’ın bitişiğinde medfun olduğu “el-Camiu’l-Kebîr/Ulu Camii”i bulabilmek için kavşaklarda bir kaç defa döndük. Durup adres sorduğumuz bir Haleb’li bizi camiye götürebileceğini söyledi. Birlikte camiye geldik. Polis, Türk olduğumuzu söyleyince caminin yanıbaşında park etmemize müsaade etti.
Zekeriyya Mescidi olarak da bilinen Ulu Cami’de Zekeriyya (aleyhisselam)’ın türbesi, mihrabın sol tarafına bitişik olacak şekilde bina edilmiş. Kabrin önünde yer alan sandukada Efendimiz (sallallahu aleyhi ve selem)’e ait “Sakal-ı Şerif” ve Uhud’da kırılan mübarek dişinden bir parça da bulunmakta.
İslam’ın erken dönem mabetlerinden olan Ulu Cami, insanlık tarihinin en büyük mazlumlarından Hz. Zekeriyya’nın kabriyle uyum içerisinde, nasıl müslümanca yaşanacağını ve bu yolda gerektiğinde nasıl acılar çekileceğini anlatıyor.
Kitapçıları ararken bir saat kadar Halep çarşılarında dolaştım. Medreseler, camiler, kervansaraylar, Haleb’in madde ve manasıyla İslam’a ait olduğunu tescil etmekte. Sokaklar Hama’ya göre daha Batı’ya yakın fakat bize göre çok daha muhafazakar.
Yatsı namazını kılıp Halep’ten ayrıldık, saat 24.00’de sınırdan Türkiye’ye giriş yaptık.

Dipnotlar:

1:Bağdat, Ümmu’d-Dünyâ, Cennetu’l-Ard, Kubbetu’l-İslam, Medinetu’l-İslam gibi isimlerle de anılmıştır.
2:Güç kullanarak fethetmek.
3:Şam’daki Hristiyan nufusun büyük bir bölümü kılaçla girilen bölgede yaşamaktadır.
4:Allah Resulü’nün bütün ashabı “emin”dir. Fakat Ebû Ubeyde “sıddık” vasfıyla temayüz eden Hz. Ebû Bekir gibi, “emin” sıfatıyla taltif edilmiştir.

]]>
http://inkisaf.net/sayi-10/dogunun-cennetinde-zamani-asan-gercekler.aspx/feed