İnkişaf İlmî dergicilikte yeni bir soluk 2009-04-09T06:46:23Z WordPress http://inkisaf.net/feed/atom Dergi <![CDATA[Kazablanka]]> http://inkisaf.net/?p=161 2008-11-16T16:14:37Z 2008-11-16T16:14:37Z Recep YILDIZ

Allah Resûlü’nün “Hakikate tanık olanlar, olmayanlara anlatsın.” emri mucibince Hicaz dışına hicret eden sahabe muhataplarını konuşmalarından ziyade yaşantılarıyla İslâm’a davet etmişti. Alim ve tüccar sahabe birlikteliği İslâm’ın intişarı için uygun bir zemin oluşmasına imkan vermişti. Alimler söz ve yaşantılarıyla, tacirler de dürüst ticari muameleleriyle insanların hidayetine vesile oldular. İslâm davetçilerinin insanlardan Müslüman olmaları karşılığında hiçbir şey talep etmemeleri hidayet kapılarını ardına kadar açtı. İslâm’ı tercih edenler hürriyet ve mallarından bir şey kaybetmedikleri gibi aksine daha hür ve zengin oldular.İslâm davetçilerinin gönülleri fetheden yaşantıları maddi fetihlerin önünü açtı. Öyle ki Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in ahirete irtihalinden kısa zaman sonra Arap yarımadasının çevresindeki büyük devletler ya tamamıyla ya da kısmen İslâm devletinin sınırlarına dahil edildi. Fütuhatın en yoğun olduğu bölgelerinin başında ise Kuzey Afrika gelmekteydi. Fetih orduları içersinde komutan ya da asker olarak çok sayıda sahabenin yer alması daha Hz. Ömer zamanında (H 21-22) Mısır’dan Tunus’a kadar olan bölgenin fethini temin etti. Hz. Osman döneminde fütuhatı yürüten Abdullah b. Sa’d’ın ordusunda da pek çok sahabi vardı. İbn Abbas, İbn Ömer, İbn Amr, İbn Zübeyr, İbn Cafer, Efendinmiz’in torunları Hasan ve Hüseyin (radiyallahu anhum) bunlardan sadece bir kaçıydı. Abdullahların sayı itibarıyla çok olmasından dolayı bu orduya “Ceyşu’l-Abadile(Abdullahlar ordusu)” da denmekteydi.[1]

Kuzey Afrika fütuhatında Abdullah’tan sonra Ukbe b. Nafi’ dönemi başladı. Sırayla önüne gelen her beldeyi fetheden Ukbe, fehettiği yöre halkına; “Sizden ilerde daha şehir var mı?” diye sorar, “evet” cevabını alınca vakit kaybetmeden yeni bir fetih için oraya doğru yola çıkardı.

Sahabenin aşk ve imanla yoğurduğu Afrika fütuhatı Ukbe ile destansı bir boyut kazandı. Bu yüzden Kuzey Afrika’nın hemen her bölgesinde büyük fatih Ukbe ile alakalı tevatür derecesine ulaşmış çok sayıda tarihî bilgi duymak mümkündür. Kitabiyâtla da örtüşen bu bilgiler aynı zamanda bölgenin kısa zamanda nasıl İslâmlaştığının da cevabını vermektedir.

Ruh hamurkârı sahabe olan Ukbe, duasına icabet edilen bir komutandı. Teracim kitapları Onun uçsuz bucaksız çölleri duaların bereketiyle nasıl aştığını anlatan hadiseleri çokça ihtiva etmektedir. Bir fetih yürüyüşü esnasında çölde susuz kalmış, çaresiz bir şekilde ordusuyla bir taraftan ölüme hazırlanıyor diğer taraftan da Cenab-ı Hakk’a yalvarıyordu. Bu esnada atı da ön ayaklarıyla yeri eşelemekteydi. Birden atın eşelediği yerden su fışkırdı. Hayvan sudan doya doya içti. Ukbe askerlerini çağırıp yeri kazmalarını emretti. Kazdılar, onlarda kana kana içtiler. Daha sonra bu yöre “mau’l-feres(atın bulduğu su)” olarak tesmiye edildi.

Mağrib’i de fetheden Ukbe Kayrevan şehrini kendisine üs olarak seçti ve oraya yerleşmek istedi. Fakat bu hiç de kolay olmadı. Zira Kayrevan balta girmemiş ormanları ve ormanlarda yaşayan vahşi hayvanlarıyla adeta insanoğluna kapalı bir bölgeydi. Bu yüzden Ukbe’nin yakın çevresi Kayrevan’ın üs olmasına taraftar değildi. Kuzey Afrika’nın bütünüyle İslâmlaşması için gerekli olan bu proje için Ukbe içerisinde on beş sahabî de bulanan ordusu ile birlikte dua etti. Ardından vadiye inip: “Ey yılanlar ve yırtıcı hayvanlar! Biz Hz. Muhammed’in ashabıyız. Buraya yerleşeceğiz, siz başka bir bölgeye gidin.” şeklinde çağrıda bulundu. Bu çağrıyı işiten arslan, kurt, yılan dahil bütün vahşi hayvanlar yavrularını omuzlayıp hızla bölgeden uzaklaştılar.

Musa b. Nusayr ve komutanı Tarık b. Ziyad zamanında Kuzey Afrika’nın tamamı Müslüman oldu.

***

Akra’dan havalanan uçak Kazablanka’ya doğru ilerken Afrika’nın davet tarihi üzerinde tefekkür ediyor, yukarıdaki tarihi zenginliği ve onu var eden kahramanları düşünüyor, şehrin o kahramanlara ne kadar yakın, küfre ise ne kadar uzak olduğunu görmenin merakı içersinde inişi bekliyordum.

Pazar günü on sularında Kazablanka’ya indik. Havalimanından şehir merkezine kara trenle gittik. Bazen lüks evler, genel de ise gecekondular arasından geçerken ülke isimleri farklı olmasına rağmen İslâm şehir geleneğinin hemen her yerde aynı olduğu, çoğunluğunu sefillerin oluşturduğu toplum yapımızda bir parçada sefihlerin yaşadığı gerçeğini bir kez daha müşahede ettim. Gayr-i ihtiyari olarak dudaklarımdan Ziya Paşa’nın şu beyti dökülüverdi:

“Diyar-ı küfrü gezdim, hep beldeler, kaşaneler gördüm!

Dolaştım Mülk-ü İslâm-ı bütün viraneler gördüm.”

Az sayıdaki tarihî eseri ve geleneksel İslâm algısıyla Doğu’ya; insanların yaşam tarzıyla ise Batı’ya yakın olduğunu hissettiren Kazablanka’da ilk göze çarpan gerçek emperyalizmin Fransız versiyonun ictimaî hayatta hala etkin olduğudur. Marsilya esas alınarak inşa edilen şehirde “Medine” olarak bilinen eski yerleşim bölgesi dışında kalan hemen her semt Fransız şehir mimarisi ile ayniyet arz etmektedir.

Öğleden sonra kitap satın almak için kitapçılar semti olarak bilinen Hubus’a gittik. Fakat Mağrib’te pazar günleri resmi tatil olduğundan -biri hariç- yayınevleri kapalıydı. Tarihi cami ve hanlarıyla Mağrib’in kadim şehirlerine benzeyen Hubus caddelerinde bir miktar dolaştıktan sonra yayınevleri ziyaretini pazartesi günü için programlayıp bölgeden ayrıldık.

Akşam namazı için tarihi “Mahzen Camii”ne gittik. Ana kapıdan girince sağda yer alan avludaki şadırvan çevresinde toplanan müminler abdestle meşguldü.

Mağripliler Kur’ân-ı Kerim’i “verş” kıraatine göre okuduklarından imam Fatiha’yı “mâliki yevmi’d-dîn” yerine “meliki yevmi’d-dîn” şeklinde tilavet etti. Namazdan sonra ise cemaatin bir bölümü mihrabın önünde genişçe bir halka oluşturup imamın etrafında koro halinde “Nahl Suresi”nden bir “hizb” okudu. Sonra öğrendik ki Mağrib’in bütün camilerinde sabah ve akşam namazlarından sonra mezkür şekilde birer hizb okunmakta.

Namazdan sonra bir müddet eski Kazablanka’da yani onların ifadesi ile “Medine” semtinde dolaştık. Kapalı çarşı görüntüsünde olan “Medine” Kazablanka’nın Batı’ya direnen yüzünü resmetmekte.

Sahilde inşa edilen Kral II. Hasan cami gerek avlusu gerekse de sanat zevkiyle modern zamanların en görkemli mabetlerinden biri olma unvanını hak ediyor. Özgün mimarisiyle dikkat çeken cami dünyanın en büyük İslâm mabedi olma özelliğini de taşımaktadır.

Mağrip’te çaycıdan mütefekkire herkes Fransızca konuşabiliyor. Fransızca halka Arapça’dan sonra ikinci dil olarak benimsetilmiş. Fakat ikinci dil ana dilin kimyasını tahrip etmiş. İnsanlar Arapça yerine “Arafransızca” gibi melez bir dil konuşmakta. Halk fasih konuşmakta zorlandığı gibi diğer Arap ülkelerindeki “ammice” benzeri bir lehçeyle de konuşmaktan aciz. Bizi otele getiren taksi şoförüne “niçin Arapça cümlelerde Fransızca kelimeler kullanıyorsun?” diye sorduğumuzda, ne alakası varsa “okul okumadığını fakat çift uyruklu olduğunu, Arapçanın yanında İtalyanca ve Fransızca da bildiğini” söyledi. Galiba bize; “ben dünya vatandaşıyım, bu yönüme bakın, teferruata takılmayın!” demek istemişti.

Hasta olduğunu bilmeyen bu yüzden de tedaviyi reddeden zavallı Müslüman! Seni o hale getirmişler ki ruhunu kirletenlerle bütünleşmeyi şeref telakkî ediyorsun!

Pazartesi günü sabah namazını Hubus’taki tarihî camîde kılmaya niyet ettik. Kiraladığımız taksinin şoförü tinercilerin mezkûr camî etrafında gecelediklerini dolayısıyla bölgeye gidemeyeceğini söyledi. Bunun üzerine bir başka tarihi camî olan el-Hamra’ya gittik. Onun çevresinde de hasırlar üzerinde yatan eyyamcılar vardı. Taksiden indiğimizde bir ihtiyar derviş camiyi henüz açıyordu. Yarım saat sonra cemaat toplandı. Cemaat namazdan sonra mutat şekilde ve kendilerine has uslüplarıyla imamın nezaretinde koro halinde on beşinci cüzün ilk hizbini okudu.

Camiden çıkarken musafaha ettiğimiz Mağripliler bize “Suriye’den mi geliyorsunuz?” diye sordular. Mısırlılar da aynı soruyu sormuştu. “Türk’üz, Türkiye’den geliyoruz.” deyince, biri “yani Müslümanların hamisi Osmanlı Devleti’nin merkezinden geliyorsunuz. Osmanlı varken Müslümanların başı dikti. O gidince İslâm coğrafyası emperyalistlerin işgaline uğradı. Biz 60 yıl önce sözde bağımsızlığımıza kavuştuk. Fakat devlet ve toplum üzerindeki Fransız etkisi güçlü bir şekilde hâlâ devam ediyor. Filistin’in durumu ise herkese malumdur.” dedi.

Pazartesi sabah tekrar Hubus’a gittim. Pazar gününden niyet ettiğim kitapları alabilmek için hemen bütün kitapçıları dolaştım. Aradıklarımın yanısıra Abdurrahman Hasan Habenneke’nin “Ecnihetu’l-Mekri’s-Selâse”si ile “Gazvun Fi’s-Samîm”i gibi tevafuken kıymetli eserler de buldum.

Yatsı vakti Kazablanka’dan İstanbul’a, yani milletimizin dünya Müslümanları nezdindeki en belirgin adresi olan İslâm Medeniyetin başşehrine doğru hareket ettik.

***

Batılar işgal ettikleri her şehir gibi Kazablanka’nın da ruhunu söküp almışlar. İkiz kuleleri, 1930′lu yıllara ait Fransız yapımı binaları, eğlence yerleri ve ufkumu daraltan şehir mimarisi ile Kazablanka’da Mağrib’in tarihini soluklamak akla ziyan bir iş. Zira Ukbe b. Nafi’lerin fethettiği coğrafyanın gençlerinin önemli bir bölümü “Batılılar gibi okur, onlar gibi yaşarsak terakki ederiz.” şeklinde düşünmekte.

Mısır ve Fas’ta konuştuğum gençler Türkiye’yi alim ya da sanatçılarıyla değil, topçu ve popçularıyla tanımakta. Bu, bizim dünya çapında ilim adamlarımızın olmadığını gösterdiği gibi gençliğimizin de nelerle iştigal ettiğini haber vermektedir.

 

[1] Hz. Osman’ın şahadetinden sonra uzlete çekilen Abdullah b. Sa’d “Allah’ım ruhumu sabah namazında teslim al” diye dua etmiş, hicri 36 yılında bir sabah namazı sağa selem verdi, sola da vermek için döndüğünde ruhunu teslim etti.

 

]]>
0
Dergi <![CDATA[Dinle ey Mısır!]]> http://inkisaf.net/?p=160 2008-11-16T16:10:55Z 2008-11-16T16:10:55Z Recep YILDIZ

İlim dünyası için Mısır farklı bir konuma sahiptir. Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün irtihalinden kısa zaman sonra (18 H) Hz. Ömer (radiyallahu anh) zamanında Amr b. As (radiyallahu anh) eliyle fethedilen Mısır, çok sayıda sahabe ve tabiûnun tavattûnu ile Afrika’nın ilim üssü haline gelmiş, Leys b. Sa’d’dan (v. 175) İmam Şafi’ye (v. 204) kadar bir çok alimi cezbetmiştir. Fatımîler tarafından kurulan Ezher’in zamanla köklü bir ilim merkezine dönüşmesi Mısır’ın bu yönünü ayrıca güçlendirmiştir.Geçen yüzyılda İstanbul medreselerinin kapatılmasıyla Mısır, ilim dünyasında adeta tek kalmıştır. Bu yüzden Mısır merkezli İslamî anlayışlar, Mağrib’ten Cava adalarına kadar bütün İslam coğrafyasına bir şekilde tesir etmiştir. Taha Hüseyin’den Ahmed Emin’e, Muhammed Abduh’tan Hüseyin Heykel’e, Zahid Kevserî’den Mustafa Meraği’ye en modernistinden en mustakimine kadar birçok alim, edip ve mütefekkire ev sahipliği yapmıştır. Zulme uğrayan ya da küstürülen bir çok siyasetçi, şair, alim ve mütefekkir için de gidilebilecek en uygun yer olan Mısır, Mehmet Akif’ten Mustafa Sabri Efendi’ye birçok mütefekkir alime kucak açmıştır. Fakat müstemleke bir ülke olması hasebiyle kendi insanına zulmü de bir vecibe (!) telakki etmiş, Hasan el-Benna ve Seyit Kutup gibi önemli aksiyon adamlarını ya suikast ya da idam yoluyla şehit etmiştir.

İstanbul üzerinden Mısır’a giderken her ne kadar elimde mütalaa ettiğim iki risale olsa da zihnim sürekli Mısır’ın ilim ve kültür haritasına kayıyordu. Kendime gelince bu defa zihnim “Nasıl bir Kahire ile karşılaşırım?” düşüncesinin istilasına uğradı. Amr b. As (radiyallahu anh)’ın fetihten sonra kiliselerin ortasında inşa ettiği ve İslam’ın zafer kürsüsü olan cami yine aynı coşkuyla destanlar yazıyor ya da okuyor muydu? Firavun’a haddini bildiren Nil, yine coşkun sularıyla çevresini tehdit ettiğinde bir Ömer mektubuyla kendine gelir miydi? Sahabe konuştukça küfürden sıyrılan, sıyrıldıkça da ilme ve imana vatan olan Mısır onların izinde gidiyor muydu? Dinle ey Mısır! Hz. Resulullah (sallalahu aleyhi ve sellem) konuşuyor, ya da seni İslam’la şereflendiren ashab konuşuyor desem bana kulak verir miydi?

Birbirini takip eden sorularla boğuşurken “Kahire için alçalıyoruz, lütfen kemerlerinizi bağlayınız!” anonsu ile toparlanıp yüzümü cama doğru çevirdim. Alçaldıkça, Kahire’den daha net görüntüler alıyordum. İndiğimizde akşam olmak üzereydi.

Doğrusu Mısır’da güneş batarken ufukta seyre değer bir güzellik oluşmakta…

Bir seyahat acentasına dahil olmadığımızdan havalimanında bizi karşılayan kimseler yoktu. Aslında biz de böyle istemiştik. Bunda hem zor şartlar altında Mısır’a iltica eden devlet-i aliyyenin o ulu hocalarının bir parça ruh hâlini yaşamak hem de es-selâm-u aleyküm dediğimizde adı Ali ya da Hasan olan bir Müslüman kardeşimizin yürekten ve aleyküm selamına muhatap olmak arzusu etkili olmuştu.

Havaalanında akşam namazını eda eder etmez üstadın önceden rezervasyon yaptırdığı otelin yolunu tuttuk. İngiliz kültür ve sanatını yansıtan otel, Kahire’nin iyileri arasında idi. Fakat gerek personelinin yaşam tarzı gerekse de bodrum kattaki mescidiyle Amr b. As (radiyallahu anh)’ın yadigarı Mısır’a çok yabancıydı.

Mısır’ı teneffüs etmek için otelden ayrılıp Nil’e doğru yürürken, giyim tarzı itibarıyla Mısırlılardan farklı olacağımızı düşünüyordum. Çünkü üzerimizde ne Mısırlı erkeklerin giydiği bir tür gömleğe benzeyen “cellabiyye”, ne de başımızda kırmızı serpuş vardı. Mısırlıların bizi ecnebi kıyafetli iki Müslüman olarak değerlendireceklerini zannetmiştim. Fakat öyle olmadı. Afrika’nın kuzey doğulularının giyim tarzları itibarıyla Türklere çok benzediklerini müşahede ettim: Erkekler pantolon, ceket ve gömlekleriyle, kadınlar da yarı üryan ya da eğreti örtüleriyle Türkiye’nin herhangi bir bölgesindeki şuursuz Müslümanlardan farksızdı.

Motorlu bir kayıkla bir müddet Nil’de dolaştık. Fakat bu zaman zarfında Kahire’nin tarihi ile alakalı bir tespitte bulunamadım. Çünkü dolaştığım bölgenin sağ tarafında eğlence merkezleri solun da ise uluslararası oteller vardı. Çeşitli renklerle tezyin edilen motorların kasetçalarlarından çıkan müzik sesleri tam bir ses anarşisi oluşturmaktaydı.

Nil’in özellikle “Meydanu’t-Tahrîr(Özgürlük Meydanı)” yakası İzmir’in kordon boyuna benziyor. Yol kenarları mısır, çerez ya da türlü içecekleri pazarlayan seyyar satıcılarla dolu. Her adımda Mısırlıların İngiliz kültürünü fethin değerlerine tercih etmede zorlanmadıkları göze çarpıyor.

Kahire’nin merkezinde yer alan “Meydanu’t-Tahrîr” ise bir İslam şehrinden daha ziyade Batı ülkelerini çağrıştırıyor. Meydanı kuşatan Ramses Hilton, Nil Hilton, İntercontinantel Hotel, Amerikan Üniversitesi ve uluslararası fastfood mağazaları özgürlüğün sadece kağıt üzerinde bir anlam ifade ettiğini belgelemekte.

Mısır’ın Mührü: Amr b. As Mescidi

Kahire ziyaretine, ülkeyi İslam’la tanıştıran Amr b. As (radiyallahu anh)’ın yaptırdığı mescitle başladık. Amr’ın fetihten 3 yıl sonra ( 21H) inşa ettiği mescit, Mısır’ın elifbası olduğu kadar mührüdür de. Bu mescitteki ders halklarında İslam’ın özellikle Afrika’da intişarına vesile olan pek çok müçtehit yetişmiştir. Abdullah b. Amr, Abdullah b. Lüheya’, Leys b. Sa’d gibi meşhur sahabe ve müçtehitler orada imamlık yapmıştır. İmam Şafi de derslerini bu camideki zaviyesinde okutmuştur. Rebi’ b. Süleyman gibi büyük fakihleri burada yetiştirmiştir.

Mısır’a has mimariyi güzel bir şekilde yanıtsan mescit –zamanla- şehrin en büyük camisi olmuştur.

Müminlerin direkt olarak gökle iletişim kurmalarını hedefleyen camide, içeriye giren cemaati kucaklayan klasik tarz kubbelerin yerinde üstü açık bir avlu tercih edilmiş.

Belli vakitlerden sonra değişik hocalar tarafından camide akdedilmekte olan derslere iştirak diğer İslam beldelerinde olduğu gibi maalesef oldukça düşük.

Hüseyin Mescidi

Kerbela şehidi Hz. Hüseyin adına Fatımîler tarafından yapılan Mescit, Mısır’ın en fazla ziyaret edilen mekanlarından biri. Hz. Hüseyin’in başının defnedildiğine inanılan kabrin muhteşem görüntüsü Selefi cereyanın Mısır’ı vurmadığının bariz bir göstergesi. Fakat birçok kabirde olduğu gibi ölçüsüz ihtiramdan kaynaklanan yanlış uygulamalar maalesef burada da dikkatlerden kaçmıyor.

Han Halil

Geniş bir alana kurulu olan Han Halil çarşısı, Mısır kültür ve sanatını Batı’ya açan önemli mekanlardan biri… Çarşıda alışveriş yerlerinin yanında epey sayıda dinlenme mekanı da var. Nargileyi ise özel mekanların yanında birçok dükkanın önünde de bulabilirsiniz.

Çarşıda daha çok Mısır tarihini remzeden eserler göze çarpmakta: Allah Teala’nın suya gark ettiği Firavn farklı şekillerde tasvir edilerek insanların beğenisine sunulmuş.

Çarşıda bakır sanatıyla uğraşan bir ustanın vitrininde Laura Buşh ile çektirdiği fotoğrafı görünce; “Zavallı Müslüman ne ile fahriye iddiasında bulunuyor!” demekten kendimi alamadım.

Bir Zamanlar Ezher

İlim tarihimizin medar-ı iftiharı olan Ezher’deyiz. Dünyanın en eski üniversitesi olarak da bilinen Ezher, asırlar boyu İslam dünyasının farklı iklimlerinden binlerce öğrencinin ilim tahsil etmek için Kahire’ye akmasına vesile olmuştur.

Kendilerini Hz. Fatıma (radiyallahu anha)’ya nispet ettiklerinden Fatımiyyûn adını alan şiiler, Kahire’de iki yıl gibi kısa bir zamanda (359/970-361/972) inşa ettikleri Ezher Camii’ni 972 yılının ramazan ayının 7’sine tekabül eden cuma günü ibadete açmışlardır.

Ezher’de 976 tarihinden itibaren Fatimî hocalar nezaretinde oluşturulan ders halkalarında Fatımî fıkhı okutulmuş, 988’de ise cami büyük bir İslam üniversitesine dönüştürülmüştür. Fatımîler kendilerine göre adam yetiştirmek ve bölgeye ideolojilerini yaymak için kurdukları Ezher’i hedefleri istikametinde kullanmaktan kaçınmamışlardır.

Ezher’deki Şii eğitim Fatimî Devleti yıkılıncaya kadar devam etmiş, onların inkırazıyla Ehl-i Sünnet alimlerinin idaresine geçmiştir. Bu anlamda Ezher’de ilk olarak İmam Şafi Hazretlerinin mezhebi okutulmuştur.

Ezher’e vardığımızda saat 9 sularıydı. Kitapçı dükkanları henüz açılmakta, gazeteler tezgahlara yeni yerleştirilmekteydi. Kitapçıları dolaşırken zaman öylesine hızlı aktı ki 2-3 saatlik süre sanki 15-20 dakika kadardı. Orada yükte hafif pahada ağır çok sayıda kitap satın aldık. Allah Resulü’nün ebeveyni ile alakalı aradığım; fakat bir türlü bulamadığım kitapları sorduğum bütün yayıncılar, “Cevamiu’l-Kelim” yayınevinde bulabileceğimi söylediler. Epey uzun bir mesafe katettikten ve birkaç defa adres sorduktan sonra kitapları bulup almak nasip oldu.

Öğle namazını Ezher Camii’nin Fatimiler tarafından yaptırılan bölümünde kıldık. Kıldığımız bölümün ön tarafında yer alan yüksek zeminli musalla ise Osmanlı Devleti tarafından inşa edilmiş. Vakit namazlarında cami dolmadığından imam namazı Fatımîler tarafından inşa edilen yerde kıldırıyor.

Camiden çıkarken sol tarafta yer alan revaklarda çeşitli dersler okutulmakta: Bir müddet katıldığım derslerden ilki nahivdi. Bizim medreselerde okutulan Muğni ya da İzhar seviyesinde bir ders işleniyordu. İkincisi ise “Evraku’l-Etrak”ta akdedilen feraiz dersi idi. Dersi sadece cami imamları dinlemekte idi.

Namazdan sonra Ezher’in kadim kampüsünü de ziyaret ettik. Gördük ki kitaplarda adından övgüyle bahsedilen, “ilmin kabesi” olarak nitelenen Ezher gitmiş yerine sıradan bir üniversite gelmişti. Ulema Mısır’ın iki damarının olduğunu söylerdi: Biri güneyden gelen ve ülkeye hayat veren Nil, diğeri ise Ezher’de doğup bütün dünyaya yayılan ilim nehri. Toprağa hayat veren Nil eski azametiyle akmaya devam ediyor. Fakat ilim nehri için aynı şeyi söylemek fazla iyimserlik olur.

Karafe ve İmam Şafi

Mısır’da kabirlerle iç içe yaşayan Yemen asıllı Karafe kabilesinin adı, sonraları tağlip yoluyla belli bir bölgedeki kabirler için kullanılmış ve Karafe, İmam Şafi’nin de içinde bulunduğu büyük bir kabristanın adı olmuştur.

Kahire’de gerek Müslümanlar gerekse de Hristiyanların önemli bir bölümü (2-3 milyon kadar) ölüleri ile birlikte yaşama geleneğini sürdürmekteler. Etraf ve tavanı çevrili tipik “Mezar Ev”lere defnedilen ölülerin yakınları zaman zaman buralara gelir, gecelerler. Bazıları da evlerinin bodrum katını mezareve dönüştürüp yakınlarını oraya defnederler.

Ukbe b. Âmir’den Leys b. Sa’d’a, İmam Şafi’den İbn Hacer’e kadar her dönemden bir çok alimi bağrına basan Karafe, hiç şüphesiz Mısır’ın ilim beldesi olduğunun en önemli vesikalarından biridir.

Kahire’nin bu zenginliğine tanık olmak hem de kibar-ı ulemaya sıla yapmak için Karefe’ye doğru hareket ettik. Tozlu yollardan geçip İmam Şafi adına yaptırılan mescide ulaştığımızda ikindi ezanı okunuyordu. Namazı eda ettikten sonra kabri ziyaret ettik. Kabir fazla bakımlı olmamakla birlikte görkeminden bir şey kaybetmemiş.

Mısır’ın Büyük Hocası: Zahid Kevserî

İmam Şafi’nin kabrinden ayrılırken cami içerisinde oturan yaşlılara Kevserî’nin kabrini sorduk. Bize yakın alaka gösteren zatlar, kabri bilmediklerini söylediler.

Üstatla birlikte tozlu yollarda her önümüze çıkan yazıyı okuyarak ve yaşlı kişilere sorarak arayışa devam ettik. İlk olarak Leys b. Sa’d’ı ziyaret ettik. Tevafuken İbn Hacer el-Askalanî’nin kabrini de bulduk. Kabrin bulunduğu binanın durumu ve demir kapısındaki kilit, hazirenin uzun zamandır açılmadığını göstermekte idi. Karanlık bir dehlizden geçip Ukbe b. Âmir’e ulaştık. Daha bir çok alimin kabri derken neredeyse bütün Karafe’yi dolaştık. Toz toprak içerisinde tekrar Şafi’nin kabrine döndük. O ara Ahmed Hayri’nin Mektebetu’l-Ezheriyye’den çıkan “el-İmamu’l-Kevserî” adlı kitabındaki Kevserî’nin kabrini tarif eden adresi esas alarak bir taksiyle tekrar aramaya başladık. Kahhale Mescidi’nin yanından geçerken üstat, Fahreddin Razî sokağında kabri gösteren yazıyı gördü. Kabrin olduğu hazirenin anahtarı bir kadında olduğundan içeri giremedik. Şoför kadını bulup getirdi. Kadının elinde çevredeki hazirelere ait 20-30 kadar anahtar vardı. Bereket ki ikinci denemede kapıyı açtı.

Hazirede Kevserî merhumun iki kerimesi de metfun. Fakat kişiyi en fazla etkileyen şeylerin başında, merhumun öğrencisi Ahmed Hayrî’ye kabir taşına yazılmasını vasiyet ettiği ve ziyaret edenleri ibret almaya davet eden şiir gelmektedir. Şiiri kabir taşından okumuyor sanki bizzat Kevserî’den dinliyorsunuz.

Karefe sokaklarında ölümle hayat iç içe. Sefaletin soğuk yüzüne tanık olmak insan ruhuna acı veriyor. Mezbelelikte yaşayan insanları gördükçe buradan “İnsan mı çıkar tabut mu?” diyorsunuz. Fakat onlar öteki hayatı bilmediklerinden hallerinden memnun görünüyorlar. Tabelasız sokaklarda bize rehberlik yapan gence kabirler arasındaki barakalarda yaşamanın zorluğunu sorduğumda bunda garipsenecek bir durum olmadığını söylemişti.

Piramitler

Mısır’dan İslam’ın izlerini silmek isteyen Batı, ülkenin piramitleriyle tanınmasını istemektedir. Bu yüzden Onun gözünde Mısır piramitler ülkesidir.

Sabah dokuz sularında bir taksiyle piramitlere doğru yola çıktık. İlk olarak bir enstitüye ait çalışmaların satışının yapıldığı bir dükkana uğradık. Orada Allah Azze ve Celle’nin yerin dibine geçirdiği Firavun’u ve sistemini canlandırmak isteyen putlar vardı. İş yeri sahipleri parayla dalâlet satıyorlardı. Sadece tağutî sistemlerin nereden nereye geldiğini görebilmek adına ibret nazarıyla eserlere şöyle bir bakıp ayrıldık. Ardından kiraladığımız bir at arabasıyla piramitleri dolaştık. Piramitlerin bulunduğu Gize Vadisi mabetleri, kabirleri, eğlence yerleriyle tam da Firavunlara layık bir şehir…

Şehir dışında yer alan piramitlerin her biri kocaman taş yığını. Bu kocaman taş yığınları Hz. Musa’nın Allah Teala ile konuştuğu Tûr-i Sîna’ya göre ise küçücük. Firavunlar binlerce işçiyle ancak 70 yılda bitirebildikleri piramitlerle ilahlık iddialarını teyit etmek istemişlerdi. Küfrün idraki ne kadar da garip değil mi?

Batı’ya göre Keops, Kefren ve Mikerinos’tan oluşan piramitler dünyanın yedi harikası arasındadır. Bunları; kimler, neye göre seçmişlerdir. Bir yerde binlerce kişi öldürülse ve onların cesetlerinden bir dağ oluşsa bu harika bir görüntü mü, yoksa büyük bir soykırım mı olur? Bütün vicdan sahipleri bunun bir soykırım olacağında ittifak edecektir. Peki ya her biri iki ile on ton arasında değişen taşların Asvan’dan Kahire’ye kadar taşınması esnasında ve bu taşların yerleştirilmesi sırasında binlerce insanın can vermesi nedir?

Peygamberlerin kimlerle, neden mücadele ettiklerini anlamak, ilahlık iddiasında bulunanların akıbetlerini görüp ibret almak için piramitler görülmeye değer.

Batı piramitleri, müminler de onlardaki mantığı reddeden Hz. Musa (aleyhissalam)’yı yüceltiyor. Müslümanlara güzel ve çirkini öğreten Allah Azze ve Celle’ye hamdolsun.

Medeniyetin Gücü

Genelde alt katta olan üst kattakini, zayıf güçlüyü, taşralı da merkezdekini taklit eder. Birbirlerini etkilemesi açısından medeniyetler de böyledir. Güçlü olan medeniyetler zayıflar tarafından ilim, fikir ve sanatta model alınırlar. Mısır’ın sembolleri arasında yer alan Mehmet Ali Paşa Cami de İstanbul’un selatin camileriyle neredeyse ayniyet arz etmektedir.

Mehmet Ali Paşa’nın yönetim merkezi olarak kullandığı kale de Topkapı Sarayı’na çok benzemektedir.

Öğle namazı ile kale ziyaretini tamamlayıp otele geçtik. Mısır’da ikamet eden Metin Turan Bey’le buluşup Gafîr kabristanlığına doğru hareket ettik.

Mustafa Sabri Efendi

Mustafa Sabri Efendi son devir Osmanlı ulemasının tefekkür yönü en güçlü olan alimlerinden biriydi. İstanbul’da ittihatçılara ve modernistlere, Mısır’da da Abduh başta olmak üzere Meraği, Ferid Vecdi gibi yenilikçilere karşı kaleme aldığı reddiyeler onun fikri yönünün nedenli güçlü olduğunu göstermektedir.

Yirmi iki yaşında, Ezher ulemasından daha alim gördüğü Fatih Medresesi dersiamları arasına katılan ve onlarla birlikte ders vermeye başlayan Sabri Efendi, ilmi kariyerini şeyhulislamlıkla taçlandırmıştır.

Tavizsiz kişiliği ve İslam’a şartsız bağlılığı ittihatçılarla arasının açılmasına sebep olmuş bu yüzden iki defa İstanbul’dan hicret etmek zorunda kalmıştır.

Osmanlı Devleti’ne yakınlıkları gerekçe gösterilerek mal varlıklarına el konan ve ülkeden sürülen 150’liler listesinde oğlu İbrahim ile birlikte yer alan Sabri Efendi ikinci gidişinden sonra bir daha ülkeye dönememiş, Mısır’a yerleşmiştir.

Mısır’daki ilk günlerinde sıkıntılar çeken Sabri Efendi, zamanla Mısır uleması nezdinde “hüccet” kabul edilmiş, çeşitli ilim adamlarına ders okutmuş, icazet vermiştir. En hacimli eseri olan “Mevkıfu’l-Akl”i de Mısır’da kaleme almıştır.

Vatan cüda yaşadığı Mısır’da 1954 yılında vefat eden Sabri Efendi, büyük bir kalabalığın katılımıyla kılınan cenaze namazının ardından Kahire’deki Gafir Kabristanlığına defnedilmiştir.

Gafir, Karefe’ye göre daha bakımlı bir kabristan. Ana yoldan Mustafa Efendi’nin metfun olduğu sağdaki hazireye dönen yaya yolunun her iki tarafında mezarevler var.

Sabri Efendi’nin kabrinin olduğu hazirede türbedara göre yedi sekiz kişi bulunmakta. Gafir’deki bu hazirede olduğu gibi, Mısır’da ölüler için yerin altında sağlı ve sollu odalar yapılıyor. Bir tarafa kadınlar diğer tarafa ise erkekler defnediliyor. Mustafa Sabri Efendi de dört beş metrekarelik bölümde Ekmeleddin İhsanoğlu’nun babası ile birlikte yatmakta. Yanlarında bir kişi daha metfun. Bu yüzden Sabri Efendi’nin kabrinin yeri tam olarak belli değil.

Sabri Efendi ile Mısır ziyaretine ara noktası koyup, saat 18.30’da Gana’ya gitmek üzere Kahire’den ayrıldık.

Sözün Özü

Batı, sömürdüğü ülkeleri bilinçli olarak fakirleştirdiği gibi, her türlü hizmetten de mahrum bırakmıştır. Bu durum, zor şartlar altında yetişen hafifmeşrep Müslümanlarda Batı hayranlığı uyandırmıştır. Hayranlığın tetiklediği modernist söylemler İslam ülkelerini sefaletten kurtaramadığı gibi iman ve irfandan da mahrum bırakmıştır. Karafe’deki kimi mezarevlerden ya da sokaklarda dolaşan motosikletlerden yükselen müzik sesleri mahrumiyetin ne derece derin olduğunun bariz bir göstergesidir. Bu cihetle Mısır’ı Türkiye’ye, Karefe’yi de Karacaahmet’e benzetmek mümkün: “Tepinirken Beyoğlu ağlar Karacaahmet.”

Ulemayı kör taklitle suçlayan hürriyetçi, yenilikçi Reşid Rıza’nın sihirli ideolojisinden, kurtuluş yerine sömürüyü içselleştiren bir gençlik ve Hüsnü Mübarek’e özgü bir istibdat çıkmıştır.

İslam’ın bizzat kendisini yenilemeye talip hareketlerin söz sahibi olduğu Mısır’da çağdaş söylemlerin üzerinden bir şu kadar asır geçmesine rağmen insanlar hâlâ tozlu yollarda yürüyor, hiçbir batı ülkesinde göremeyeceğiniz acıları çekiyorlar. Mısır iddia edildiği gibi ne sanayide büyük atılımlar gerçekleştirebildi, ne de tarım alanında ciddi projelere imza atabildi.

Batılı gibi olmak isteyenler, Batı’nın ekonomik refah düzeyini yakalayamadıkları gibi kendi kimliklerini de kaybettiler.

İslam kültürünün şekillendirdiği elbiseler yerine blucin giyen kızlar, sokak ortalarında emperyalistleri resmeden heykeller, otel hollerinde saygın bir şekilde İngiliz işgalini canlandıran resimler, Türkiye’deki topçularla, çalgıcıları soran gençler… Bütün bunlara bakarken Mustafa Lütfi Menfelutî’nin “Hutbetu’l-Harb”ini düşündüm. Acaba bu gün için Mısır’da kaç kişi böyle bir hutbeyi dinleme ve gereğini yapma cesaretini gösterebilir?

Modernistlerin ümmeti içinden çıkılmaz bir anafora sürüklediğini yüksek sesle duyuran Mustada Sabri Efendi ne kadar da haklı imiş. Üstat o zamanlar şöyle diyordu: “… Ben Müslümanların maddeten ve ahlâken inhitatını ve belki kısmen iflasını inkar edenlerden ve buna çare olacak uyanış ve teceddüt (yenilenme) yollarının önüne set çekmek isteyenlerden değilim. Ancak buna çare olacak diye açıktan veya gizliden İslam dininin tahrip veya tahrif edilmesine lüzum gösterilirse o zaman ben, Müslümanların bu sefalet hâlinde kalmalarını haklarında daha hayırlı görürüm.” “… Müslümanların mesut bir dünya yüzüne çıkmasını vicdanî samimiyetimle arzu ettiğim hâlde dinimizin üzerine basarak erişebileceğimiz yüksek dünyanıza lanet ederim. Biz o yüksek dünyaya çıktığımız zaman İslamiyet de ona sımsıkı sarılan elimizle başımızın üstünde hürmetle bulunmalıdır. Hem bu şekilde hareket edersek yükseleceğimiz yere çıkarken bizliğimizi de beraber götürmüş olacağımızdan muvaffakiyet daha ziyade kesindir. Aksini yaparsak daha yükselme hareketinde melezleşmiş olan bizler, çıkacağımız noktaya ulaşmadan kuvvetimizi kaybetmiş olacağımız gibi, olmaz ya, arzumuzun en üst mertebesine yükselmek mümkün olsa bile, o yükselenler artık biz değil, bizden tenasuh etmiş başkalarıdır. Bize yabancı olan o insanların dünyalık saadetlerine çalışmak borcumuz olmadığı gibi ahiretteki mesuliyetlerine iştirak etmek de hiç işimize gelmez.”

Mısır, mazisindeki ulu hocalara tekrar kulak verir mi bilemem; fakat mustağripleri dinleyerek hatalı bir tercihte bulunduğunu her geçen gün daha iyi idrak etmektedir.

 

]]>
0
Dergi <![CDATA[Hristiyanlık’la köleliği, İslam’la kulluğu tanıyan ülke: Gana]]> http://inkisaf.net/?p=159 2008-11-16T16:15:22Z 2008-11-16T16:09:09Z Recep YILDIZ

Afrika’nın güney batısında yer alan Gana, Fildişi Sahilleri, Burkina Faso ve Togo ile komşudur; güneyinde ise Atlas Okyanusu vardır. Ülkede 1874 yılında koloni kuran İngilizler, Gana’yı Batı Afrika’ya giriş kapısı olarak kullanmışlar, köle ticaretini de buradan yönetmişlerdi.Resmi rakamlara göre 20 milyon olan ülke nüfusunun % 16’sını Müslümanlar, % 60’ını da Hristiyanlar oluşturmakta fakat kuzeye doğru gidildikçe camilerin çoğalması, verilen oranda hata olduğunu göstermekte. Araştırmalar neticesinde nüfusun % 40′ının Müslüman, %38′inin Hristiyan geri kalanının ise yerel dinlere mensup olduğunu öğreniyoruz.

İslam Gana’ya Müslüman tüccarlar vasıtasıyla ülkenin en fakir bölgesi olan kuzeyden, Hristiyanlık ise altın rezervlerinin çokluğuyla ünlü güneydeki sahillerden işgal yoluyla girdi. Güney’de köle ticareti için kullanılan mekanlar, kuzeyde ise ilk dönem Müslümanları tarafından inşa edilen camiler dikkat çekmekte. Müslümanlar ilim ve ibadet mekanları kurarken Hristiyanlar hapishaneler inşa etmişler.

Müslüman ve Hristiyanların tercih ettiği güzergah ve kullandıkları yöntem bizlere geliş nedenleri ile alakalı muhtemel soruların cevaplarını vermektedir.

Kahire’den Gana’ya

Akşam namazını müteakip Kahire’den Gana’nın başkenti Akra’ya doğru havalandık. İki başkent arası mesafe uçakla altı saat. Harita bilgimizden çöllerden geçip yeşeren bir bölgeye doğru gittiğimizi biliyoruz fakat gece olduğundan bu bilgiyi gözlemlerimizle tahlil etme imkanına sahip değiliz. Uçak iniş için alçalmaya başladığında cıvıl cıvıl ışıklarıyla kocaman bir şehir gibi duran Akra göründü.[1] Daha sonra bu görüntünün önemli bir bölümünü barakaların, toplu tuvalet ve banyoların oluşturduğuna tanık olduk. Bağımsızlığının ellinci yıl dönümünü kutlayan Gana, hala sömürge ülkesi olmanın izlerini üzerinden atamamış.

Havaalanında bizi karşılayan Ganalı Nasıruddin kardeşle doğruca otele geçtik.

Sabah ilk olarak Fethullah Gülen Hocaefendi’yi sevenler tarafından açılan Galaksi okulunu ziyaret ettik. Okul, uluslararası standartlara sahip müfredatıyla Gana’daki eğitim kurumlarının en iyileri arasında yer alıyor.

Dünyanın Arka Sokakları

Şehirler zenginliklerini meydanlarında teşhir ederken, fakirliklerini de arka sokaklarında gizlerler. Gana başta olmak üzere birçok Afrika ülkesi de Batılı devletlerin arka sokakları gibi…

İşgalle sarsılan, misyoner faaliyetleri ile uyuşturulan halk nasıl çalışıp üreteceğini bilmiyor. Ekip biçmeye aşina olmadıklarından tarım için son derece elverişli araziler boş bekliyor. Yemekte ekmek yeme kültürleri olmadığından –genelde- iaşelerini kendiliğinden büyüyen meyve ve bitkilerden temin ediyorlar.

Gana’nın mümbit toprakları bereketli yağmurlarla sulandığından ülkenin her tarafı çeşitli bitki ve ağaçlarla kaplı.

İmam Hatip Gibi

İngilizlerden kalma tren yolunu takip ederek temeli Lübnanlı tüccarlar tarafından atılan, farklı ülkelerdeki İslami organizasyonların yardımıyla tamamlanan, Lübnan İslam okuluna gittik.

Lübnan kelimesi, bende olduğu gibi sizde de Şia çağrışımı yapmıştır. Okul müdürüne Akra’da eğitim ve öğretime devam eden Şiilere ait üniversite ile münasebetlerinin nasıl olduğunu sorunca, neyi, niçin sorduğumu anladı ve fazla uzatmadan şöyle dedi: “Bu okulun adı sizi aldatmasın. Biz ahl-i sünnetiz. Şiilerle alakamız yoktur.”

Okulda öğrencilerin çoğunu kızlar oluşturmakta ve istisnasız hepsinin başları örtülü. Gana’da baş örtüsü sorun olmadığı gibi İslamî ilimler ağırlıklı okul açmanın da hukuken bir engeli yok.

Sefiller ve Sefihler

Bütün müstemlekelerde olduğu gibi Akra’da da iki farklı şehir var. İlki yüreği kaskatı sefihlerin geniş bahçeli konaklarından, ikincisi ise tuvalet ve banyoları müşterek kullanan sefillerin tek gözlü kulübelerinden oluşmakta.

Sokaklar, başlarının üzerinde taşıdıkları tepsilerdeki malzemeleri satma gayretiyle öteye beriye gidip gelen kadınlarla dolu. Geri kalmış ülkelerde hep aynı mıdır bilemem; amma Gana’da kadınlar erkeklere nispetle daha çok çalışıyorlar.

Akra’ya göre daha kuzeyde yer alan Kumasi’ye gitmek için şehir garajına vardığımızda Ganalı Şaban Abdurrahman otobüste yerlerimizi ayırtmış bizi bekliyordu. Garaj panayır yeri gibiydi: Etrafta, sergilerindeki mallarını satabilmek için birbirleriyle yarışan, yolcu sayısının birkaç katı satıcı vardı.

Garajdaki küçük mescitte namaz kılmak için abdest almanız gerekiyorsa, Nijerya ve Senegal gibi devlet isimlerini sürekli tekrar eden meczup kişiden su satın almak zorundasınız. Yani abdest almak ücrete tabi.

Kumasi Yolunda Papaz

Kumasi’ye doğru hareket etmek üzereyken otobüse Hristiyanlık propagandası yapan bir papaz bindi, konuşmasının sonunda kilise adına yardım talep etti.

İşsizlik oranının yüksek olduğu Gana’da okumuş insanların en az meşakkatle en fazla para kazanacağı meslek papazlık. Papazlar, kilise açıp halktan yardım topluyorlar. Bu yüzden Gana’da kilise, açıkgöz insanların geçim kaynağı demek.

Gelirlerini Avrupalılara yedirmek istemeyen Ganalılar, ithal papazlara kilise açtırmıyorlar. Yerli papazlar mafyası oluşturmuşlar. Büyük caddeleri süsleyen bilbordlardaki papaz reklamları mafyanın gayr-i resmi belgeleri gibi.

Papazların kirli ilişkilerinin kulaktan kulağa dolaşması, zaman zaman da ekranlara taşınması, Allah’ın fasık eliyle dinini nasıl destekleyeceğini göstermesi açısından önem arz etmektedir.

Papazdan sonra otobüse elindeki ilacın tanıtımını yapan bir pazarlamacısı bindi. Aralıksız on-on beş dakika konuşan bu kişi papazdan çok daha etkileyici idi. Jest ve mimikleriyle desteklediği sunumunun karşılığını da gördü: Otobüsün üçte ikisi ilacı satın aldı.

Papazın propagandası ve pazarlamacının arzından sonra, yeşilin hemen her tonunun görülebileceği mümbit tabiat örtüsü arasından Kumasi’ye doğru hareket ettik.

KUMASİ

Kumasi’de Akra gibi bir ya da iki katlı binalardan oluşan büyük bir şehir. Sayı itibarıyla Müslüman ve Hristiyanların birbirine eşit olduğu şehirde nüfus bir milyon civarında.

Ahyıresu Köyü

Perşembe sabahı Kumasi’den Ahyıresu Köyü’ne hareket ettik. İki yanımızı kaplayan yeşil araziler arasından geçip ulaştığımız köyde önce inşaat halindeki camiyi gezdik. Adından ilk ve ortaokul öğrencilerinin ders gördüğü okulu ziyaret ettik. Dokuz derslik ve üç binadan oluşan okulun pencerelerinde cam yoktu. Neden taktırmadıklarını sorduğumuzda aldığımız cevap manzaradan daha ilginçti: “Kırılırsa yenisini kim alacak? Bazı sınıflarda sandalye olmadığından öğrenciler bizim Of yöresinde “kormi” dediğimiz oturaklar üzerinde oturmakta, defterlerini de ellerinde tutmaktaydı.

Masası, sırası olmayan sınıflarda ders veren öğretmenlerin tamamı lise muzunu olmasına rağmen son derece başarılı bir eğitim veriyorlar.

Köyde tanıştığım tek üniversite mezunu Ca’fer’di. Cafer, İranlıların Akra’da açtıkları “İslamic University”den mezun olmuştu; fakat Sünnî bir akideye sahip olduğundan -dersleri iyi olmasına rağmen- master ve doktora yapma imkanı bulamamış.

Okulda öğrencilere şu meyanda bir konuşma yaptık:

“Bismillâhirrahmânirrahîm!

Kardeşlerim! Ülkelerimiz arasındaki mesafe binlerce kilometre, renk ve dillerimiz farklı olmasına rağmen bizleri kardeş yapan, aynı kıblede birleştiren Allah Teala’ya hamdolsun. Sizlere Türk kardeşlerinizin selamlarını getirdik.

Kardeşlerim!

Ülkelerimiz farklı fakat ülkümüz aynıdır. Allah Teala’nın huzuruna çıktığımızda aynı dili konuşuyoruz. Çünkü esasta hepimiz İslam’ın çocuklarıyız.

Kuzey, güney doğu batı ayrımına girmeden İslam coğrafyasını bir bütün kabul edecek, ümmet için yorulacak, ümmet için çalışacağız.

Kardeşlerim!

Dostlarımız gibi düşmanlarımızda müşterektir. Emperyalizm ve cehalet ülkelerimizi geri bırakan iki büyük hasımdır. Irak ya da Afganistan’ı perişan eden irade ile Gana’yı sömüren zihniyet aynıdır. Mevcut hali iyiye çevirmenin yegane yolu bu sıralardan geçmektedir. Bu yüzden çok çalışacaksınız.

Sizler önümüzdeki aydınlık günlerin mimarları, kalemleriniz de büyük savaşın silahları olacaktır. Kurşunla kaybettiklerimizi ilim ve irfanla geri alacağız.”

Daha sonra İslam’da siyah beyaz ayrımı olmadığını Allah Resulü’nün uygulamalarıyla örneklendirerek anlattık. Konuşmayı şu şekilde noktaladık:

Kardeşlerim!

Allah Teala’nın vaadi vardır: İman edip amel-i salih işleyenleri yer yüzünün halifeleri yapacaktır. Allah Teala dinine sahip çıkanlara yardım edecektir. Vazifelerini yapan müminleri güzel günler bekliyor.

Allah yolunda kardeşlerim!

İlim tahsilini tercih ettiğinizden dolayı sizleri tebrik ediyor, Alla Teala’ya emanet ediyorum.”

TAMALİ

Ahyiresu Köyü’nden ana yola inip, Kumasi’ye göre daha kuzeye düşen Tamali’ye doğru hareket ettik. Bölgede, namazları cemaatle kılma hassasiyeti bize göre daha güçlü olduğundan her namaz vakti camide çok sayıda insan bulmak mümkün. Bu yüzden yol boyu namaz vakitlerini farklı camilere denk düşürüp cemaatle sohbet ettik. İmamdan izin isteyip sohbet için mihraba geçtiğimizde insanların bakışlarında “Kim bu beyaz?” der gibi bir anlam seziyorsunuz. Fakat besmele, hamdele ve tasliyede bulununca ortak dille ortak duyguyu da yakalıyorsunuz. Bu defa, gülen yüzlerde “bu benim kardeşim” der gibi bir sevinç görüyorsunuz. “Arabın aceme, acemin de araba hiçbir üstünlüğü olmadığı gibi beyazın siyaha, siyahın da beyaza üstünlüğünün olamayacağını söylediğinizde hava daha da pozitif hale geliyor. Aslında bu en malum İslam gerçeğini onlarda biliyorlar. Peki o halde neden bu kadar seviniyorlar? Çünkü Hristiyan komşularına; kendilerini müebbet köle olarak gören Avrupalı beyazlarla, Müslüman beyazların gece ile gündüz kadar birbirinden farklı olduklarını anlatıp, onların da hidayetlerine vesile olabileceklerini ümit ediyorlar.

Misyonerler

Altı saatlik bir seyahatten sonra 22.40′ta halkının % 85′i Müslüman olan Tamali’ye vardık. Misyonerler şehrin demografik yapısını değiştirebilmek için güneye nispetle burada daha yoğun faaliyet göstermekte; Müslüman mahallerinde gösterişli kiliseler inşa etmekte, hastaneler ve okullar açmakta, zeki öğrencileri yurt dışında burslu olarak okutmaktalar. Halka ilaç, elbise, gıda maddesi ve para dağıtmaktalar. Kilise idaresi altında bulunan okullardaki öğrencileri her pazar zorla kileyse götürmekte… Kilise bu faaliyetlerinden netice de almaktadır. Nitekim Tamali’de bir zamanlar müezzinlik yapan, daha sonra misyonerler vasıtasıyla Avrupa’ya götürülüp kilise bursu ile okuyup doktor olan Abdullah adındaki genç şu anda, idaresine verilen hastane ve kilisede oldukça faal bir papaz olarak faaliyetlerini sürdürmektedir.

Misyonerler Müslüman halk üzerinde etkili olabilmek için kendilerini toplumun bir parçası olarak lanse etmekte, yerel kıyafet giyip, yerel yemekleri yemeye özen göstermekteler. Hatta Tamali’li bayanlarla evlenip oraya yerleşenler de var.

Gana’nın birçok bölgesinde olduğu gibi Tamali’de bir de Ahmediler var. Hz. İsa’nın öldüğünü dolayısıyla beklenen Mesih’in kendisi olduğunu söyleyen sahte peygamber Mirza Gulam Ahmed’e bağlı bu grup, üniversiteden hastaneye kadar hayatın hemen her şubesinde etkinliğe sahip. Şükür ki, gösterişli camilerine ve okullarına rağmen Müslüman halk onlara iltifat etmemekte.

Tamali’de sabah namazı için gittiğimiz cami, merkezi bir yerde olduğundan cemaat yol boyunca uğradıklarımızdan daha kalabalıktı. Diğer camilerde olduğu gibi namaz sonrası sohbet ettik, Nasıruddin de yetkililere ihtiyaç sahiplerine ulaştırılmak üzere Kur’an-ı Kerim bıraktı.

Camiden ayrılırken cemaatin hislerine tercüman olan bir kişi; “Buraya zaman zaman Pakistan ve Hindistan’dan gelenler olur; fakat sizi daha farklı gördük. Burada en az bir hafta kalmanızı istiyoruz.” ricasında bulundu.

Laberanga ve İdana İbrahim

Bisküvi ve meyve suyuyla yapılan kahvaltının ardından topraktan yapılmış evleri ve asfaltsız yolları aşarak Laberanga’da yapılan Gana’nın en eski camisine vardık. Arabadan indiğimizde yanımıza gelen Osman adındaki bir genç Müslüman olup olmadığımızı sordu. Sonra öğrendik ki gayr-i müslimleri camiye almıyorlar. Ayrıca köye gelen gayr-i müslimlerin bir de çetelesini tutuyor, onlardan bir miktar ücret alıyorlar. Böyle yaparak zannımca ülkelerini işgal eden beyazlara “sizi deftere yazdık, ayağınızı denk alın.” kabilinden ikazda bulunduklarını düşünüyorlar.

Bir duvarın dibine çömelip yanımızda getirdiğimiz su ile abdest aldık. Bu esnada köyün gençleri ve çocukları etrafımızda etten duvar ördüler.

Kuzey Afrika tarzı mimariyi andıran caminin kim tarafından ve ne zaman yapıldığı bilinmiyor. Zaten köylünün hatırladığı ilk tarih, İngilizlerin bölgeye ayak bastığı 1421 yılı.

Larebanga Köyü sakinlerinin cami ile alakalı zanni bilgileri ise şu şekilde: Bölgede Ndawuka Jakpa adında mücahit bir komutan vardı. Japka, cihada moral desteği sağlaması için Medine-i Münevvere’den İdana İbrahim adında bir alimi bölgeye davet eder. Uzun zaman birlikte cihat ederler. Japka vefat edince, İbrahim cihat bayrağını yalnız taşır.

Namazlarını köye yarım kilometre uzaklıkta olan taşın üzerinde kılan İbrahim, Allah Teala’ya bölgede bir cami inşa etmek ve Medine’de bıraktığı Kur’an-ı Kerim’i almak için niyazda bulunur. İbrahim, mescit yapmaya karar verince yer tespiti için elindeki asayı gücü nispetinde uzağa atar. Ancak uzun aramalar neticesinde asayı, Larebanga’daki tarihi mescidin yanında bulur. Kim tarafından inşa edildiği bilinmeyen mescidin etrafı zamanla Müslüman kabileler tarafından yerleşim yeri haline getirilir. Allah Teala İbrahim’in ikinci duasını da kabul eder. Bir gün camiye geldiğinde, büyük olduğundan yanında getiremediği mushafının rafta durduğunu görür.

Köy halkı İbrahim’in vefatından sonra Kur’an-ı Kerim’i en değerli hatıra olarak saklarlar. Her Mevlit ve Kadir Gecelerinde çıkarıp hatmederler. İmamın evinde muhafaza edilen Kur’an-ı Kerim’in diğer günlerde de gösterilmesi için bölgede yaşayan dört kabile reisinden izin almak, bir inek kesip ziyafet vermek gerekiyor.

Camiye yarım kilometre mesafedeki İbrahim’in üzerinde namaz kıldığı taşı da ziyaret ettik. Taşın yanında oturan iki kişinin anlattığına göre, aşağıdan gelen ve tam taşın olduğu yerden geçmesi gereken yol, defalarca denenmesine rağmen açılamadı. Taş yerinde kalınca yolun güzergahı değiştirildi.

Üniversitede Cuma

Cuma namazını Tamali Üniversitesi’nde kılabilmek için köyden ayrıldık. Namaza yarım saat kala oldukça büyük bir kampüste birkaç fakülteyle eğitim veren üniversiteye ulaştık. Yollar, toprak olduğundan öğrenciler rüzgarda toz, yağmurda da çamurla iç içe yaşamak zorundalar. Yurtlarla fakülteler arası ulaşım ise genellikle bisikletlerle sağlanıyor.

Musalla şeklindeki mescit, kampüs ana girişinin sağ tarafında yer alıyor. Mihrap, bir metre yükseklikteki duvarla çevrili yüz metre karelik alan içerisinde. Bu bölüm, yeterli olmadığından cemaatin kahir ekseriyeti namazı sağ taraftaki açık alanda kılıyor.

Gana’da cuma hutbeleri yaklaşık yarım saat sürmekte. Bu kadar zamanda çok şey anlatılabilir iştiyakıyla uzun bir cuma hutbesi irat ettik. Sıla-i rahmin ve ümmetin ittihadının gerekliliğinden bahsettik.

Tamali Üniversitesi’nde bizden çok daha ileri seviyede din ve vicdan hürriyeti olduğunu gözlemledim. Başı açık ya da kapalı kızlar iç içe eğitim görüyorlar. Açık alanda namaz kılan Müslümanlardan kimi takkeli, kimi de sarıklı olmasına rağmen bu durum ne rektörü ne de farklı dinlere mensup üniversite sakinlerini rahatsız ediyor.

Öğrenciler namaz sonrası rektörlük tarafından çizdirilen; fakat ödenek yetersizliğinden dolayı yaptırılamayan cami projesini gösterdiler. Yardım talep ettiler. Ya Kerîm!…

Tamali Üniversitesi’ndeki Müslümanların sayısal durumu yüksek performansla çok çalışmayı gerekli kılıyor. Kiliseye karşı, Allah’ın dinini yaşama adına mücadele veren bu öğrencilere sahip çıkmak hepimizin ortak sorumluluğu olsa gerek.

CNN İzleyen Şeyh

Cumadan sonra Ticani şeyhi Muhammed Emin Bamba’yı ziyaret ettik. Gittiğimizde Şeyh, birkaç talebesiyle kapıda oturmuş bizi bekliyordu. Musafahadan sonra şeyhin çalışma odasına geçtik. Kitaplar arasındaki televizyonda CNN kanalı açıktı. Konuşmasından da anlaşıldığı gibi şeyh dünya meseleleri ile iç içe yaşamayı seviyor.

Evinin karşısındaki tek katlı binayı medrese olarak kullanan Bamba, yakında eğitim faaliyetlerini halen inşaatı devam eden 9 derslikli yeni medresesinde sürdürecek.

Diğer görüştüğüm şeyhlere nispetle daha genç olan Bamba Ecrumiyye ile başlayan nahiv tedrisatını Suyuti ile noktaladığını, fıkıhta maliki mezhebenin metin kitaplarını, hadiste ise Tac’ı okuttuğunu söyledi.

Bamba’dan sonra Şeyh İlyas’ı ziyaret ettik. Şeyh’in memnuniyeti yüzüne aksetmekteydi.

Bir ara, ilk defa tanıştığımız Ganalı ilim adamları ziyaretimizden neden bu derece memnun oluyorlar, saygı duyuyorlar diye düşündüm. Görüşmeleri bu soruyu cevaplayacak şekilde geri sardığımda gördüm ki; onlar aslında bize değil, Osmanlı Devleti’ne ihtiramda bulunuyorlar. İngiliz emperyalizminin mallarını talan, canlarını heder ettiği bu zavallı milletin yaşlıları hala hafızalarında babalarının adı gibi, Sultan II. Abdülhamid Han Hazretleri’nin hatırasını saklıyorlar. İstanbul’dan olmamız hasebiyle de bizi ol mübareklerin ahfadı kabul ediyorlar. Demek ki aradan asırlar geçse de ümmet, kendisi için yaşayan fedakâr insanları unutmuyor.

Şeyhe gece Kumasi’de olmamız gerektiğini söyleyip, izin istediğimizde “bir lokmada olsa yemek yemeden bizleri salmayacağını” söyledi. Yemek için yan odaya geçtik; bir yer sofrasının üzerinde yerel içecekler, ekmek ve tavuk çorbası vardı. Ekmek ve çorba, sofranın bizim için hazırlandığını göstermekteydi. Çünkü buralarda genellikle öğünlerde ekmek ve çorba yenilmiyor.

Her yaş ve seviyeden çok sayıda talebesi olan şeyh, Selefi cereyanlardan şikayet edince kendisine Zahid Kevserî’nin kitaplarını mütalaa etmesini tavsiye ettim. Kevserî’yi biliyor fakat eserlerini görmemiş. Külliyatını, Nijerya ya da Mısır’dan özel olarak getirteceğini söyledi.

Önce Mescit Diyen Öğrenciler

Akşama doğru Kumasi’ye hareket ettik. Namaz için durduğumuz köyde elektrik olmadığından minarenin yanında ezan okuyan kişi, Allah Teala’nın verdiği sesin tamamını kullanma gayreti içerisindeydi. Belki gayreti köyün diğer cenahındaki Hristiyanlara tebliğde bulunmak içindi. Namazdan sonra sohbet ettik; çocuklar gibi şendiler. Ayrılırken elli altmış metre ilerde park eden arabaya kadar yürüyüp bizi yolcu ettiler.

Gece Kumasi’de kaldık. Sabah namazını ise Kumasi Üniversitesi’nin açık hava mescidinde kıldık. Arkada Ahmedilerden oluşan 7-8 kişilik grubun oluşturduğu bir cemaat vardı. Namaz sonrası sohbete başlayınca hızla bölgeden uzaklaştılar.

Biz konuşurken 40-50 metre ilerde bir misyoner Hristiyanlık propagandası yapıyordu. Fakat etrafında kimse göremedim. Kendi çalıyor kendi dinliyor gibiydi.

Sohbet sonrası bir müddet öğrencilerin soru ve sorunlarını dinledik. İfadelerden ümmetin ve Gana’nın sorunlarıyla ilgilenen şuurlu gençlerle birlikte olduğumuzu anladık.

İçlerinde ihtiyaç sahibi öğrenci çoktu; fakat üstadın verdiği parayı ekmek için değil de namaz kıldıkları yeri daha kullanılır hale getirmek için kullanmak istediklerini söylediler.

Gana’da güçlü bir İslam öğrenci cemiyeti tecrübesi olmadığından teşkilatlanma noktasında güçlük çekiyorlar. Bu zafiyetlerini giderdikleri takdirde –inşallah- üniversitelerde İslam hızla yayılacaktır.

Cumartesi Gana’nın saygın hocalarından Muhammed Emin Selim Yakub Bamba’yı ziyaret ettik. Kumasi’ye bir saatlik mesafede oturan şeyh, ders okutmanın yanında eserde telif ediyor. En esaslı çalışması ise “Fethu’l-Mennân fî Tefsîr-i Âyâti’l-Mevâris” adlı kitabı. Hoca, akaid, fıkıh, sarf ve tecvit alanında risale tarzında çok sayıda eser kaleme almış, fakat maddi imkansızlıklardan dolayı önemli bir bölümünü bastıramamış.

Diğer Şeyhler gibi Bamba’da Türkiye’den daha çok İstanbul’u biliyor. Bu yüzden adresinizin anlaşılır olabilmesi için Türkiye-İstanbul yerine İstanbul-Türkiye demeniz gerekiyor. Söz İstanbul’dan açılınca doğal olarak konuşma belli bir süre Sultan II. Abdulhamid üzerinde yoğunlaşıyor.

Hocanın mescidi Müslümanların uğrak yeri. Camide karşılaştığımız tebliğ cemaati mensubu dört kişi Gana’ya bir ay önce geldiklerini dört ay daha kalacaklarını söylediler. Bütün bir Gana’yı dolaşmayı hedefleyen tebliğcilerin merkezi konaklama yeri Hocanın medresesi.

Cenaze Törenleri

Hristiyanlar ölülerini duruma göre bir hafta ya da bir ay bekletiyorlar. Bu süre zarfında hazırlanan posterlerle insanları cenaze törenlerine davet ediyorlar. Cumartesi ya da pazar günleri yapılan törenler, şölen havasında geçiyor. Cenaze sahipleri insanları eğlenceden ziyade para toplamak için davet ediyorlar. Bizdeki takı merasimlerine benzer para toplama faslı şölenin en önemli bölümünü oluşturuyor. Paranın miktarı ölen şahsın sağken yaptığı para yardımına göre ayarlanıyor. Ölünün sadece birinci derece yakınlarının beyaz giydiği şölende kadın erkek herkes siyah elbise giyiyor. Bu yüzden cumartesi ve pazar günleri sokakların siyah elbiseli insanlarla lebaleb dolu olduğunu görürsünüz.

Gana’da cenaze ile alakalı işlemler bölgede faaliyet gösteren şirketler tarafından yürütülüyor.

CAPE COST

Cape Cost, dünyadaki en dramatik olaylara ve soykırımlara tanık olan kalenin adı… Kaleye ait müzede sergilenen fotoğraflar, duvarlara asılı zincirler, bekleme ve işkence odaları ise soykırımın en güçlü tanıkları. Manzara, insanın yüreğini acıtıyor. Yerin altına doğru uzanan dehlizlerin taş duvarları neler neler anlatıyor: Sanki hala duvarlarda el ve ayakları zincirlere vurulan, kocasının gözleri önünde ırzına geçilen, köpeklere parçalatılan, gemilere yüklenip adi eşyalar gibi Avrupa ve Amerika’ya nakledilen çaresiz kölelerin feryatları yankılanıyor.

İngilizler Gana’yı istila edince başkent yaptıkları Cape Cost’u köle ticaretinin merkezi olarak kullandılar. Afrika’nın farklı bölgelerinden getirttikleri köleleri eski bir tüfek karşılığında satın alıp, yerin altındaki zindanlara hapsederlerdi.

Köleleştirilen aile bireyleri kalede birbirlerinden ayrılır kadın-erkek farklı zindanlara konurlardı. Zindan şartlarına ya da ayrılığa isyan edenler önce tecrit edilir ardında da işkence odalarında ölünceye kadar eza çekerlerdi. İngilizler ya siyahları insan yerine koymadıklarından ya da suç unsurlarını karartmak için cesetleri gömmez Atlas Okyanusu’na atarlardı.

Kalenin üst katında yer alan İngiliz komutana ait daire, insanlık tarihinin en çirkin olaylarına tanıklık ederdi. Komutan her gün kalenin üst katındaki balkona çıkar aşağıda yer alan holde beğenisine sunulan dört tutuklu kadından birini seçer, yıkattırır, tecavüz ederdi. Bu çirkin hadiseye direnen kadınlar ise işkence odalarında öldürülüp okyanusa atılırdı.

Erkeklere ait zindanın üst katında –şu an kütüphane olarak kullanılan- küçük bir kilise vardı. İngilizler, kilisenin hemen önündeki sarılı alan içerisinde yer alan delikten keyifle aşağıda üst üste duran köleleri kontrol eder, sonrada ayin yaparlardı.

Sağ kalanlar ya da yer altı zindanında dayanıklılık testinden geçenler, üzerinde “dönüşü olmayan kapı” yazan yerden geçirilip gemilerle ABD ve İngiltere’ye sevk edilirdi. Dönüşü olmayan kapıdan geçen eşler farklı gemilerle değişik ülkelere gönderilir, hürriyetleri ile birlikte ailelerini de kaybederlerdi.

***

Batı’yı “tek dişi kalmış canavar” yapan unsurları görmek isteyenler, Cape Cost’u ziyaret etmelidirler.

***

Akşama doğru derin düşüncelerle Cape Cost ziyaretine nokta koyup, başkent Akra’ya geçtik. Sabah saat 6’da da Kazablanka için Akra’dan ayrıldık.

Sözün Özü

Gana’da Hristiyanlığın tarihi soykırımla özdeşleşen Cape Coast’la başlar. Burada yaşanan kirli ilişkiler aynı zamanda Gana’nın yaklaşık % 40’ını oluşturan Hristiyan nüfusun da miladıdır.

Ganalılar, İngiliz sömürüsü ile birlikte tanıdıkları yeni dinleriyle hürriyetlerini, dillerini ve yer altı zenginliklerini kaybettiler. Anne ve babaları öldürülen ya da bir daha dönmemek üzere ABD’ye götürülen çocukların memleketi haline gelen Gana, tarihi birikimi ile birlikte medeni tecrübesini de yitirdi. Geride kalan insanlar dünyanın en verimli arazilerine sahip coğrafyada yokluk içerisinde acı çektiler.

Gana, İslam’ı asırlar önce kuzeyden gelen Müslüman tüccarlarla tanıdı. Gana’ya, insanlarla zenginliklerini paylaşmak için gelen Müslümanlar, bölgede ticareti ve tarımı geliştirdiler. Hapishane içerisinde kilise kuran Hristiyanlar’ın zıddına, Medrese içerisine cami inşa ettiler.

Yüzlerinde asırlık acının izlerini taşıyan Ganalılar, korkudan tutulan akıllarını açacak ve Cape Cost’tan başlayarak kendilerini tarihleriyle yüzleşmeye çağıracak ilim ve fikir adamlarını bekliyor. Yüzleşmenin gerçekleştiği gün, soykırım suçlarını hafifletebilmek için masum insanları dünyaya yamyam olarak tanıtan İngilizler siyaseten güçlerini yitirecek ve bütün bir coğrafyayı Allah’ın dini İslam kuşatıp kucaklayacaktır.

——————————- 

[1] Gana ile Türkiye arasında iki saatlik bir zaman farkı olduğundan Kahire’den 18.30′da hareket eden uçak 6 saatlik bir uçuştan sonra Akra’ya vardığında saat 22.30′u göstermekteydi.

 

]]>
0
Dergi <![CDATA[Derkenar]]> http://inkisaf.net/?p=158 2008-11-16T16:04:59Z 2008-11-16T16:04:59Z Ahmet FARUK

Hayrın Dili

İnsanın derununda şerre ve hayra ait iki farklı dil vardır. “Ok gibi doğru olma yabana atarlar./Yay gibi eğri ol, elde tutarlar.” diye fısıldayan şerrin dili âdemoğluna, gülüp eğlenmeyi, dünyadan kâm almayı telkin eder. Şerrin dili ferdiyetçi olmayı, şahsi menfaati ön planda tutmayı, kendisi için yaşamayı, izzet ve iffetin karın doyurmadığını, madden kazanmanın gerekliliğini anlatır.Gurbetin, hicretin, çilenin zorluklarını hatırlatır. Aşiyanda yaşamanın, altın musluklardan su içmenin ayrıcalıklarından bahseder. Şerrin dilini konuşan ya da dinleyenler ayaklarına memleket çamuru hiç değmemesine rağmen pastadan aslan payını kapar; rağbet görür, el üstünde tutulurlar. Güçten yana olan insanlar, onlar konuşunca sukut orucu tutmanın gerekliliğine inanırlar. Fakat gün gelir bitmek bilmeyen ihtirasları son bulur, zelil olurlar. Bir türlü sönmeyen ihtiras ateşini ölümün harareti söndürür.
Buna karşılık hayrın dili ise insana kendisi için olduğu kadar başkaları içinde yaşamayı, insanlığın hidayeti için gerektiğinde gözünü budaktan sakınmamayı telkin eder. Hayrın dilini dinleyenler dünyaya kul olarak geldiklerine inanır ve bu uğurda gerektiğinde bedel öderler. Belki servetlerini, sıhhatlerini, hayatlarını kaybederler. Fakat sonuçta kahraman olurlar. Eğer o kahramanlar olmasaydı kim bilir bu gün insanlar hala taş devri yaşıyor olacaklardı.

Anadolu Kadını

Ali Fuad Başgil 1914 Ağustosunun sonlarında Samsun Çarşamba’da başlayıp 1919 başlarında Erzincan talimgâhında noktalanan askerlik hayatıyla alakalı ilginç bir anekdot nakleder. Bu anekdot ailesinin nafakasını teminle mesul bütün bireyleri mukaddes değerler uğruna şehit veren bir Anadolu kadınının yürek yakan hayat mücadelesinin hikayesidir.

Askerde zatürre hastalığına yakalanan Başgil’in tedavi için kaldırıldığı revirde bulunduğu sıra da pencereden tanık olduğu manzara şu şekildedir: “(Revire kaldırıldıktan) on iki gün sonra kendime geldim. Odada gezinmeye, pencere önünde oturup dışarıyı seyretmeye başladım. Pencerenin önü kolordu hayvanlarının yükletilip boşaltıldığı genişçe bir meydan idi. Bir sürü kadın, havadan fırsat bulunca o meydana geliyor, bir şeyler topluyordu. Ne topladıklarını göremiyor, merak ediyordum. Dışarı çıkmaya başlayınca ilk işim bunu öğrenmek oldu. Ne göreyim? Topladıkları, hayvan gübrelerindeki erimemiş yem taneleri değil mi? Kadınlardan birine sordum:

-Tavuklara mı topluyorsunuz?

-Tavuk mu kaldı ey oğul! Onları öğütüp çorba, ekmek yapıyoruz.”[1]

Bu milletin evlatları cephelerde taşlı bulgur, suyla peksimet yerken, onları doğuran analar da cephe gerisinde hayvan terslerinden yem tanelerini toplayarak, bebelerini doyurdular. İşte bu ülke böyle büyük bir milli fedakarlık ve mahrumiyet üzerine kuruldu. Bugün dişlerini tırnaklarına takarak bu mübarek vatanı bize emanet eden o çilekeş anaların çilekeş evlatlarına tepeden bakıp tahkir etmek en hafif tabiriyle zulümdür, cinayettir.

Cehalet

Medeniyet İslâm’dır. İnsana iyiyi, güzeli, doğruyu, öğreten İslam medeniyetin ta kendisidir. İslamsız insan “canavardan da beterdir”. İmanla terbiye edilmemiş kıskançlık duygusu galebe çalan ya da açlık korkusu taşıyan gayr-i müslim babalar kızlarını bilgisizlik yüzünden beyinsizce öldürmüşlerdir.[2] İslam’la sadece kız çocukları değil toplumun bütün bireyleri hürriyetlerine kavuşmuşlardır. İmam Kurtubî’nin rivayet ettiği şu olay durumun vahametini ve İslam’ın neleri ortadan kaldırdığını gayet iyi ortaya koymaktadır: “Bir gün Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve selem) huzurunda devamlı kederli duran ashabından birine: ‘Ne diye üzülürsün?’ diye sorar. Sahabi ‘Cahiliyye devrinde bir günah işledim. Müslüman olsam da Allah’ın o günahımı bağışlamayacağından korkuyorum.’ dedi. Allah Resulü affedilmeyeceğini düşündüğü günahını söylemesini emredince sahabi: ‘Ey Allah’ın Resulü! Ben kız çocuklarını diri diri öldüren kişilerdenim. Benim bir kızım olmuştu. Geleneklere uyup onu öldüreceğimden endişelenen hanımım yaşamına kastetmemem için bana yalvarırdı. Ben de bıraktım büyüdü, gelişti. Öyle ki emsallerinin en güzeli oldu. Evlenmek için ona talip oldular. Ancak beni müthiş bir kıskançlık aldı. Kalbim ne onu evlendirmeye ne de kocasız evde bırakmaya tahammül etmekteydi. Bu duygular içerisinde hanımıma filan kabileye akrabayı ziyarete gitmek istiyorum, kızımı da benimle gönder dedim. Annesi bu teklife sevindi ve kızımı takı ve elbiseleriyle süsleyip donattı. Geleneklere uyup ona ihanet etmemem hususunda da benden sözler aldı. Yavrumu alıp bir kuyunun başına gittim. Kuyuya baktım. Kızım kendisini kuyuya atmak istediğimi anlayınca sımsıkı bana sarıldı. Şöyle diyerek ağlamaya başladı: ‘Babacığım bana ne yapmak istiyorsun?’ Ağlamasına dayanamadım. Merhamete gelip bir an vazgeçtim. Ardından tekrar kuyuya baktım. Yine kıskançlık beni kuşatınca kızım bana sarılarak bu defa: ‘Babacığım! Annemin emanetini zayi etme!’ diye yalvarıyordu. Tekrar kuyuya ve kızıma baktım. Ona merhamet gösteriyordum ki şeytan bana galip geldi ve kızımı yakalayıp baş aşağı kuyuya attım. O ise kuyuda ‘Babacığım öldürdün beni!’ diyerek feryat ediyordu. Sesi kesilinceye kadar orada bekledim. Öldüğünden emin olunca geri döndüm.” Hadise karşısında hem Allah Resulü hem de sahabe gözyaşlarını tutamadı. Sahabenin tahkiyesi bitince Efendimiz (sallellahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Eğer cahiliyyede yaptığından dolayı birine ceza vermek bana emredilseydi, mutlaka yaptığından dolayı seni cezalandırdım.”[3]

Yalan ve Gözyaşı

İnsan da ağlar timsah da. Fakat biri kalp taşıdığından diğeri ise hazımsızlıktan dolayı gözyaşı döker. Hüzünlenen kalbin etkisiyle akan gözyaşı saftır, berraktır. Dildeki yalanı desteklemek için akıtılan gözyaşı ise yapmacıktır, sahtedir. Fıtrattaki ilahi kodlarla oynayan zalimler de timsahlar gibi suni gözyaşı döker, mağdur olarak kendilerini takdim ederler. Nitekim Hz. Yusuf’u kuyuya atan kardeşleri de “akşamleyin ağlaya ağlaya babalarına gelmiş”[4] masum olduklarını iddia etmişlerdi.

Hakkı teslim makamında olanlar, davalarda hak ihlallerine sebep olmamak için yalancıların bu yönünü göz ardı etmemelidirler. Nitekim ifade vermek üzere Kadı Şureyh’e gelen bir kadın, Kadı’yı iddialarına inandırabilmek için ağladığında huzurda bulunan İmam Şa’bi Kadı’ya: “Ey Eba Ümeyye! Ağlamasına ne diyorsun?” deyince, Kadı: “Yusuf’un kardeşleri de zalim ve yalancı oldukları halde ağlayarak babalarının huzuruna çıkmışlardı.” Dolayısıyla hakim akıtılan gözyaşlarına göre değil sadece hakka göre hüküm vermelidir.”[5] Zira göz yaşı her zaman hüzünlenen kalbin ateşinden doğmaz.

İhtilal

Kanuni Sultan Süleyman atına ordudaki bir asker tarafından nal çakıldığını öğrenince “Orduya esnaf karıştı.” diyerek hiddetlenmiş ve hiç vakit geçirmeden ilgilileri cezalandırmıştı. Benzer yaklaşımı diğer Osmanlı devlet adamlarında da görmek mümkündür. Devlet adamlarını bu derece hassas davranmaya sevk eden başlıca amil ise “Askerin alan dışı işlerle uğraşması durumunda asıl vazifesini ihmal edeceği endişesiydi.” Zira askerdeki zaafiyet bütünüyle devletin sarsılıp yıkılması anlamına gelmektedir. Nitekim yeniçerilerin kışla dışı işlere bulaşması devleti zayıflatmış, ittihat ve terakki düşüncesinin komplocu yaklaşımı da devleti inkıraza sürükleyip eşkıyanın önünü açmıştı. Ali Fuad Başgil Hoca 27 Mayıs ihtilaline sevinen insanları görünce bir an Meşrutiyet’in ilan edildiği yıllara gider ve hemşehrisi Mehmed Yüce’ye şunları söyler: “Ben ihtilalden ürkerim. Meşrutiyet ihtilalinde rüşdiyeyi henüz bitirmiş bir çocuk idim. Fakat gayet iyi hatırlıyorum: ‘Çarşamba kazasının pazarı idi. Bütün köylüler şehirde, omuz omuzu sökmez, bilirsin. Tellal Tufan meydanlarda, ilânı hürriyet fermanı okuyor, neyin nesi olduğunu pek iyi anlamadan halk coştu. Papazlar imamlarla kucaklaştı. Üç gün üç gece bayram şenlikleri yapıldı. Çünkü hürriyet ilan edilmişti. Manastır’da Şemsi Paşa vurulmuş, Enverler, Niyaziler ayarttıkları askerle dağa çıkmış, Padişah II. Abdulhamid Hürriyet Fermanı’nı imzalamaya ve Meşruti İdare’yi yeniden kurmaya mecbur olmuştu.

Halkın çoşkusu son haddinde. Önde kebapçı şeytan Karabet, Con Mustafa, Pörtlek Cavit, komitaci Tanas, Hükümet Konağı’na yüründü. Kaymakam balkona çağrıldı. Tehditler hakaretler savruldu. Artık vergi yok, askerlik yok. Köyde tahsildar yok… Yaşasın hürriyet, asalet, müsâvat, uhuvvet!..

Çok geçmedi, arkasından Arnavutluk isyanı, 31 Mart faciası ve Hareket Ordusu, arkasından Balkan Harbi, arkasından Harb-i Umumi… Koca İmparatorluk üç beş sene içerisinde dağılıp çöktü. Ve onu felakete sürükleyenlerin her biri bir tarafa savuşup gitti. İhtilalden korkarım. İhtilal, dik kenarlı, dibi görünmeyen bir suya benzer. Dalması kolay; fakat içinden çıkması zordur.”[6]

28 Şubat’tan iftiharla bahseden komitacılardan geriye, talan edilen hazine, hala düzeltilemeyen bir ekonomi, işini dolayısıyla aşını kaybeden yüz binler ve milletin sefaletini fırsat bilip servet edinen Karunlar kaldı. Bütün bunlar hadisenin maddi boyutu. Ya manevi boyut…

Başkası İçin Yaşamak

Cömertlikten daha üst bir haslet olan îsâr, kişinin başkalarını kendisine tercih etmesidir. Cömertlik fazla olanı vermek ya da malın bir kısmını infak etmek anlamına gelirken, îsâr ihtiyaç duyulanı vermektir. Yani başkalarını yaşatmayı yaşamaya tercih etmektir.

Îsârın kendi içerisinde dereceleri vardır. En üst derecesi ise İla-i Kelimetullah için, feda-i can edebilmektir. Nitekim Molla Cami şöyle demektedir: “Gümüş ve altınla cömertlikte bulunmak kolaydır; hoştur o kimse ki, canıyla cömertlik eder.”

Îsâr’ın en güzel örnekleri sahabenin özellikle de ensarın hayatında mevcuttur. Bu yüzdendir ki Allah Teala onlar hakkında şöyle buyurmaktadır: “Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenler karşısında içlerinde bir rahatsızlık duymazlar. Kendileri zaruret içinde bulunanlar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.”[7]

Sahabenin canıyla îsârda bulunması ile alakalı Beyhâkî Ebu Cehm b. Huzeyfe el-Adevî’den şöyle bir rivayette bulunmaktadır: “Yermük günü yanımda bir kırba su olduğu halde amcamın oğlunu arıyordum. Şöyle düşünmüştüm: ‘Eğer son demlerinde ise sudan ona ikram ederim ya da onunla yüzünü silerim.’ Bu düşünce ile dolaşırken yaralılar arasında bulduğum amca oğluma: ‘Su ikram edeyim.’ dediğimde, amca oğlum başı ile evet diye işaret etti. Tam su içecekken arkada susuzluktan ‘ah’ diye inleyen birini işitti. İma ile suyu ona götürmemi işaret etti. Suyu götürdüğüm kişi Amr b. As’ın kardeşi Hişam b. As’tı. Su ikram edeceğim esnada ‘ah’ diye inleyen bir başka yaralıyı işiten Hişam da, ima ile suyu yaralıya götürmemi işaret etti. Suyu Hişam’ın işaret ettiği kişiye götürdüğümde bu kişi ruhunu teslim etmişti. Sonra hemen Hişam’a döndüm O da ruhunu teslim etmişti. Amcamın oğluna geldiğimde Onu da şehit olmuş buldum.”[8]

Hayırdan Şer Doğar

 

 

Bereketli bahar yağmurlarından her cins toprak eşit derecede istifade edemez. Sadi’nin dediği gibi “Gökteki bulut söz temsili ab-ı hayat yağdırsa, sen söğüt ağacından asla meyve yiyemezsin.”[9] Bazen yağan yağmur mümbit topraklarda lale, sümbül, gül gibi birbirinden güzel çiçeklerin tomurcuklanmasına vesile olurken aynı yağmur kıraç topraklarda ise zehirli otların, dikenlerin bitmesine sebep olabilir.

Makam, para, nimet de böyledir. Zenginlik de her zaman iyinin, güzelin zeminini hazırlamaz. Ebû Saîd el-Hudrî’nin rivayet ettiği hadis-i şerif dünyada hayır gibi görünen bir şeyden nasıl şer doğacağını göstermesi açısından önemlidir: Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) günün birinde minber üzerine oturmuştu; biz de onun etrafında oturmuştuk. Bu hâlde Allah Resulü : “Benden sonra dünyâ çiçeği ve zîynetlerinin önünüze serilmesi, sizin adınıza korkmakta olduğum şeylerdendir.” buyurdu. Bunun üzerine bir sahabî: “Yâ Resûlellah! Hiç hayır/nimet, şer/mefsedet getirir mi (ki korkuyorsunuz)? diye sordu. Allah Resulü (vahiy bekleyerek bir müddet) sükût etti. O soran kişiye sahâbe tarafından: “Sen de kim oluyorsun da Allah Resulü’ne suâl soruyorsun? İşte sana karşılık vermiyor.” denildi. O sırada biz, Allah Resulü’ne vahiy gelmekte olduğunu fark ettik. Efendimiz dökmekte olduğu bol teri alnından sildi ve suâl soran kimseyi över bir edâ ile: “Sual sahibi nerededir?” diye sordu. Ardından şöyle buyurdu: “Aslında hayır/nimet, şer/mefsedet getirmez (fakat sebep olabilir): Baharın bitirdiği otlardan (zehirli) bir kısmı vardır ki, o (yiyeni) öldürür yâhut ölüme yaklaştırır. Lâkin yeşil ot böyle değildir. Onu otlayan hayvan, ölüm tehlikesinden korunmuştur. Bu hayvan, o yeşil otu yer, iki böğrünü şişirince bahar güneşini karşılar. Kolayca dışkısını çıkarır, idrarını yapar, büyür. İşte bu dünyâ malı da yeşil ot gibi çekicidir, tatlıdır. Bu nimetten miskîne, yetime, vatanından ayrı düşmüş yolculara sadaka veren zengin Müslümân ne hayırlı kişidir!”, “Şu muhakkak ki haksız, haram mal toplayan kimse de dâima yiyen, bir türlü doymayan obur gibidir. Kıyamet gününde bu mal, kendi sahibinin cimriliğine şâhit olacaktır.”[10]

Hadis ve Edeb

Muhaddisler hadis rivayetine başlamadan önce hazırlık yapar, en güzel sarıklarını sarar, koku sürülür, kürsüde Allah Resulü’nün huzurunda bulunuyor gibi müeddeb bir tavır içerisinde otururlardı. Abdullah b. Mübarek (rahimehullah)’in anlattığı şu hadise onlardaki edebin hangi boyutta olduğunu göstermesi açısından önemlidir: İmam Malik’in meclisinde Allah Resulü’nden rivayet ettiği hadisleri dinliyordum. Ders esnasında kendisini on altı defa akrep ısırmıştı, rengi değişti, sarardı. Fakat Allah Rasulü’nden hadis rivayet etmeye devam etti. Hadis meclisinden ayrıldıktan, insanlar da etrafından dağıldıktan sonra geri dönüp kendisine; “Ey Eba Abdullah! Sende bir tuhaflık gördüm?” diye sorunca, “Evet, muhakkak ki bu, Allah Resulü’nün hadisine olan saygıdan kaynaklanan bir sabırdır.” şeklinde cevap verdi.[11]

Batı ve Hesap

Mukaddesatımız çiğneniyor, hanumanlarımız talan ediliyor, coğrafyamızın büyük bir bölümünde kardeşlerimiz içmeye su, yemeye ekmek bulamıyor, ajanslar sürekli olarak emperyalistlerin işgal ettiği İslam beldelerinden haber merkezlerine katledilen Müslümanların haberlerini geçiyorlar. Ne hazindir ki, bütün bu olanlar karşısında “sabır” ve “teslimiyetten” öte yapabilecek bir şeyimiz olmadığını düşünüyoruz. Maalesef bu düşünce, yaşanılan hali sıradanlaştırdığı gibi mevcut köleliğin de ömrünü uzatıyor.

Durumumuzu arz edip hakkımızı talep ettiğimiz hükmi ya da hakiki şahsiyetler zalimlerin ta kendileri olduklarından “özür” beklerken yoğunlaştırılmış zulümle yola devam etmek zorunda kalıyoruz.

Ümmetin teslimiyetçi yaklaşımı “Yunan Aklı”, “Roma Hukuku” ve “Hristiyan Ahlakı” üzerine ibtina eden Batı Medeniyeti’ni daha da cesaretlendiriyor ve onun global sömürü ağıyla kurumsal yapısını “derinden” işletmesine zemin hazırlıyor.

Buhara, İslamabad, Konya ovalarında ırgatlık yapıyor, ürettiğimiz ürünlerle dünya sofrasına katkıda bulunuyoruz. Karşılığında ise, masa başında oturup para basan Batılı adamdan bir miktar kağıt alıyoruz.

Yer altı ve yer üstü madenlerimiz sömürülürken bilmem kaçıncı dünya ülkeleri muamelesi görüyoruz. Bütün bunlar olurken zalimlere “Neden böyle yapıyorsunuz? diye sorma hakkını kendimize çok görüyor ya da buna cesaret edemiyoruz.

Tam iki asırdır “Yapılanların hesabını sormak için henüz erken, biraz daha sabretmeli.” diyerek birbirini oyalayanlar her geçen gün sömürünün biraz daha derinleşmesine sebep oluyorlar.

Hakkı gasp edilen, onu istediğinde ise; “Hakkının bir miktarı iade edilebilir; fakat bu, inancından vazgeçmene bağlıdır.” cevabını alan ümmetin hâli şu ayet-i kerimeler ve onların inişine sebep olan olayla bire bir örtüşmektedir: “Demircilikle iştigal eden Habbab b. Eret (radiyellahuanh)’in müşriklerin ileri gelenlerinden As b. Vail’den bir miktar alacağı vardı. Parasını almaya gittiğinde, As kendisine şöyle demişti: ‘Hayır, Allah’a yemin olsun ki Muhammed’i inkar etmedikçe sana borcumu ödemeyeceğim.’ Bunun üzerine Habbab: “Allah’a yemin olsun ki sen (şimdi burada) ölüp, sonra (gözümün önünde) tekrar dirilecek olsan dahi onu asla inkar etmeyeceğim. Bu defa As: “Ben ölüp sonra dirildiğimde orada malım olacaktır, gelirsen sana da malını veririm.”[12] diyerek Habbab’la alay eder. Hadise üzerine şu ayeti kerimeler nazil olur: “(Resulüm!) Ayetlerimizi inkar eden ve ‘muhakkak surette bana mal ve evlat verilecek’ diyen adamı gördün mü? O gaibi mı bildi, yoksa Allah’ın katından bir söz mü aldı? Kesinlikle hayır! Biz onun söylediğini yazacağız ve azabını uzattıkça uzatacağız.”[13]

Bir gün mutlaka ümmetin Habbabları haklarını dava edecek ve “Neden böyle?” diyerek As’ları sorgulayacaklardır. İşte o zaman bütün dünya “Hak geldi ve batıl zail oldu.” ayetinin yeniden tecelligâhı olacak ve adaletle dolacaktır.

———————————-

[1] Ali Fuad Başgil, Hâtıralar, İstanbul, 2024, s. 29.

[2] Bkz. En’âm: 140.

[3] Kurtubî, el-Camiu li Âhkâmi’l-Kur’an, Beyrut, 2024, VII, 64; Muhammed b. Muslihiddîn, Hâşiyet-u Muhyiddîn Şeyh Zâde, Beyrut, 1999, IV, 156.

[4] Yusuf: 16.

[5] Fahruddîn Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, Beyrut, 1990, XVIII, 81

[6] Başgil, a.g.e., s. 79.

[7] Haşr(59): 9

[8] Beyhakî, Şuabu’l-Îman, Beyrut, 2024, III, 260.

[9] Kamil Miras, Sahih-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercemesi, Ankara, 1978, V, 248.

[10] Buhârî, Zekât 49; Aynî, Umdetu’l-Kârî, Beyrut, 2024, IX, 55-59.

[11] İbn Ferhûn el-Malikî, ed-Dîbacu’l-Mezheb, Kahire, 2024, s. 109.

[12] Buhârî, Buyû’ 29, İcâre 15; Müslim, Sıfâtu’l-Münafikîn 35; Bkz. el-Hâzin, Lübâbu’t-Te’vil, Mısır, 1955, IV, 259.

[13] Meryem: 77-80.

 

]]>
0
Dergi <![CDATA[Abdulhamid’i anlamak…]]> http://inkisaf.net/?p=157 2008-11-16T16:17:55Z 2008-11-16T15:57:38Z İNKİŞAF

Sultan İkinci Abdülhamid Han, dünyamızdan ayrılalı neredeyse bir asır oldu. Onun gidişiyle adeta yetim kalan ümmet, sahipsizlik diyarında serseri kuşlar gibi vur ha vur bir öteye bir beriye sürekli kanat vurdu; yitirdiği kimsesini aradı. Bir ara bulur gibi oldu, fakat sunî Yahudiler (masonlar) gerçek Yahudilerin desteğini arkalarına alarak -Abdülhamid devrinde olduğu gibi- yine “vatan kurtarma” edebiyatıyla milletin önünü kestiler, en olmaz yalanları ona gerçek diye takdim ettiler.Sadece aktörlerin değiştiği bu kadim oyunda ümmetin yeni mağlubiyetler yaşamaması Sultan Abdülhamid’i ve onun düşmanlarını iyi tanımasıyla mümkün olacaktır. Bunun içindir ki Üstat Necip Fazıl “Ulu Hakan İkinci Abdülhamid Han” adlı kitabını şu cümle ile noktalar: “ABDÜLHAMİD’İ ANLAMAK HER ŞEYİ ANLAMAK OLACAKTIR.”
Sultan anlaşılınca Büyük Destan’a düşülen ara noktası kalkacak ve yeniden ümmet kimsesine kavuşacaktır.
Sultan’ın anlaşılmasını temin eden şu dua Destan’ın yeniden nereden başlayacağını da göstermektedir:
“Allahım helal etmiyorum! Şahsımı değil, milletimi bu hale getirenlere, hakkımı helal etmiyorum! Beni, benim için lif lif yolsalar, cımbız cımbız zerrelerimi koparsalar, sarayımı yaksalar, hanumanımı, hanedanımı söndürseler, çoluğumu gözümün önünde parçalasalar helal ederdim de Sevgili (sallallahu aleyhi ve sellem)’nin yolunda yürüdüğüm için beni bu hâle getiren ve milletimi ateşe atan insanlara hakkımı helal etmem!
Allahım! Mukaddes isimlerine kurban olduğum Allahım! Ya Âdil! Bana “Kızıl Sultan” adını takan ve devrilmem için ellerinden geleni yapan Ermenileri, şimdi beni devirenlere parçalatıyorsun! Bu cellatları da, kim bilir, kimlere parçalatacaksın? Fakat yâ Rahman!.. Adaletinle tecelli edersen hepimiz kül oluruz! Bize acı! Resûlünün, Sevgilinin, Kâinatın Efendisinin nurunu kaydeder gibi olduğu için bu hâle gelen millete, rahmetinle, fazlınla, lütfunla tecelli et!
Yâ Kâdir! Kundaktaki yavruyu gagasına almış, kaçıran leş kuşunu düşürüp çocuğu kurtarmak ancak senin kudretine sığabilir. Leş kuşlarının gagasında kundak çocuğuna dönen milletimi kurtar Allahım!
Ya Mabut!.. Ömrümde tek vakit farz namazı kaçırdığımı hatırlamıyorum! Ama tek vakit namazım olduğunu iddiaya da nefsimde kuvvet bulamıyorum!.. Huzurunda eğileceğime kaskatı kalıyorum ve duada ruh teslim edeceğime yatağımda kıvranıyorum! Sana kulluk gösteremeyen bu kulunu affet Allahım!
Eğer, yılları tespih dizisince süren hükümdarlığımda seni bir kere anabildim, Resûlüne bir an bağlanabildimse, duamı, o bir kere ve bir an yüzü suyu hürmetine kabul et!
Yâ Sübhan! Şu titrek elleri, kıyamet gününde sana “Ümmetim, ümmetim!” diye yalvaracak olan Habibinin eteğinde, şimdi ‘Milletim, milletim!’diye dilenen bu ihtiyarın duasını geri çevirme! Milletimi evvelâ ‘Ba’sü ba’de’l-mevt’siz bir ölümle yok etmeye götüren sahte kurtarıcılar ve sahte kurtuluşlardan kurtar; ve ona bir gün gelecek kurtarıcıları, gerçek kurtuluşu nasip eyle!..
Benim artık bu dünya gözüyle görebileceğim hiçbir saadet ümidim kalmadı. Bari felâketi olsun bana daha fazla gösterme Allah’ım! Ayakta duramaz, haldeyim! Vadem ne gün dolacak Allahım?..”

İNKİŞAF

]]>
0
Dergi <![CDATA[Batı’nın İslam’ı yok etme projesi]]> http://inkisaf.net/?p=154 2008-10-16T11:48:42Z 2008-09-27T09:12:53Z Ahmet AÇIKGÖZ

XIX. yüzyılda İslam’a karşı yürütülen çok cepheli savaşın koordinatörü olan Büyük Britanya, kendisini Hristiyan dünyasının hâmisi görmekte ve onlar adına Müslümanlardan intikam aldığına inanmakta idi.

İngilizler, sömürü sistemlerinin kapsamlı ve etkin bir şekilde işleyebilmesi için İstanbul başta olmak üzere birçok İslam beldesine şehirlerin dîni, kültürel, ve etnik haritalarını çıkaracak “barış gönüllüleri” kisvesi altında küfrünü gizleyen antropolog, tarihçi, mühendis unvanlarını haiz casuslar gönderdi.Sömürüyü, bekasının vazgeçilmez unsuru olarak gören Büyük Britanya, bunun için Sömürgeler Bakanlığı adı altında bir kurum da ihdas etmişti. Bakanlık, ilgili bölgelerden elde ettiği istihbarî rapor ve dokümanları haber havuzlarında toplayıp Britanya’nın menfaatleri doğrultusunda kullanmakla meşguldü.

İngilizler gerçek kimliklerini gizleyen elemanlarıyla, geçmişte meydanlarla sınırlı olan Haçlı savaşlarını hayatın bütün şubelerine yaydılar. Ahtapot gibi İslam coğrafyasını saran casuslar, gittikleri yerlerde kabile reisi, alim, şeyh gibi unvanları haiz nüfuzlu kişileri özgürlük vaadiyle Osmanlı Devleti’ne karşı isyana teşvik ettiler. Bunda etkili olabilmek içinde Şiî nüfusun hakim olduğu bölgelerde tam bir Hz. Ali hayranı, Sünnîlere ait şehirlerde ise yerine göre ya Maturidî ya da Eşarî gibi davrandılar.

Büyük Britanya XVIII. yüzyılda İslam coğrafyasında 5 bin ajanla faaliyet göstermekte idi.[1] Zamanla bu rakam on binlere ulaştı. Ümmetin direniş gücü arttıkça ajan sayısı da çoğaldı. Direnişin önünde ise müstakim duruşlarıyla halk nezdinde kahramanlaşan alimler vardı.[2]

Artan ajan sayısı İngilizlerin hedeflerini gerçekleştiremeyince bakanlık, personelin niteliği hususunda daha titiz davranma kararı aldı. Çünkü sıradan bir Müslüman bile “inanç bakımından bir Hristiyan papazıyla mücadele edebilecek”[3] donanımı haizdi.

İslam coğrafyasında faaliyet gösteren ajanların sömürü bakanlığına gönderdikleri raporlar, kurulan ve yıkılan devletlerin hayatı kadar Müslümanların hayatlarıyla da alakalı olduğundan hep merak konusu olmuştur. Ajanların kaleme aldıkları hatıratın tab edilmesi birkaç asır devam eden İngiliz oyununun dehşetini gözler önüne sermiştir.

Bu makalede İngiliz ajan Hampher’in hatıratı özelinde İngilizlerin İslam Coğrafyası üzerindeki saklı planları teşhir ve tahlil edilecektir.

İstanbul

Birkaç ay süren gemi seyahatinden sonra İstanbul’a ulaşan Hampher, şehirde ilk olarak gittiği camide gördüğü manzara karşısında hayrete düşer. Müslümanların düzen ve temizliği karşısında şöyle demekten kendini alamaz: “Neden biz bu temiz insanları incitmeye çalışıyoruz? Neden huzurlarını ve güvenliklerini sarsıyoruz? Acaba bu tür pis işleri Mesih (Hz. İsa) caiz kılmış mıdır?” (s. 18)

İstanbul manzaraları, Ona Hristiyan Batı’nın yalan üzerine ibtina eden bir medeniyet olduğunu gösterir. Hampher, Batı’nın Müslümanlar aleyhinde kurguladığı yalanları tahlil ederken bir an yaptıklarından pişmanlık duymaya başlar. Ne var ki bir müddet sonra toparlanıp; “Büyük Britanya sömürgeler bakanlığının memuru olduğunu ve her şeye rağmen görevini ifa etmesi gerektiğini” düşünür. Hampher, vicdanıyla daha fazla yüzleşmeye cesaret edemez ve hakikate “vesvese” yaftasını vurarak yaptıklarına kendini ikna etmeye çalışır.

Bütün ajanlar Hampher gibi mutaassıp değildir. İçlerinde Müslüman olan (s. 25) ya da yapılanlara isyan edip bakanlıktan ayrılanlar da vardır. Mesela Hampher’in 9 kişilik arkadaş grubundan sadece 5 kişi Londra’ya dönmüştür. Ajanların sömürü bakanlığı ile irtibatlarını koparmalarından ya da Müslüman olmalarından endişe eden İngilizler, aynı bölgede birbirini tanımayan ajanlar görevlendirip, her bir ajanı izlemek üzere de özel memurlar tayin etmişlerdir.(s. 57)

İstanbul Sonrası

İstanbul’da iki yıl kaldıktan sonra Londra’ya dönen Hampher, Osmanlı Devleti’nin zayıf noktalarını tespit edip merkeze bildirme hususunda başarısız görüldüğünü öğrenir. Bu yüzden görev yeri değiştirilir. Yeni yeri olan Basra için Londra’dan ayrılırken sömürü bakan yardımcısı görevinin; “Müslümanlar içerisine nüfuz ederek, aralarında ayrılık oluşturabilecek zayıf noktaları bulmak ve bu noktalardan hareketle tefrika ve anlaşmazlık icat etmek.” (s. 27) şeklinde iki ana başlık altında toplandığını söyler.

Hampher, yorucu olduğunu söylediği 6 aylık bir seyahatten sonra tefrika faaliyeti için uygun bir yer olan Basra’ya ulaşır.

Hampher, Basra’da Mürşit Efendi’ye ait bir kervansaraya yerleşir. Fakat Onun ikametiyle Mürşit Efendi’nin işlerinde bir bereketsizlik baş gösterir. Bu durumdan rahatsız olan Mürşit Efendi açıkça kendisine; “Sen buraya geldiğin günden beri işlerim ters gitmekte, bu da senin ne kadar kötü bir adam olduğunu göstermektedir.” (s. 34) diyerek tavır koyar. Bu şartlar altında kervansarayda daha fazla kalamayacağını anlayınca Horasanlı bir Şiî olan Abdurrıza’nın marangoz dükkanına gider ve orada işe başlar.

O yıllar itibariyle Basra’da, aralarında derin farklılıklar olmasına rağmen huzur içerisinde yaşayan Sünnî ve Şiî oluşumların müntesipleri vardır.

Hampher, Müslüman kimliği (!) ile her iki grup içerisine girmeyi başarır. Kısa zaman sonra gruplar arasındaki kadim anlaşmazlıkları güncelleyerek Basra gündemine taşır. Hafıza-i beşere, geçmişte yaşadığı acı olayları hatırlatır. Hz. Ali’den Kerbela olayına, Hz. Muaviye’den Yezid’e kadar birçok kişi ve olay üzerinden spekülasyon yapar.[4]

Muhammed b. Abdulvehhab

Hampher, Abdurrıza’nın marangoz dükkanında Farsça, Türkçe ve Arapça bildiğini söylediği Muhammed b. Abdulvahhab adında bir gençle tanışır. Hampher’in özgür bir genç olarak nitelediği Muhammed, hiçbir mezhebe bağlılığı olmayan ve “Kur’an’da olan bize yeter.” anlayışına sahip biridir. Hampher, Büyük Britanya’nın bölge üzerindeki amaçlarını hayata geçirecek yegane şahsiyet olarak gördüğü Muhammed’le (s. 39) hem dostluğunu tahkim eder, hem de idealleri doğrultusunda onun düşüncelerine yön verir. Bu çerçevede Muhammed’i “özgürlük kavramı” çerçevesinde sürekli tahrik eder. Ehl-i Sünnet ile Şia arasında üçüncü bir mezhep kurmaya teşvik eder.(s. 45).

Hampher, mut’a nikahı başta olmak üzere çeşitli şehevi unsurlarla günaha sürüklediği Muhammed’i, yalan rüyalarla da iğva etmekten geri durmaz. Onlardan bir tanesini Muhammed’e şu şekilde anlatır: “Rüyamda gördüm ki; peygamber hatiplerin anlattığı gibi bir heyet ile kürsüde oturuyordu. Etrafını da benim hiçbirini tanımadığım alimler sarmıştı. Aniden sen meclise girdin. Ve sen Muhammed b. Abdulvahhab, yüzünden nur saçıyordun. Peygamberin yanına vardığında o, sana saygı göstererek yerinden kalktı, alnından öptü ve şöyle dedi: ‘Ey benim adaşım, sen ilmimin varisisin. Müslümanların din ve dünya işlerinde benim vekilimsin!’ Sen dedin ki: ‘ Ya Resulellah! Ben ilmimi halka açıklamaktan korkuyorum.’ Peygamber sana: ‘Gönlünde korkuya yer verme, sen sandığından daha büyüksün.” buyurdu. (s. 46)

Hampher, yalanlarıyla iğva ettiği feraset fukarası müminler hakkında daha sonra değerlendirmede bulunurken şöyle der: “Nasıl da bahtı karadır bunlar. Dünya uyanmışken, hala derin uykudadırlar. Ancak yıkıcı bir sel bunları tatlı uykularından uyandırabilir.” (s. 50)

Sömürü Bakanlığının Kitabı

Sömürü Bakanlığı gelişen ve değişen şartlara paralel olarak çeşitli yayınlarla ajanlarının bilgi ve görgülerini artırdı. Bu yayınların önemli bir bölümü bütün ajanlara hitap ederken bir kısmına ise sadece kıdemli ajanlar ulaşabildi. Batı’nın İslam coğrafyası üzerinde oynadığı oyunların neler olduğunu, nasıl tezgahlandığını, oyun sahiplerinin ne tür sonuçlar beklediklerini ihtiva eden özel yayınlara ulaşan ajanlardan biri de Hampher’dir.

Hampher hatıratında, sömürü bakan yardımcısı tarafından kendisine verilen ve bugün için hâlâ özel kabul edilecek bilgiler içeren bir kitaptan bahseder.

İki ciltten oluşan bu kitabın birinci cildinde İslam dünyasındaki sahte ve gerçek şahsiyetler ile yapılan konuşmaların karşılaştırılmasından elde edilen sonuçlar vardır. Birinciye nispetle daha güncel bilgiler içeren ikinci ciltte ise Müslümanların güçlü ve zayıf noktalarının neler olduğu; zayıf noktalarından nasıl yararlanılabileceği ve güçlülerin nasıl zayıflatılabileceği gibi hususlar üzerinde durulmuştur.

Kitabın, zayıf noktalar başlığı altında tadat ettiği hususların önemlileri şunlardır: “Sünnî ve Şiî ihtilafı, umumi cehalet ve okuma yazma bilmeme, fikri donukluk, maddi yaşamı önemseme, istibdat, ulaşım problemi, sağlık sıkıntıları, şehirlerin harabe olması, bürokraside başıbozukluk, kötü bir ekonomi, güçsüz bir ordu, kadınların tahkir edilmesi, şehir ve köylerin pislik içinde olması…”

Kitap, İslam şeriatının gerçekte bütün bu zafiyetlere karşı olduğunu belirtikten sonra şöyle bir ihtarda bulunur: “Müslümanların İslam gerçeğinden habersiz tutulmaları gerekir.” (s. 67)

TEDBİRLER

Hampher’in deşifre ettiği kadarıyla kitapta ayrıca İslam’ın hassas bazı noktalarının nasıl yaygın hale getirileceği ve güçlü noktalarının da nasıl zayıflatılarak ortadan kaldırılacağı ile ilgili tedbirler de vardır. Bunların önemlilerini, tarafımızdan belirlenen başlıklar altında tırnak içerisinde verip sonra da tahlil edelim:

Sünnî ve Şiî İhtilafı

“Sünnî ve Şiî Müslümanlar arasında kötümserlik ve su-i zan gibi bir kısım kötü duyguları ihdas ederek, mezhebî ihtilâfları körüklemek. Bunun için büyük meblâğda para sarf etmekten çekinmemek.”

Kitabın hazırlandığı tarihten günümüze kadar, İslam coğrafyasında ihtilaflardan kaynaklanan çatışmaların olmadığı hemen hiçbir zaman dilimi yoktur. Bu çatışmaların en güncel ve kapsamlı olanı ise bugün Irak’ta yaşanmaktadır. ABD’nin bölgeyi işgali ile başlayan çatışmalar yukarıdaki plan dahilinde değerlendirildiğinde beşinci Roma İmparatoru Neron (Lucius Domitus Ahenobarbus)’un Roma’yı zevkine göre yeniden inşa edebilmek için önce meşhur Roma yangınını başlatıp, daha sonra da Yahudi ve Hristiyanların şehri yaktıklarını iddia ederek halkı Roma’yı kurtarmaya çağırmasına benzemektedir.

Emevi ve Abbasi devletleri zamanında yaşanan siyasi kargaşa ve örtülü İslam karşıtlığından beslenen ehl-i sünnet dışı akımların çoğu, Kur’an ve Sünnet’in yanlış anlaşılmasını önleyen usul kitaplarının telif edilmesi ve ulemanın müstakim duruşuyla etkisiz hale getirilip tarihi birer vakıa olarak “el-Milel ve’n-Nihal” kitaplarında yerlerini almaktan öte geçememiştir. Ne var ki yukarıdaki projenin sonucu olarak eski ihtilaflara ilaveten farklı içerikleri haiz çok sayıda yeni hareketler teşekkül etmiştir.

Alimleri Karalama

“Müslümanların bilgisizliğini korumak, her türlü eğitim merkezlerinin kurulmasını ve halkın çocuklarını dînî okullara göndermesini önlemek. Basın ve yayının gelişmesine mani olmak. Büyük din alimleri ve müçtehitler aleyhinde ithamlarda bulunmak.”

İslam dünyasında yaşanan siyasi kaosun yanı sıra derin bir şekilde varlığını hissettiren içtimai ve ilmi bedbahtlık Müslüman zihinlerde adeta akıl tutulmasına neden olmuştur. Neticede gelişmelerden korkan, korktukça da içine kapanan, tutulan aklı yerine geleneği suçlayan bir nesil oluşturulmuştur.

Yürüyerek geçebileceği bir nehirde paniklemesinden dolayı boğulma tehlikesi yaşayan insan gibi, son iki asırdır istidat sahibi müminler dahi sorunlar karşısında geri çekilip “ilmihal” hocalığı ile yetinmeyi yeterli görmüştür.

Akılların tutulması ya da ulemanın içe kapanıp hayatı sorgulamaktan imtina etmesi şüphesiz ki tek bir nedene bağlı değildir. Fakat bu durumun oluşmasında en büyük müessir İngilizlerin planlı bir şekilde medreseleri etkisiz hâle getirmeleridir. Medreselerin karşısında yeni okulların açılması, medreselerden mezun olan öğrencilerin bürokraside yer alamamaları gibi nedenler de medreseye olan rağbeti azalttığı gibi, zeki öğrencilerin de medreselerden uzaklaşmasına zemin hazırlamıştır.

İngilizler, basın-yayının gelişmesine de engel olmuşlardır. Çünkü basın-yayın vasıtaları yeryüzünün habercileridir. Onlar adeta hadiselerin ve ilmi verilerin müvezzileridirler. Bu yüzden basının su-i niyetli kişilerin elinde olması, bilgi anarşisinin oluşması ve yayılmasına, hiç olmaması da bilgi körlüğüne neden olmaktadır.

Bilgi kirliliği insanların muvazenesini olumsuz yönde etkilediğinden, birkaç hadisi senediyle okumaktan aciz yığınla insan kendini hadis alanında İmam-ı Malik’ten daha muhaddis, fıkıh alanında da Ebu Hanife’den daha fakih görebilmektedir.

Tanzimattan günümüze kadar neşriyatta belirgin bir şekilde ulemaya karşı istihzaî ve istismarî yazıların çıkması onların saygınlıklarını dolayısıyla da söz ve amellerinin tesir gücünü zayıflatmıştır.

Münzevî Hayat

“Tembelliği teşvik etmek, çalışkanlığa mani olmak. Müslümanları dünyayı boş vererek ölüm meleğini bekler hale getirmek. Halkı dünya hayatından koparıp münzevî bir yaşama hapsetmek.”

Allah Teala “İnsan için ancak çalıştığı vardır.” buyurmaktadır. Bütün peygamberler sa’y u gayret içerisinde olmuş, geçimlerini kendi elleriyle kazanmaya özen göstermişlerdir. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) “Kişi asla kendi eliyle kazandığından daha hayırlı bir yiyecek yememiştir.”[5] buyurmaktadır.

Abdullah b. Abbas (radiyallahu anhuma) da şöyle demektedir: “Hz. Adem (aleyhisselam) çiftçi, Hz. Nuh (aleyhisselam) marangoz, Hz. İdris (aleyhisselam) terzi, Hz. Davud (aleyhisselam) demirci, Hz. Musa (aleyhisselam) çoban, Hz. İbrahim (aleyhisselam) kumaş tüccarı/çiftçi, Hz. Salih (aleyhisselam) tüccardı. Hz. İsa (aleyhisselam) yarına bir şey saklamayacak şekilde yaşar, Hz. Muhammed Mustafa (sallallahu aleyhi ve sellem)’de Ecyad’ta ailesinin koyunlarını beklerdi.[6]

Büyük sahabiler de geçimlerini temin etmek için bizzat çalışmışlardır. Hz. Ebubekir, kumaş, Hz. Ömer deri, Hz. Osman (radiyallahu anhum/Allah hepsinden razı olsun)’da gıda maddeleri satardı. Hz. Ali (radiyallahu anh) ise yevmiyelik yapardı.[7]

İslam, Müslümanlara üretici bir toplum olmalarını emretmektedir. Ne var ki İngiliz emperyalizminin morfinlediği Müslümanlar fakir kalıp da istemenin zilletini, kazanıp da vermenin izzetine tercih eder hâle gelmiştir.

Zorbalara İtaat Kültürü

“Sultanlara tabi olmanın gerekliliğinden bahseden nasslardan yararlanarak Müslümanlara zorba ve zalim hükümdarların hakkaniyet sahibi olduklarını ve kendilerine itaat edilmesi gerektiğini telkin etmek. İdarecileri ise içki, kumar, fuhuş gibi fesatlara sürükleyip halkın meselelerinden uzaklaştırmak ve devlet malının yatırıma dönüşmesine engel olmak.”

İslam coğrafyasındaki bir çok devlet adamı, A’raf’ın bir tarafı cennete diğeri ise cehenneme bakan duvarına benzemektedir. Gerçek yüzü ise maalesef cehennem tarafındadır.

Birçok sultanın etrafında icraatlarını takdis eden, yalanlarında hikmet arayan belamlar olmuştur. Onlar bazen içki sofralarının perdedarı bazen de örtülü bir şekilde haramın destekçileridirler

Batılılar tarafından övülen, övüldüğünden dolayı da kendini olaylar içerisine dahil edip hadiseleri gerçek boyutu ile görme bahtiyarlığından mahrum kalan idarecilerin devlet yönetiminde istikrar içerisinde götürdükleri tek husus vardır ki o da Batılı efendilerine kölelik etmeleridir.

Yoksulluk

“Sağlığın gelişip yayılmasını önlemek. Yoksulluğu, kıtlığı korumak, her tür imar ve değişikliğin önüne geçmek.”

Zenginlik nimetini kendine bırakan Batı, sömürdüğü doğu ile sadece sıkıntılarını paylaşmış, daha da semiz hâle gelebilmek için onu aç bırakmıştır. Zaman zaman da onu salgın hastalıkların kucağına itmiş, çaresiz bir hâlde beklerken yanına gönderdiği kiliseye ait doktorlarıyla da ilaç karşılığında imanını çalma yüzsüzlüğü göstermiştir.

Din ve Dünya İşlerini Ayırma

“Fitne ve kargaşayı körüklemek. ‘İslâm, ibadet ve takvâ dînidir, onun dünya işleriyle ilgisi yoktur!’ düşüncesine yaygınlık kazandırmak. Bunun için ‘Hz. Muhammed (s.a.v.) ve halifelerinin hiç birisi siyâsî ve ekonomik işleri düzenlememiştir.’ görüşünü ön plana çıkarmak.”

Devlet-i Aliyye’nin ahir ömründe Mısır’da çıkan gazeteler İstanbul’u, onları esas alan Bab-ı Âli’de Mısır’ı suçlamıştır. Fitne ve fücür öylesine etkin olmuştur ki, “bu tür yayınlar Batı’nın kurguladığı oyunun bir parçasıdır. Oyun içinde yer alarak kardeşliğimizi, hürriyetimizi ve de devletimizi kaybediyoruz.” çığlıkları daha ilk anda tesir gücünü kaybetmiştir. Abdullah b. Selül’ün Hz. Osman devrinde çevirdiği filim -aktörlerin isim farkı müstesna- aynen yeniden sahnelenmiştir.

Farklı bakış açılarından kaynaklanan kardeş kavgasının kendilerine güç kazandıracağını düşünenler, fitne ateşi söner gibi olduğunda gördükleri manzara karşısında hayal kırıklığına uğradılar. Zira Batı ve yandaşlarının iddia ettiği gibi Osmanlı Devleti’nin gidişiyle hürriyet gelmemiş aksine siyasal hayat “müebbet kölelik” diye yeni bir kavramla tanışmıştı.

Batılılar İslam’ı, siyasî, içtimaî ve iktisadî hayata müdahil olmayan bir din olarak gösterebilmek için kavramlar üzerinde de oynamışlardır. Oyunun etkilerinin boyutunu modernistlerin değişen yazılı ve sözlü faaliyetlerinde görmek mümkündür. Asırlar boyu aksiyon olarak anlaşılan “lailahe illellah”ın günümüzde, sadece bir zikir olarak telakki edilmesi oyunun avam üzerinde de ne derece etkin olduğunu göstermesi bakımından önemlidir.

Batılıların işgal ettikleri bölgelerde camileri yıkmamaları ise, din ve inanç hürriyetine saygı duymalarından değil, camilerin tam olarak görevlerini ifa edememelerinden kaynaklanmıştır. Batının işgalci komutanları İslam şehirlerinde ilk defa duydukları ezan sesi ile Müslümanların camiye koşmalarını önce bir ayaklanma zannetmiş namaz sonrası bir eylem yapmadan dağılıp evlerine gittiklerini görünce de şaşkınlık içerisinde içeriğini çözemedikleri bu amelin ne anlama geldiğini düşünmüşlerdir. “Namaz” olduğunu öğrendiklerinde, içeriği ile alakalı Müslümanlara şunları sormuşlardır: “Bu yaptıklarınız Fransız ya da İngiliz menfaatine bir zarar verir mi?” Müslümanlardan “hayır” cevabını alınca; “O halde istediğiniz kadar namaz kılabilirsiniz.” demişlerdir.

TAVSİYELER

Sömürü bakan yardımcısı tarafından Hampher’e verilen “İslam’ı Nasıl Yok Edelim?” adlı kitabın ikinci cildinde “Müslümanları Güçlendiren Faktörleri Yok Etmek İçin Tavsiyeler” başlıklı bir bölüm yer almaktadır.

Bölümde tâdat edilen hususlar Batılıların geçen asırlar içerisinde hazırladıkları planları uygulamada ne derece başarılı olduklarını göstermesi açısından önem arz etmektedir. Sömürü bakanlığının tavsiyelerinden önemli olanları şunlardır:

Irkçı Yaklaşımlar

“Müslümanlar arasında ırkçı ve milliyetçi fikirler yayılarak, halkın İslam öncesi kültür, dil ve tarihe sıkı sıkıya bağlı olmaları temin edilecek.”

İngilizler bu madde gereğince Mısır’da Hizbu’l-Vatanî, İstanbul’da İttihat ve Terakki zihniyetinin oluşumunu ve intişarını, İran’da Zerdüştlüğün, Güney Asya’da Hinduizm ve Budizm’in canlanmasını temin etmiş ve çeşitli unsurları devreye sokarak İslam Birliğini parçalamışlardır. Farklı ırklardan oluşan Müslümanların bir araya gelmesiyle oluşan Osmanlı’nın devlet modelinin yerine ulus devlet kültürünü inşa etmişlerdir.

Haramları Yaygın Hâle Getirme

İçkiyi, kumarı, fesâdı ve fuhşu yaymak, domuz eti kullanımını yaygın hale getirmek ve bu tür faaliyetlerde Yahudî, Hristiyan, Zerdüşt gibi azınlıkların birbirleriyle işbirliği yapmalarını temin etmek. Sömürgeler Bakanlığı, çalışmalarının karşılığında onlara hediye ve ikramiyeler verecek, bu yolda hiçbir çabayı esirgemeyecektir. İslâm ülkelerinde görev yapan İngiliz memurları, her vesileyi kullanarak gizli veya açık fesâdın yayılmasına çalışmalıdır. Bu işlerde çalışanlar her türlü zarar ve tehlikeden korunacaktır. Diğer taraftan Müslümanların İslâm ahkâmını ayak altına almaları, Allah’ın emrettiklerine ve yasakladıklarına uymamaları teşvik edilecektir. Zirâ Müslümanların İslâm ahkâmına uymamaları, toplumda düzensizlik ve karışıklığa sebep olacaktır. Örneğin faizcilik (riba) Kur’ân’da şiddetle kınanmış ve büyük günahlardan addedilmiştir. O halde faizcilik ve haram alışverişin yaygınlık kazanmasına çalışılmalı ve böylece birbirinden kopuk ekonomi daha da dağıtılmalıdır. Riba konusundaki âyetler yanlış tefsir edilmelidir. Şu ilke de unutulmamalıdır ki Kur’ân’ın bir emrini dinlememek, diğerlerini de dinlememeye zemin oluşturacaktır.”

Sömürü bakanlığının maaşlı ve gönüllü elemanlarının faaliyetleri neticesinde kötü, iyi; çirkin de güzel olarak algılanmıştır.

İnsan bağırsağını “ince” ve “kalın” diye ikiye ayıracak kadar hassas olan Batı, İslami meseleleri uzmanlık alanında (!) gördüğünden, Mısır’daki sefirleri vasıtayla fetva vermekten çekinmemiş, faizin helal olduğu yönünde fetva(!) neşretmişlerdir.

Nifak

“Din âlimleri ile halk arasındaki karşılıklı saygı ve dostâne ilişkiler bozulmalıdır. Hiçbir

İngiliz’in unutmaması gereken bu görevin iki aşaması vardır:

a. Ulemayı ve müçtehitleri töhmet altına tutmak, onlara iftira etmek.
b. Sömürge Bakanlığı memurlarını din âlimi kisvesi altında el-Ezher Üniversitesi başta olmak üzere İstanbul’da bulunan ilmî ve dîni merkezlere yerleştirmek ve ders okutmalarını temin etmek.

Çocukları Sömürgeler Bakanlığının amaçları doğrultusunda yetiştirebilmek için yeni okullar açılmalı ve bu okullarda günümüz bilim anlayışını vermenin yanısıra Osmanlı halifesinden ve alimlerden de nefret etmek aşılanmalıdır.”

Hampher örneğinde olduğu gibi diğer İngiliz ajanları da Müslümanlara ait isimlerle İslam coğrafyasında faaliyet göstermiş, önemli bir bölümü de İslami ilimler okutulan merkezlerde kürsüler edinmiştir. Gerçek adı Mr. Nebit olan bir İngiliz İstanbul’da “Tahsin Efendi” adıyla köklü tahsilde bulunmuş, adı “fetvaemini” olacak alimler arasında zikredilmiştir.

İngilizler gerçek adı saklı sözde ilim alımları yetiştirmekle kalmamış İslami esaslara bağlı gördükleri eğitim kurumlarının başına da kendilerine yakın isimleri getirmişlerdir. Bu cümleden olarak, Ezher için kapsamlı bir ıslah projesi hazırlayan Muhammed Abduh’u okulda etkin kılmışlar, görüşlerinin halk nezdinde kabul görmesi için onu Mısır müftülüğüne getirmişlerdir. Afgani-Abduh çizgisinin önemli isimlerinden Mustafa Merağî’nin Ezher Şeyhi olmasında da büyük rolleri vardır. Yine geniş bir alana yayılmış olan Ezher’in dergisi “Nuru’l-İslam”ın editörlüğüne de Ferit Vecdi’yi atatmışlardır.[8]

Ayrıca Batılıların batı yanlısı Müslümanlarla oluşturduğu ittifak, sünnet ve cemaat hassasiyetine sahip ulemayı İslam dünyasında yaşanan sıkıntıların sebebi gösterip, halkın kendilerini “kurtarıcı” onları ise “suçlu” olarak algılamalarına zemin hazırlamıştır.

Şüpheler Oluşturma

“Müslümanlar arasında “Allah’ın, kullarının ibadetine ihtiyacı yoktur.” fikri yayılarak onların ibadetten uzaklaşmaları ve din noktasında şüpheye düşmeleri temin edilmelidir.”

Günümüzde Müslüman olduğunu söyleyen bazı şahısların “İbadetlerin nihai hedefinin kalp temizliği olduğunu, bu yüzden İslam’ın emir ve yasaklarını göz ardı etmenin kalp temizliğine engel teşkil etmeyeceğini” iddia etmeleri planın nedenli başarılı olduğunun bir göstergesidir.

Vahdeti Engelleme

“Hac farizasını anlamsız göstererek Müslümanların Mekke’de aynı zamanda (zilhicce ayında) toplanmalarının önüne geçilmelidir. Aynı şekilde dînî toplantılar, taziye merasimleri de hedeflerimizin önünde engeldir. Alimlerin türbelerinin yapımı, yeni cami ve medrese inşası her ne şekilde olursa olsun, önlenmelidir.”

Her nevi dil ve ırkı aynı gaye ekseninde bir araya getiren haccın ümmetin dirilişini temin etmesinden korkan İngilizler, onun şekillerden oluşan önemsiz bir ibadet olarak gösterilmesini ve zilhicce dışındaki aylarda da yapılmasını planlamışlardır. Günümüzde bazı akademisyenler tarafından haccın Kur’an-ı Kerim’de “bilinen aylar” (şevval, zilka’de ve zilhicce) olarak nitelenen zaman diliminde yapılabileceğinin iddia edilmesi, en az iddia kadar iddianın kökeni açısından da düşündürücüdür.[9]

Tesettür

“Müslüman kadınların tesettürden vazgeçmeleri için olağanüstü çaba sarf edilmelidir. Bir takım deliller ileri sürerek kadının örtünmesinin Benû Abbâs döneminde başladığı, İslâm’da örtünün olmadığı iddia edilmelidir.

Geniş propagandalar neticesinde kadın, örtüden uzaklaşınca ajanlarımız gençleri gayr-i meşrû cinsel ilişkilere teşvik etmeli ve bu şekilde İslâm toplumlarında fesâdı yaymalıdırlar. Ayrıca Müslüman kadınların kendilerini taklit etmeleri için gayr-i Müslim kadınların hicabsız dolaşmaları temin edilmelidir.”

Baş örtüsü İslam’ın Müslüman kadına kesin emridir. Gerek Kur’an-ı Kerim gerekse de Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün sünneti bunu açıkça belirtmiştir. Bu yüzdendir ki tarih boyu baş örtüsünün farziyeti tartışma konusu olmamıştır.

Kendi yaşam tarzını bütün insanlara dikte etme sevdasına kapılan kişilerin baş örtüsüne karşı saldırgan ve buyurgan bir tavır içerisinde olmaları ve dini ilimlerde uzmanlık gerektiren mühim bir konuda “baş örtüsü İslam’da yoktur.” şeklinde fetva(!) vermeleri emperyalizmden neşet eden bilimsel ahlaksızlıktır.

Sokakta birisinin kendisine eşinin adını sormasını cinayet sebebi olarak gören, “burnunu göstermekten utanan” ninelerin uryan evlatları, tesettürden uzaklaşan Müslüman kadınların ya da torunların ne halde olabileceklerini göstermeye kafidir.

İmamla Cemaat Arasına Girme

İmamlara ve cemaate yönelik çeşitli ithamlarda bulunarak halkın cemaatle namaz kılması engellenmelidir. Bu konuda özellikle imamların fâsıklığı üzerinde propaganda yapılmalıdır.”

Efendimiz (sallallahu aleyhi ve selem) muttaki bir imamın arkasında kılınan namazın daha faziletli olduğunu beyan etmekle birlikte ümmetine “iyi kötü her imamın arkasında kılmayı” emretmiştir. Allah Resulü’nün emri, facirlikle itham edilen imamlar bahane edilerek cemaatin terk edilmesini önlemeye matuftur. İmam beğenmeme anlayışı günümüzde birçok Müslümanı cemaatten koparmıştır.

1927 yılında Konya’da askerlik yapan bir er, ailesine yazdığı mektubun bir bölümünde Konya camilerinin işlevselliğinden bahsederken şöyle der: “Kuşluk namazı için gelen insanlar camileri lebâlep doldurmaktadır.” Bu gün ise bir çok camide farz namaz kılmak için gelen cemaat sayısı birkaç kişiden ibarettir.

Yerelliğe Vurgu Yapma

İslâm öğretilerinin evrensel olduğu kesinlikle reddedilmeli, İslâm’ın bir kabile dîni olduğu vurgulanmalıdır.”

Batı Kur’an-ı Kerim’i belli bir zaman ve coğrafyaya hapsedebilmek gayesiyle onun hükümlerini, evrensel ölçekte vazettiği gerçeğini reddetmiştir. Kur’an-ı Kerim’de ise Allah’ın ayetler inin evrenselliğini ifade eden çok sayıda ayet vardır. Buna karşın tarihselcilikten bahseden tek bir ayet yoktur. Evrenselliğe vurgu yapan ayetlerden bir kaçı şöyledir:

‘Alemlere bir uyarıcı olsun diye kuluna Furkan’ı indiren Allah’ın şanı yücedir.’[10] Bu ayet, Kuran’ın ve ilk muhatabı olan Allah Resulü’nün belli bir zaman, coğrafya ve milletle sınırlı olmadığı bilakis onunla aynı asrı paylaşanlar dahil kıyamete kadar gelecek bütün ins ve cinni kapsadığı yani tarihüstü olduğu gerçeğini ifade eder.[11]

‘O (Kur’an), bütün alemler için ancak bir uyarıdır.’[12] Sadece indiği toplumu değil bütün alemleri irşad etmek onun uhdesindedir.[13]

‘Kuşkusuz o alemler için bir zikirdir.’[14] Zikr-i Hakim olan Kur’an’ı Mübin bütün mükelleflere şamil bir kitaptır.[15]

Evrenselliğini açıkça deklare eden Kur’an, ihtiva ettiği hükümleri de evrensel ölçülerde vazetmiştir. Bu bağlamda onun hükümlerinin evrenselliği bir yönü ile Hz Adem’e diğer bir yönü ile de kıyamete uzanır. Hz. İbrahim’in Müslüman olarak tavsif edilmesi, önceki dinlerin İslam üst başlığında cem edilmesi, özel durumlar hariç bir çok hakikatin değişmeden İslam’da da var olması hitab-ı ilahinin değişmediğini gösterir. Bu yüzden “şer’u men kablena” (bizden önceki Peygamberlerin şeriatı) bir çok konuda Müslümanları da bağlamaktadır. Nitekim Kur’an-ı Kerim bu konuda şunları söyler: “Sana ancak senden önceki peygamberlere söylenenler söylenmektedir.’[16]

Kur’an-ı Kerîm ve Hileler

“Kur’ân’ın gerçek Kur’ân olup-olmadığı yolunda şüpheler uyandırılmalı, eksik veya fazlalığı bulunan yeni “Kur’ânlar”(!) bastırılıp halk arasında dağıtılmalıdır. Özellikle, Yahudi ve Hristiyanların aleyhine olan ve iyiliği emredip, kötülükten alıkoyan âyetler Kur’ân’dan çıkarılmalıdır. Böyle bir kitap Türkçe, Farsça, Hintçe gibi çeşitli dillere terceme edilip yayımlanmalıdır. Arap olmayan hükümetler, Kur’ân, ve ezanın Arapça okunmaması hususunda kışkırtılmalıdır. Diğer önemli bir konu da hadîs ve rivayetler hususunda şüpheler uyandırılmalıdır.”

Kur’an-ı Kerim’in İslam’ın ilk yıllarında Mushaf hâline getirilmesi, sahabenin ayetlerin eksiksiz bir şekilde Mushaf içerisinde yer aldığı noktasında icma’ etmesi tahrif girişimlerini başarısızlıkla sonuçlandırmıştır.

İngilizler, Kur’an’ı tahrif etme hususunda başarısız olunca, farklı dillerde yaptıkları mealleri, insanlar ne söylediklerini anlasınlar gerekçesinin arkasına sığınarak namazda okutmaya çalışmışlar fakat ne başka dillerde ezan ne de Kur’an-ı Kerim okutma projelerinde başarılı olabilmişlerdir.

Hampher, “İslam’ı Nasıl Yok Edelim?” adlı kitabın ikinci cildini hatmettikten sonra kitabı iade ederken, sömürgeler bakan yardımcısının kendisine söylediği şu ifadeler İngilizlerin amaçlarının yekûnunu özetler mahiyettedir:

“Moğol hücumları plansız ve amaçsız başlatıldığı için onca yağma, yıkma ve tahribata rağmen İslam’ı yok edemedi. Bu yüzden bizim İslam ile savaşımız Moğollar gibi sadece bir takım askeri harekatlar ve yakıp yıkmalar şeklinde olmayacaktır. Bu işte aceleci değiliz. Büyük Britanya Devleti, ciddî bir mütalaa ve çok iyi bir planlama ile İslâm’ın yok edilişi için adım atacaktır. Düzenli ve dakik planların uygulanmasını sabırla izleyecektir. Sonunda amacına da ulaşacaktır. Tabiî ki, zaruret icap ettiği zamanlar Müslümanlara ateşli silahlarımızla da saldıracağız. Ancak savaş son başvuracağımız yoldur. Buna da, İslâm topraklarında tam hâkimiyet elde edince bize başkaldıranları ezmek için başvuracağız. Kuşkusuz ki İstanbul hükümdarları (Osmanlılar) çok akıllı ve uyanıktırlar. Planlarımızı İslâm ülkelerinde kısa vadede uygulamamıza izni vermeyeceklerdir. Bu nedenle orta halli aileler için yaptırdığımız okullarda Müslüman çocukları eğitmeliyiz. O bölgelerde çok sayıda kilise inşa etmeliyiz. İçki, kumar ve fuhşu öyle yaygınlaştırmalıyız ki, genç nesil İslâm’dan tamamen yüz çevirsin. İslâm ülkeleri yöneticileri arasında anlaşmazlık ve keşmekeşliği körüklemeliyiz. Fitne ve kargaşa ateşini tutuşturmalıyız. Devlet adamlarını, esnafı ve güçlü kişileri kurnaz ve güzel Hristiyan kadınların pençesine düşürmeliyiz. Bu güzel yüzlü dilberleri onların toplantılarına kadar sokmalıyız, tâ ki onlar siyasî ve dîni güçlerini kaybetsinler, halk onlara kötü gözle baksın, haklarında kötü düşünsün, İslâm’a duydukları îman azalsın. Neticede İslâm âlimleri, devlet ve halk arasındaki üçlü ilişki, birlik, beraberlik kopsun. İşte tam bu sırada yıkıcı ve yakıcı savaş ateşlerini tutuşturacak ve İslâm’ın kökünü kazıyacağız.” (s. 84).

Sözün Özü

Büyük Britanya İslam coğrafyasına gönderdiği ajanlar vasıtasıyla önce Müslüman toplumların siyasi ve içtimai yönden fotoğraflarını çekti. Ardından fotoğraflardaki hassas noktaları tespit edip onlar üzerinde kendi menfaati doğrultusunda projeler geliştirdi. Suni ihtilafların ve liderlerin oluşmasını temin etti. Hedefine ulaşabilmek için farklı yöntemler kullandı. Bu arada şartların değişmesine paralel olarak sürekli yeni yöntemler geliştirdi/kendini güncelledi.

Bir İngiliz ajanının kaleminden yansıyan bu planın bir de diğer Batılı ülkelere ait boyutları vardır. Plan, ister yalnız İngiliz isterse de diğer ülkelere ait boyutlarıyla incelensin, ne kadar az sapmayla gerçekleşmiş olduğu gerçeği değişmeyecektir.

Planın etkisinin yok edilmesi ise Kur’an ve Sünnet ışığında medeni birikimimizi esas alarak kapsamlı bir tasfiye ameliyesine girmekle mümkün olacaktır.

 —————————————

[1] İngilizler, Müslümanların zihninde İngiliz insanının genç ve güçlü olarak yer edinmesi, böylece ümmetin cesaretinin kırılıp sömürülerinin kalıcı hale gelebilmesi için ileri yaştaki vatandaşlarına doğuda memuriyet vermemişlerdir.

[2] Bkz. Hampher, Bir İngiliz Ajanının Hatıraları İslam’ı Nasıl Yok Edelim?, Nehir Yayınları, İstanbul, 2024, s. 13, Hatırâttan iktibas edilen metinlerdeki rekâketi giderebilmek için vurguyu ihlal etmeyecek şekilde kısmi tasarrufta bulunduk.

[3] Hampher, a.g.e., s. 11.

[4] Hampher başta olmak üzere sâir ajanların çalışma tarzları, Evs ve Hazreç kabileleri arasında akdedilen kardeşliği, İslam öncesi dönemde yaşanan acı olayları hatırlatarak yaralamaya çalışan Yahudi faaliyetleriyle ne kadar da örtüşmektedir.

[5] Buhari, Buyu’, IV, 303.

[6] Hakim, Müstedrek, II, 596.

[7] Ahmed, Müsned, I, 135.

[8] Bkz. İhsan Şenocak, İnkişaf’ın Mukaddimesi, İnkişaf Dergisi, İstanbul, 2024, sy. 4, s. 1.

[9] Ayet-i Kerime’de “bilinen aylar” olarak zikredilen zilkade, zilhicce ve şevvalden maksat, hac için bu aylarda ihrama girilecek ya da haccın bazı fiillerinin bu aylarda yapılacak olmasıdır. Nitekim şevval ve zilkade aylarında da haccın bazı fiilleri yapılabilmektedir. Örneğin mikat sınırları dışında yaşayan kişi (afakî), şevval ayında ihramlı olarak Mekke’ye geldiğinde kudûm tavafını, ardından da hac da vacip olan sa’yin yerine geçmek üzere sa’y yapabilir. Fakat Arafat ve Müzdelife vakfesi, ziyaret tavafı, şeytan taşlama, kurban kesme gibi fiilleri zilhiccenin belirlenen günlerinde yapmalıdır.Nasıl secdenin rukudan önce yapılması doğru değilse, haccın rükünlerinin de zaman ve mevkiinin dışında yapılması doğru değildir. “el-Eşhur/aylar” kelimesinin umum bir lafız olması ise, haccın rükünlerinin zilhicce ayına tahsis edilmesine mani olmaz. Zira delil mevcut olduğunda umum lafız tahsis edilir. Nitekim “kalpleriniz/kulub kaydı.” (Tahrim: 4) mealine gelen ayette çoğul olarak kullanılan “kalpler/kulub” kelimesi Hafsa ve Aişe radiyallahu (anhuma) ile alakalıdır. Buna rağmen çoğuldur. Nasıl çoğul olan ‘kalpler’ kelimesinden mevcut delille ‘iki kalp’ kastediliyorsa “aylar” kelimesinden de Allah Resulü sallallahu aleyhi ve selemin uygulaması ile “zilhicce” anlaşılır. Bkz. Bedruddin el-Ayni, el-Binaye, IV, 318-9.

[10] Kur’an, Furkan(25):1.

[11] Bkz. Muhammed b. Ömer Fahruddin Razi, et-Tefsiru’l-Kebir, Beyrut, 1990, XXIV, 40; Muhammed b. Yusuf Ebu Hayyan, el-Bahru’l-Muhit, Beyrut, 1993, VI, 440;

[12] Kur’an, En’am(6): 90.

[13] Bkz. Razi, a.g.e., XIII, 59; Reşid Rıza, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Kerim, Beyrut, 1999, VII, 505.

[14] Kur’an, Tekvir(81): 27.

[15] Bkz. Muhammed b. Muslihiddin Mustafa, Haşiyet-u Muhyiddin Şeyh Zade, Beyrut, 1999, VII, 528.

[16] Kur’an, Fussilet(41): 43.

 

]]>
0
Dergi <![CDATA[Risaletin büyük şahidi Ümmîlik]]> http://inkisaf.net/?p=152 2008-08-06T10:54:47Z 2008-08-06T10:42:34Z İhsan ŞENOCAK

Oryantalistler ve onlarla pek çok konuda fikir birliği içerisinde olan yenilikçi Müslümanlar ilmi ve tarihi verilere rağmen Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün okuryazar olduğunu iddia etmektedirler. 

İddia sahipleri Allah Resulü hakkında Kuran’da kullanılan “ümmî nebi” ifadesinin okuma yazma bilmeyen anlamına gelmediğini, bütün müfessirler tarafından benimsenen “ümmîlik yaftası”nın esas itibarıyla “din adamları sınıfı ağzı” olduğunu, gerçekte “ümmî” ve çoğulu olan “ümmiyyun” kelimelerinin “halkın bağrından çıkan, genel halk” gibi anlamlara geldiğini ileri sürmektedirler. Direkt ya da dolaylı olarak Allah Resulü’nün okuma yazma bilmediğini haber veren ayetlerin ise yabancı dilde bir metni okuyamaması şeklinde anlaşılması gerektiğini savunmaktadırlar.Allah Resulü’nün –haşa- Kur’an-ı Kerim’i önceki kitaplardan istinsah ettiği iddiasına gerekçe üretmeyi hedef edinen bu yaklaşımın akli ve nakli deliller karşısındaki değerini tartışmak bu makalenin başlıca konusudur. Ancak ilahi bilgi ve ona ulaşmanın vasıtası olan vahiyle, beşeri bilgi ve edevatı arasındaki farkı gölgeleyip “ümmî” kavramını “cahil”le aynileştiren yenilikçilerin Allah Resulü’nü müdafaa eder bir görüntü içerisinde olmaları zihinleri karıştırdığından öncelikli olarak bilginin ne olduğunu ve ilahi bilginin beşeri olandan farkını izah etmemiz gerekir.

İlim

Lügatte bilme, biliş, bilgi gibi anlamlara gelen ilmin mahiyetinin ne olduğu suali alimleri çokça meşgul etmiştir. İlmin tanımlanmaya ihtiyacı olmadığına vurgu yapanlar olduğu gibi[1] Cüveynî ve öğrencisi Gazzâlî gibi tarifini yapmanın güç olduğunu söyleyenler de olmuştur. Fahruddin er-Razî ise mahiyetinin kendiliğinden bilinmesi hasebiyle tarifinin mümkün olmadığını belirtmiştir.

İlmi tanımlayanlar onun akıl ve duyularla olan irtibatına dikkat çekmişlerdir. Filozoflar ilmi; “bir şeyin suretinin akılda oluşması” şeklinde tarif ederken kelamcılar, “aklın ve duyuların alanına giren her şeyin (mezkûr) tanınmasını sağlayan sıfat”[2] ya da “bir şeyi bulunduğu konumda idrak etmek”[3] olarak tanımlamışlardır.

İlim, insanda oluşması veya tahsil edilmesi bakımından iki kısma ayrılır:

Zarûrî İlim

Düşünmeden, delile müracaat etmeden, kendiliğinden ve kaçınılmaz bir şekilde oluşan bilgiye “zarûrî ilim” denir. İnsanın “bir” sayısının “iki”nin yarısı (bedihiyyât) ya da ateşin yakıcı olduğunu (müşâhedât) bilmesi ‘zarûrî ilim” kapsamında değerlendirilir.

İstidlâlî İlim

Delile başvurmak anlamına gelen istidlâl, bilinmeyeni elde etmek için bilinenleri uygun bir şekilde kullanmaktır. “İstidlâlî ilme” aynı zamanda “kesbî ilim” de denir. İnsan ancak öğrenme usullerini kullanarak bu nevi ilme ulaşabilir.

Ayrıca ilim varoluşu itibarıyla de iki kısma ayrılır: Allah Teala’nın zatıyla kâim olana “kadîm”; sonradan olan ve kullara aidiyeti ile bilinene ise “hâdis ilim” denir.[4]

İlim ve Peygamberler

Allah Teala, hem “alîm(bilen)” hem de “muallim(öğreten)”dir. Hz. Adem’e “esma(isimleri)”yı o öğretmiştir. Toprağı işlemeyi, gemiyi inşa etmeyi, demire şekil vermeyi, kumaşı dikmeyi, hastayı tedavi etmeyi de peygamberlere O vahyetmiştir. Her şeyi kuşatan en üst bilgi ona aittir. O, her şeyi bilendir. Medeniyetlerin kazanımları, insanların müktesebatı onun öğrettiklerinden neşet etmiştir. Kullarından dilediklerini peygamber olarak seçmiş;[5] onların kalbine vahyi unutmayacakları bir şekilde yerleştirmiştir. Nitekim, unutma endişesiyle gelen ayet-i kerimeleri henüz okunmaları bitmeden Cebrail’le birlikte tekrar eden Allah Resulü (sallallahu kımıldatma. Muhakkak onu, toplamak (kalbine yerleştirmek), okutmak bize aittir. O halde biz onu okuduğumuz zaman, sen takip et.”[6] Şu ayet-i kerimede vahyin Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün kalbinde korunduğunu bildirmektedir: “Sana (Kur’an’ı) okutacağız; artık Allah’ın dilediği hariç, sen hiç unutmayacaksın.”[7]

Lisan ve Peygamberler

İnsanlar peygamberler vasıtasıyla gönderilen ilahi bilgiyi anlamak, korumak ve geliştirmek için yazıyı keşfettiler. Yazı, bilgiye ulaşma aracı olarak işlev gördüğünden onunla bilgi daha kalıcı ve kullanılır hale geldi.

Peygamberler ilahi bilginin doğrudan muhatapları olduklarından bilginin aracı olan yazının onlar tarafından bilinmesinin gerekliliği söz konu olmamıştır. Bu durum diğer peygamberler içerisinde ümmî vasfıyla temayüz eden Allah Resulü’nde daha da belirgindir. İmam Kurtubî’nin de ifade ettiği gibi, Allah Teala’nın Efendimiz’in kemal vasıflarından biri olarak belirlediği ve ona sahip olmasından dolayı kendisini övdüğü “ümmîlik”, ondan başkası hakkında eksikliğe işaret eden bir vasıftır. Çünkü insanı şerefli kılan ve genellikle onun değerini yücelten yazı, eğitim ve öğretim gibi ilme ulaştıran yollardandır. Fakat Allah Teala mucize olarak yazı ve eğitim faslı olmaksızın Resulü’ne öncekilerin ve sonrakilerin ilmini ihsan etmiştir. Bu, onun (sallallahu aleyhi ve sellem) doğru olduğuna delalet eden, ona özel vasıflardandır. Başkası hakkında eksiklik olan şey, onun hakkında kemal göstergesi olmuştur.[8]

Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) ümmî olması “ilahi bilgiyi önceki kitaplardan aldı.” gibi töhmet kapılarının kapanmasını temin etmiştir. Allah Teala ona, en cins mütefekkirlerin yazıyla ulaşamayacakları gaip haberlerini vahy etmiştir.[9]

Dili ve muhtevasıyla en büyük söz ustalarını hayrete düşüren Kur’an-ı Kerim’in, ümmî bir peygamber tarafından tebliğ edilmesi uydurulmuş olduğu iddialarını bütünüyle geçersiz kılmıştır. Düz bir ovada yükselen dağ gibi ümmîlikteki safiyet de Kur’an’ın i’cazını bedihi bir şekilde ortaya çıkarmıştır.

Lisanın Oluşması

Lisaniyâtçılar, dil icat etmezler sadece mevcut dil üzerinde incelemede bulunur, tesbitler yaparlar. Kaideler ve kurallar da dili oluşturmaz, dilin içerisinden çıkarılırlar. Çünkü onlardan öncede diller vardı. Nitekim Arapça bir isim cümlesinin iki unsuru olan mübteda ve haberin ne olduğunu bilmeyen nice bedevi bunların iraplarını doğru bir şekilde yapar. Bu durum, diğer bütün lisanlar ve onları konuşanlar için geçerlidir.

Kelimeler, millet hayatının tabii akışı içerisinde doğar ve tedavüle çıkarlar. Onların delalet ettiği anlamları ve türevlerini en doğru o dili konuşanlar bilir. Bu yüzdendir ki alimler bir kelimenin irabında ya da delaletinde ihtilaf ettiklerinde dili en saf şekliyle konuşan bedevilerin hakemliğine başvururlardı. Diller lisaniyâtçıya değil, onu konuşan millete isnad edilerek anılırlar.

Apaçık bir Arapça olarak inen Kur’an-ı Kerim’i anlamak da ancak Arap dilini bilmek ve gereğince amel etmekle mümkün olur. Kur’an’da geçen “ümmî” kelimesinin hangi anlamlara geldiğini tesbit edebilmek için de aynı yöntem izlenmeli, Araplarının kullanımı esas alınmalıdır.

Ümmî

Ümmî; anne, kaynak, asıl gibi anlamlara gelen “ümm” kelimesinin ism-i mensup halidir. Buna göre ümmî; yazı yazmayı bilmeyen, annesinin doğurduğu şekilde kalan[10], yeni bir bilgi edinmeyen kişi gibi anlamlara gelmektedir. Yazı yazmayı öğrenmek sonradan kazanılan bir ameliye olduğundan onu bilmeyen annesine nisbet edilmiştir.

Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem); “Biz ümmî bir ümmetiz. Ne yazı yazmayı, ne de hesap yapmayı biliriz.” buyurmaktadır. Hadis-i şerif, ümmî kelimesini lügat anlamına uygun olarak annesinden dünyaya geldiği ilk hal üzere devam edip yazı ve hesabı öğrenmeyen[11] kişiler şeklinde tanımlamaktadır.

Kur’ân-ı Kerîm’in Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nü ya da bizzat Efendimiz’in kendisini ümmî olarak nitelemesinin nedeni noktasında alimler iki farklı ihtimal belirtmektedirler:[12]

1. Ümmî kelimesi ile anneye nisbet kastedilmiştir. Sanki Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) annesinden doğduğu hal üzere kalmış[13]; bütün bilgilerini vahiy yoluyla almıştır.[14]

2. Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün okuma yazma bilmemeleriyle temayüz eden Arap milletine mensup olduğuna işaret edilmiştir.[15]

Buna göre ümmîlik hangi kelimeden türetilir ya da kime nisbet edilirse edilsin her iki durumda da ondan Efendimiz’in okuryazar olmadığı anlaşılmaktadır.

Ümmî ve Cahil Arasındaki Fark

İlme ulaşmanın farklı usulleri vardır. İnsanların çoğu ilmi okuma ve yazma, bir kısmı da dinleme, görme, his ve tecrübe gibi yollarla elde eder. Bu yüzden her okuryazar alim, her ümmî de cahil değildir. Okuryazar birinin cahil olması gibi alimin de ümmî olması mümkündür. Nitekim ümmî olduğu halde dinleme yoluyla çok sayıda kitap ezberleyen pek çok sayıda ümmî alim vardır.

Ümmî, okuryazarın; alim de cahilin karşıtıdır. Binaenaleyh ümmî, cahil demek değildir. Nitekim ümmî olan Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) Mekke toplumunun yabancısı olduğu geçmişte yaşayan ümmetlerden, ahiretten, haşirden, neşirden haber vermiş; bunu yaparken de hiçbir insanın minneti altında kalmamış, hiçbir mektepte hiçbir hocadan ders almamıştır. Ümmîlik onun zihnini her tür kirli bilgiden korumuştur.

KUR’AN’DA ÜMMÎ

Ümmî kelimesi Kur’an-ı Kerim’de müfred (tekil) ve cem’i (çoğul) kipleriyle altı ayet-i kerimede geçmektedir. Bunlardan üçü ümmî olmalarıyla temayüz eden Araplar, ikisi Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem), biri de Yahudiler hakkındadır.

Araplar ve Ümmîlik

İslam’ın doğuşuna kadar Araplar’da yazı kültürü oluşmadığından, tarihi birikim ve edebi ürünlerini hafıza yoluyla paylaşırlardı. Onlarda yazı, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün dünyaya gelmesinden çok az önce veya hemen sonra ortaya çıkmıştı. İmam Şa’bî Arapça yazan ilk şahsın Ebû Süfyan’ın babası Harb İbn Ümeyye olduğunu rivayet etmektedir. Harb ise yazıyı Enbar halkından öğrenmiştir.[16]

Tarihi verilerden de anlaşıldığı gibi Mekke halkının neredeyse tamamı ümmî idi. Bu yüzden Kur’an-ı Kerim onları, bu vasıflarıyla tanımlamıştır. İlgili ayet-i kerimeler şu şekildedir: “O, ümmîlere, içlerinden, kendilerine ayetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderendir. Halbuki onlar, bundan önce apaçık bir sapıklık içerisindeydiler.”[17]

Allah Teala tevile imkan vermeyecek bir şekilde “ümmî” olan Araplara “içlerinden” onlar gibi okuma yazma bilmeyen bir peygamber gönderdiğini bildirmektedir.

“Seninle tartışmaya girişirlerse, de ki: ‘Ben, bana uyanlarla birlikte kendi özümü Allah’a teslim ettim.’ Kendilerine kitap verilenlere ve ümmîlere de ki: ‘Siz de İslâm’ı kabul ettiniz mi?’ Eğer İslâm’a girerlerse hidayete ermiş olurlar. Yok, eğer yüz çevirirlerse sana düşen şey ancak tebliğ etmektir. Allah kullarını hakkıyla görendir.”[18]

Ayet-i kerimede önce “Ehl-i Kitab” sonrada “atıf vavı” ile “ümmîler” zikredilmektedir. Bu durum, ümmîler kelimesi ile, Ehl-i Kitap’tan farklı bir topluluk olan Arapların kastedildiğini belirtmek içindir. Çünkü bir kelimenin öncesine atfedilmesi farklı olduğunu gösterir.

“Kitap ehlinden öylesi vardır ki, ona yüklerle mal emanet etsen, onu sana (eksiksiz) iade eder. Fakat onlardan öylesi de vardır ki, ona bir dinar emanet etsen, tepesine dikilip durmadıkça onu sana iade etmez. Bu da onların, ‘Ümmîlere karşı (yaptıklarımızdan) bize vebal yoktur.’ demelerinden dolayıdır. Onlar, bile bile Allah’a karşı yalan söylerler.”[19]

Yahudilerin emanete ihanet etmelerinin arkaplanında “dinlerine göre, ümmî olan Arapların mallarını yemelerinde bir mahzur olmaması ve Allah Teala’nın bunu kendilerine helal kıldığı inancı[20] vardı. Nitekim Yahudilerin -büyük gördüğü- alimlerinden Fenhas b. Âzura bir Kureyşli’nin kendisine emanet bıraktığı bir dirhemi inkar ettiği zaman mağduruna şöyle demiştir; “Adam sen de! Okuma yazması olmayanların hakkı mı olurmuş? Vesikası bulunmayan, hele dini ayrı olan kimselerin hakkını yemek helaldir.”[21]

Ayetlerde de görüldüğü gibi “ümmî” kelimesi, okuma yazma bilmeyen insanların karşılığı olarak kullanılmıştır.

Allah Resulü ve Ümmîlik

Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün kavmi gibi ümmî olduğunu bildiren ayet-i kerimeler şu şekildedir: “Onlar, yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı buldukları Resûle, o ümmî peygambere uyan kimselerdir. İşte o peygamber, onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder. Onlara iyi ve temiz şeyleri helal, kötü ve pis şeyleri haram kılar. Üzerlerindeki ağır yükleri ve zincirleri kaldırır. Ona iman edenler, ona saygı gösterenler, ona yardım edenler ve ona indirilen nura (Kur’an’a) uyanlar var ya, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.”[22]

Ayet, Hz. Mustafa (sallallahu aleyhi ve sellem)’nın Tevrat ve İncil’de yazılı olan daimi sıfatlarından bahsetmektedir. Önceki kitaplarda onun ümmî bir resul olarak geleceği bildirilmekte ve insanların o ümmî peygambere uyacakları ifade edilmektedir.

Allah Resulü’nün okuma yazma bilmemesi resül ve nebi gibi değişmez sıfatları arasında yer almaktadır. O peygamberler arasında ümmî sıfatıyla bilinmektedir. Nitekim Hz. Musa, Miraç Gecesi’nde onunla karşılaştığında ümmîlik vasfını öne çıkararak “Merhaba ümmî peygamber” diyerek onu selamlamıştır.[23]

“(Ey Muhammed!) De ki: ‘Ey insanlar! Şüphesiz ben, yer ve göklerin hükümranlığı kendisine ait olan Allah’ın hepinize gönderdiği peygamberiyim. Ondan başka hiçbir ilah yoktur. O, diriltir ve öldürür. O halde Allah’a ve onun sözlerine inanan Resûlüne, o ümmî peygambere iman edin ve ona uyun ki doğru yolu bulasınız.”[24]

İslam’ın evrensel olduğundan bahseden ayet ins ve cinni, lekesiz dimağı vahy-i ilahiyle terbiye edilen, saf bir ayna gibi gördüğü her hakikati hiçbir şey eksiltmeden ya da ilave etmeden yansıtan o ümmî peygambere uyup kurtulmaya davet etmektedir.

Yahudiler ve Ümmîlik

İçlerinde birtakım ümmîler vardır ki, Kitab’ı (Tevrat’ı) bilmezler. Bütün bildikleri bir sürü kuruntudan ibarettir. Onlar sadece zanda bulunurlar.”[25]

Yahudiler ümmî olup olmama açısından iki gruba ayrılmaktadırlar. Ayette ümmî olarak tavsif edilen grup Yahudi alimlerinin tahrifatını Tevrat zannederek onlardan işittikleri batıl sözleri ve yanlış tevilleri vahiy gibi gerçek kabul addedenlerdir.

DELİLLER

Önceki kitaplar Allah Resulü’nün “ümmî” olduğunu belirtmiş, din adamları da beklenen peygamberin ümmî olacağını ifade etmişlerdir. Hz. Mustafa’nın hayatının her anına tanıklık eden sahabe de onu ümmî olarak anlatmıştır. Lisaniyâtçı, müfessir, muhaddis, siyer alimi herkes onun ümmî olduğunda ittifak etmiştir. Bunda ümmî kelimesinin geçtiği altı ayetin dışında Allah Resulü’nün okuryazar olmadığını bildiren diğer nakli ve akli deliller de etkili olmuştur.

Ayetler

Oryantalizmin etkin bir şekilde varlığını hissettirdiği yıllara kadar yapılan tefsir çalışmalarında “ümmî” kavramı okuryazar olmayan kişi şeklinde izah edilmiştir. Hatta rivayet tefsirlerinin Kur’an’la Müslümanlar arasında perde oluşturduğunu iddia eden Muhammed Abduh bile ümmî ifadesini diğer müfessirler gibi izah etmiştir.[26]

I. Kur’an-ı Kerim ümmî kavramının geçmediği fakat ümmîliği tasrih eden ifadelerin yer aldığı ayetlerle de Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün okuryazar olmadığını belirtmiştir. Mevzu ile alakalı bir ayet-i kerimenin meali şu şekildedir: “Sen bundan önce ne bir yazı okur ne de elinle onu yazardın. Öyle olsaydı batıla uyanlar kuşku duyarlardı.”[27]

Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün herhangi bir kitabı okumadığına vurgu yapan ayet-i kerime, yazmasını nefyederken “Ne de onu yazardın.” gibi maksadı ifade eden bir cümle yerine; “Ne de elinle onu yazardın.” şeklinde mecaz ihtimallerini ortadan kaldıran bir söz dizimi kullanmaktadır. Ayette “el” kelimesinin tasrih edilmesinin gayesi şu şeklide açıklanabilir: “El” kendisi ile yazı yazılan bir uzuvdur. Burada zikredilerek yazı yazma ameliyesi bütünüyle Efendimiz’den uzak tutulmuştur. Bu, kişinin “nezartu(baktım)” yerine “nezartu biaynî(gözümle baktım.)” demesi gibidir. Ayette geçen “Ve lâ tehudduhu” ifadesinin başında yer alan nef’i “lâ”sı da şimdiki ve gelecek zamanı olumsuzlaştırmaktadır. Buna göre anlam; “onu şimdi de gelecekte de yazmazsın” şeklinde olur.

Eğer Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) okuma yazma bilseydi ona bühtan edip; “Bu Kur’an’ı o uydurmuştur.” diyen müşrikler iddialarına kendilerince mesnet bulmuş olacaklardı. Ayrıca Tevrat’ta son peygamberin ümmî olacağını gören Yahudiler de haklı olarak Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün nübüvvetinden şüphe edeceklerdi.[28]

II. Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) vahiyden önce ne Kitab’ı ne de imanın alamet ve şartlarını ayrıntılı bir şekilde bilmekteydi. Bu durumun arka planında ümmî olması vardır.

Allah Teala şöyle buyurmaktadır: “İşte böylece sana da emrimizle Kur’an’ı vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle doğru yola eriştirdiğimiz bir nur kıldık.”[29]

Kur’an nazil olmaya başladığında yeryüzünde Yahudilik ve Hristiyanlık gibi vahiy merkezli muharref iki din hüküm sürmekteydi. Bu durumu çarpıtan İslam karşıtları Kur’an’ın gaiptan ve önceki ümmetlerden haber veren ayetlerinin mevcut dinlerden iktibas edildiğini iddia ettiler. Olan gibi, olacak olan her şeyi de bilen Allah Teala bu nevi iddaları işin başında geçersiz kılmak için -öncekilerin aksine- son peygamberinin ümmî kalmasını murat etmiştir. Bu yüzden Tevrat ve İncil okuryazar olan peygamberlere bir anda inerken Kur’an-ı Kerim ümmî olan Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’ne hıfzedebilmesi için parça parça yirmi üç yılda nazil olmuştur. Mekkeli kafirlerin Kur’an’ın bir defada nazil olması yönündeki taleplerine Allah Teala şu şekilde cevap vermiştir: “İnkar edenler, Kur’an ona bir defada topluca indirilmeli değil miydi? dediler. Biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle yaptık (parça parça indirdik) ve onu tane tane okuduk.”[30]

Hadisler

I. Efendimiz “ümmî” kelimesini okur yazar olmayan, hesap yapamayan kişi olarak tefsir etmektedir. Nitekim o şöyle buyurmaktadır: “Biz yazmayı ve hesabı bilmeyen ümmî bir ümmetiz. Ay şöyle, şöyledir.[31] (Yani bazen yirmi dokuz, bazen otuz gün çeker.)

II. Hira’da ilk inen ayetler Allah Resulü’nün okuryazar olmadığının en açık delillerindendir. Nitekim ondan okumasını talep eden meleğe “mâ ene bikâriin[32] (ben okuma bilmem)” şeklinde cevap vermiştir.

Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) Cebrâil’le Hira’da okuma üzerine yaşadığı diyaloğu şu şekilde nakletmektedir: “O zaman Melek beni alıp tâkatim kesilinceye kadar sıktı. Sonra beni bırakıp yine: ‘İkrâ(oku)’, dedi. Ben de ona: ‘Okuma bilmem’, dedim. Yine beni alıp ikinci defa tâkatim kesilinceye kadar sıktı. Sonra beni bırakıp yine: ‘İkrâ’, dedi. Ben de: ‘Okuma bilmem’, dedim. Nihayet beni alıp üçüncü defa sıktı. Sonra beni bırakıp: “Yaradan Rabb’inin ismiyle oku. O insanı aşılanmış yumurtadan yarattı. Oku, Rabb’ın nihayetsiz kerem sahibidir. Ki o, kalemle (yazı yazmayı) öğretendir. İnsana bilmediğini o öğretti.[33] dedi”.[34]

Bu diyalog vahyin başladığı zaman Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün ümmî olduğunun açık delilidir. Çünkü Efendimiz “oku” emrine üç defa “ben okuma bilmem” şeklinde cevap vermiştir.

Ümmî bir toplumda ümmî bir anneden dünyaya gelen Hz. Mustafa’nın ümmîliği “Yüce Dost”a kavuşuncaya kadar devam etmiştir.

Ümmîlik hem Hz. Mustafa’nın, hem ümmetinin kıyamet günü de vasfı olacaktır: Abdullah b. Abbas (radiyallahu anhuma)’tan gelen bir hadiste Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: “Biz dünyada ümmetlerin sonuncusu ahirette ise hesaba çekilme cihetiyle ilki olacağız. O gün şöyle denilecek: ‘Ümmî ümmet ve peygamberi nerede?’[35]

III. Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) risalet hayatının farklı devrelerinde müteaddit kere ümmî olduğunu belirtmiştir. Abdullah b. Amr (radiyallahu anhuma) bir gün Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün dünyaya veda eden kişi gibi yanlarına geldiğini ve üç defa “Ben ümmî peygamber Muhammed’im./Ene Muhammedun en-Nebiyyu’l-Ümmîyyu; benden sonra peygamber gelmeyecek.” dediğini rivayet etmektedir.[36]

Bir sahabi de Efendimiz’e “Ya Resulallah! Allah bize, size salavât getirmemizi emretti, nasıl salât edelim? diye sorunca; Allah Resulü hiç karşılık vermeden sustu. Öyle ki sahabe o kişinin bu soruyu hiç sormamış olmasını istedi. (Bir müddet) sonra; “Allah’ım! Ümmî Nebî Muhammed’i ve âlini yücelt.” deyiniz buyurdu.[37]

Sahabe’nin Tanıklığı

Sahabe, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’ne olan derin sevgisi ve onu örnek alma gayretiyle, hayatının her anına ait gözlemlerini muhafaza etmiştir. Sözleri, seyahatleri, ahlakı, şemaili, hiçbir devlet adamına, ideoloğa hatta önceki peygamberlere nasip olmayacak ayrıntıda tedvin-telif edilmiştir. Böylece tabiun ve onları takiben gelen nesiller onu başındaki beyaz saç teline varıncaya kadar tanıma imkanı bulmuştur.

Sahabe Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün risalet sonrası gibi risalet öncesi hayatını da ayrıntılı bir şekilde anlatmıştır. Siyer kitapları nesebi, viladeti, çocukluk yılları, seyahatleri, görüştüğü, konuştuğu ve ortaklık yaptığı insanlarla alakalı ayrıntılı bilgiler ihtiva etmektedir. Buna rağmen onun okuryazar olduğu ya da birisinden ders aldığı noktasında tek bir rivayet yoktur. Bilakis ümmî olduğu tasrih edilmiştir. Sahabenin Allah Resulü’nün ümmi olduğuna delalet eden gözlem ve rivayetlerinden birkaçı şu şekildedir:

Hz. Ali (radiyallahu anh) -Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün ahirete irtihal etmesinden sonra- Küfe’de bir defasında şöyle buyurmuştur: “Tohumu yarana ve insanı yaratana yemin olsun ki beni ancak müminin seveceği ve ancak bana münafığın buğzedeceği, ümmî Nebi’nin bana kuvvetli bir ahdidir.”[38]

Abdullah b. Abbas (radiyallahu anhuma) da Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nü şu ifadelerle anlatmaktadır: “Peygamberiniz okuma yazma bilmeyen, hesapla iştigal etmeyen bir ümmî idi.”[39]

Hz. Abbas Mekke’de iken Efendimiz’e hitaben Kureyş’in toplanıp yola (Uhut muharebesi için) çıktığını bildiren bir yazı kaleme aldı. Abbas’ın Benû Gıfar’dan bir adamla gönderdiği mektup Medine’ye ulaştığında Efendimiz mührünü açtı, okuması için Übeyy b. Ka’b’a verdi. Übeyy, okuyunca da ondan mektubu sır olarak saklamasını istedi.”[40]

Sahabe’nin Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’ne ait eşyaları teberrük maksadıyla muhafaza ettiği, hırkası, cübbesi ve silahının asırlarca korunduğu yaygın bir bilgidir. Fakat korunan eşya arasında Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından yazıldığı iddia edilen tek bir metin yoktur. Eğer yazmış olsaydı sakallarını muhafaza eden ashap elbette yazısını da korurdu.

Tarihi Deliller

Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün yaşadığı dönemde hayatına tanık olanlar ona iman edip etmeme noktasında iki gruba ayrılmaktaydı. İlki ona iman etmeyen Mekke Müşrikleri ile Medine’de yaşayan kafir, münafık ve Yahudiler; ikincisi ise Müslümanlardan oluşmaktaydı. Bu iki gruptan hiç kimse Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün okuryazar olduğunu rivayet etmedi. “Sen bundan önce ne bir yazı okur ne de elinle onu yazardın.”[41] ayeti inince, onu (sallallahu aleyhi ve sellem) etkisiz hale getirmek için aleyhinde delil teşkil edebilecek en küçük ihtimali dahi değerlendiren düşmanlarından hiç biri bu ayet vakıaya aykırıdır iddiasında bulunmadı. Çünkü Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün risalet öncesi hayatının her karesine tanıklık etmelerine, nereye girip çıktığına, kimlerle oturup kalktığına vakıf olmalarına rağmen ümmî vasfını ihlal edecek bir ipucuna ulaşamadılar. Bu yüzden “O, okuryazardı.” diyemediler.

Kur’an’ı –haşa- O yazıyor diyemeyenler; “(Bu ayetler) onun (Muhammed’in), başkasına yazdırıp (iktetebe) da sabah akşam kendisine okunan, öncekilere ait masallardır.”[42] iddiasında bulundu. Ayeti kerimede geçen “iktetebe” fili “istektebe” anlamında talep bildirmektedir. Buna göre anlam; “başkasına, ayetleri kendisi için yazmasını emretti.” demek olur.[43]

Ayrıca ona iman edenlerin hepsi aynı derecede değildi. Eğer ayete aykırı bir durum görmüş olsalardı, İsra ve Miraç gerçeğini idrak edemeyenlerde olduğu gibi onlar içerisinde de irtidat edenler olurdu.

Tarihi verilerin ümmî olmasında ittifak ettiği Allah Resulü, gelen vahyi de farklı iklimlere gönderdiği mektupları da katipleri vasıtasıyla kaleme almıştır.[44]

Aklî Deliller

Mekke’de okuryazar olanlar toplam on yedi kişiydi. Bu yüzden tarihi ve aktüel olaylar şifahi olarak paylaşılır, sonraki kuşaklara da hafızalara nakşedilen şiirlerle aktarılırdı. Şiirlerin içeriği putperest geleneğe ve kabile kültürüne ait olaylardan oluşmaktaydı. Tevrat ve İncil İbranice olduğundan halk Ehl-i kitap’ın kültürüne yabancıydı.

Böyle bir ortamda nazil olan Kur’an-ı Kerim, Mekkelilerin hiç duymadığı hadiselerden, gaibî hakikatlerden, iman esaslarından bahsetti. Ayetleri, hayretler içerisinde dinleyen müşrikler Kur’an- Kerim’in Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’ne yazdırıldığını iddia ederek vahyin kaynak meselesini halledeceklerini düşündüler. Kur’an’ın Allah Resulü’ne Rum asıllı Hristiyan bir köle olan Cebr en-Nasrani tarafından yazdırıldığını iddia ettiler. Daha sonra Müslüman olan bu köle efendisi tarafından “Muhammed’e bunları sen öğretiyorsun.” diye dayak yerken “Hayır! Allah’a yemin olsun ki o bana öğretiyor ve yol gösteriyor.” demiştir.[45]

Müşrikler bu hamleleriyle umduklarını bulamadılar. Çünkü Kur’an’ı isnat ettikleri kişi hem bir köle hem de Rum asıllıydı; yani Arapça’ya yabancıydı. Farz-ı muhal, böyle bir durum söz konusu olsaydı, Cebr Mekke aristokrasisinin reddettiği bir Peygamber’i etkisiz hale getirmek ve karşılığında hürriyetine kavuşmak için “Evet bunlar Cebr’e aittir.” demez miydi?! Ya da el altından “Bu Kitap bana aittir.” dolayısıyla ona değil de bana iman edin çağrısında bulunmaz mıydı?! Sonra Hristiyanlığın öğretilerine bağlı olan bu köle dinini terk edip –haşa- uydurma bir Kitab’a inanır mıydı?! Ayrıca “muallaka-i seb’a(yedi askı)” şairlerinin dahi bir suresinin benzerini yazmaktan aciz kaldığı bir Kitab’ı, acem bir köle nasıl telif edebilirdi? Uzayıp giden ve cevapsız kalan bu sorular Mekkelilerin iddialarını çürütüp, tarumar etti.[46]

Müşrikler gibi hayretler içerisinde kalan oryantalistler “Muhammed ümmî olduğu halde Kur’an’daki bu ilmi nereden aldı?” diye kendilerine sordular. Onlara; “işte bu onun Resul olduğunun delilidir.” denildiğinde risaleti tasdik etselerdi küfürden kurtulacaklardı. Fakat onlar okuryazar olduğunu iddia ederek küfrü tercih ettiler. Tarihi veriler iddialarını reddedince de Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün okuryazar olduğunda ısrar edip, bunu ailesine varıncaya kadar herkesten gizlediğini ileri sürdüler.

Yemek içmek gibi aleni bir ameliye olan okur-yazarlığın ev halkından bile gizlenebileceğini iddia edenlere gülerek mukabelede bulunmak onlara verilebilecek en anlamlı cevap olacaktır.

Hikmeti

Allah Resulü’nü alimlerden farklı kılan en önemli özellik, bilgisinin ilahi olmasıdır. Onu resul yapan bilginin okuryazarlıkla ilgisi yoktur. Okuryazar olmak, onun ilahi olan bilgisine bir şey katamayacağı gibi olmaması da hiçbir halel getirmemiştir.

Araplar fesahat, belagat, hitabet ve şiir gibi edebi disiplinlerde dünya milletlerine göre daha ileri konumdaydılar. Edebi eserlerini sergilemek için Ukâz ve Zü’l-Mecâz gibi panayırlar tertip ederlerdi. Oralarda sözün sultanları olan ümmî şairler şiirle birbirlerine karşı fahriyede bulunurlardı. Allah Teala bu ümmî toplum içerisinden onlar gibi; fakat onları hayrette bırakan ümmî bir peygamber gönderdi ve minnet altında kalmaması için onu kimseye öğrenci yapmadı: “Allah sana Kitab’ı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğini öğretmiştir.”[47]

Müşriklerin de şahadet ettiği gibi Araplar içerisinde en fasih ve en beliğ olan kişi Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) idi. Şairler, Kur’an-ı insanın fevkinde bir kitap olarak görür ve bu yüzden “bu ancak sihirdir.” derlerdi. Cenab-ı Hak da Resulü’nün ümmî kalmasını murat ederek –sanki- muarızlarına “edebi kudretine şahadet ettiğiniz Muhammed, bunları birisinden öğrenmediyse –ki öyledir- o halde Kur’an’ın Allah’tan geldiğini kabul etmekten başka seçeneğiniz yoktur.” demektedir.

Allah, Resulünü yüceltmek için bilgisini de yücelerden gönderdi. Onu ümmî bırakarak vahyi, bilgisinin yegane kaynağı kıldı.

Allah Teala Kur’an-ı resulünün kalbine yerleştire yerleştire[48] yirmi üç yılda indirdiğinden kendilerine vahiy kitap hâlinde gönderilen önceki peygamberler gibi okuryazar olması gereklilik arz etmedi. Allah ona okuduğunu bir daha unutmama nimetini bahşetti.[49] Tıpkı âmalığın zihne katkısı gibi ümmîlik de Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün hafızasının gücüne güç katmıştır.

Ümmî Olmadığını İddia Edenlerin Delili

Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün okuryazar olduğunu iddia edenlerin istidlal ettiği delil, Buharî’nin de rivayet ettiği bir hadistir. Hadise konu olan olay şu şekildedir: Hudeybiye musalahası yazılırken –henüz Müslüman olmamış olan- Süheyl b. Amr, Efendimiz’in adının “Allah Resulü Muhammed” şeklinde yazılmasına itiraz eder ve bunun silinip yerine “Muhammed b. Abdillah” yazılmasını ister. Efendimiz, Hz. Ali’ye “Allah Resulü” ifadesini silmesini emreder fakat Hz. Ali (radiyallahu anh) derin sadakatinden “Hayır! Allah’a yemin olsun ki asla adını silemem.” der. Bunun üzerine Efendimiz, “sahifeyi aldı, pek iyi yazamıyordu ve (adını) yazdı.”[50]

Bu ifade ile alakalı Buharî şarihi Aynî şunları söylemektedir: Hz. Ali’ye adını yazmasını Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) emrettiğinden mecazi olarak bu yazma işi ona isnat edilmiştir. Süheylî’nin de dediği gibi gerçekte ifade şu şekildedir: “Allah Resulü, Ali’ye yazmasını emretti.”[51] Nitekim bazı rivayetlerde sadece, Hz. Ali’nin işaretiyle Efendimiz’in ibareyi sildiği sonrasında da anlaşmanın akdedildiği mevcuttur.[52] Bu durum isnadın mecazi olduğunu desteklemektedir. Ya da Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) bir defaya mahsus mucize olarak adını yazmıştır. Fakat bu yaklaşım alimler nezdinde itibar görmemiştir. Nitekim bu mütalaa ilk olarak Ebu’l-Veli el-Bâcî tarafından dile getirildiğinde Endülüs uleması onu Kur’an’a muhalefet etti gerekçesiyle zındıklıkla itham etmiştir.[53]

Efendimiz, “Hudeybiye musalahasında kaleme alınan metne adını yazdı.” şeklinde yapılan rivayet sahih olsa ve bu ameliye mucize babından addedilmese, yine de bu durum yenilikçilerin iddiasına delil teşkil etmez. Zira adını tam olarak yazamayacak kadar yazıya yabancı olan bir peygamber nasıl olurda insanlık tarihinin en büyük söz ustalarını, mütefekkirlerini susturan muciz bir kitabı –haşa- kaleme alabilir?! İşte küfür diğerleri gibi bu faraziyenin de cevabını vermekten acizdir.

Sonuç

Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) hayatının hiçbir devresinde ne bir metni yazdı ne yazılı bir metni bakarak okudu.

Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün ümmî olduğundan bahseden ayet-i kerimeler Medenî’dir. Sadece okuryazar olmadığını bildiren ayet mekkîdir.[54] Konu ile alakalı hadislerin tamamı ise Medenî’dir. Bu durum ümmîliğin onun hayatının bütün evrelerini kapsadığını ve değişmez bir vasfı olduğunu göstermektedir.

Mektebe gitmeyen, hiçbir hocadan ders almayan ümmî birinin gelmiş ve gelecek bütün zamanların bilgisinden bahseden kitabı tebliğ etmesi ve bu kitabın dünyanın en çok okunan kutsalı olması ilim tarihinin en büyük hadisesidir. Bu durumu gölgelemek isteyenler Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün ümmî olduğunu reddetmektedirler.

Siyer kitapları, hayatını en küçük ayrıntısına varıncaya kadar nakletmesine rağmen onun okuduğundan ya da okumayı öğrendiği bir şahsın adından bahsetmemektedirler. Bir an okumayı mucize olarak öğrendiği düşünülse, bu da herhangi bir metni okuduğuna dair açık bir rivayet olmaması ve mucizelerinden bahseden eserlerde meselenin tadat edilmemesi cihetleriyle merduttur.

Ümmîlik okuryazar olmanın zıddıdır. Alimin karşıtı ise cahildir. Âmânın, alim olabilmesi gibi ümmî de alim olabilir. Bilgisi beşeri olan ümmîler için geçerli olan bu durum bilgisi ilahi olan peygamberler için evleviyetle geçerlidir. Bu yüzden ümmîlik Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) için nakısa değildir. Bilakis ümmîlik onun (sallallahu aleyhi ve sellem) nübüvvetinin en güçlü şahitlerindendir.

Lisaniyâtçı, müfessir ve muhaddisler başta olmak üzere bütün alimler iştikakı hangi kelimeden olursa olsun ümmîliği okuma yazma bilmemek olarak yorumlamışlardır. Bunlar dışında alim olmadığına göre günümüzde ümmîliğe farklı manalar yükleyenlerin ifadeleri zandan ibarettir. Arap dili ve Kur’an-ı Kerim’in müsaade etmediği bu anlama ameliyesinin tek kaynağının oryantalizm olduğunu tasrih etmek kelam israfı olacaktır.

 

———————————————————————————–
 

 

[1] el-Cürcânî, et-Ta’rifât, Beyrut, 2024, s. 157.

[2] et-Taftâzânî, Şerhu’l-Akâid, İstanbul, t.y., s. 60.

[3] el-Cürcânî, a.g.e., s. 157.

[4] el-Cürcânî, a.g.e., 157.

[5] Bkz. Şûra(42): 13.

[6] Kıyâme(75): 16-17-18.

[7] A’lâ(87): 6.

[8] Kadı İyaz, İkmâlu’l-Mu’lim bi Fevâidi’l-Müslim, (Dip not: 3), Beyrut, 2024, I, 335.

[9] Bkz. Yûsuf(12): 102.

[10] İbn Manzûr, Lisanu’l-Arab, XII, 34.

[11] İbn Manzûr, a.g.e, XII, 34.

[12] Bu iki ihtimal dışında itibar edilmeyen bir üçüncü görüş daha vardır ki o da Ümmî Mekkeli anlamında kullanılmış olabilir. Çünkü Mekke’nin adlarından biri Ümmü’l-Kurâ idi. Bkz. Kurtubî, el-Cami’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, Beyrut, 2024, VII, 190.

[13] Âlûsî, Rûhu’l-Meanî, Beyrut, 2024,V, 75.

[14] Fahruddîn Razî, et-Tefsîru’l-Kebîr, Beyrut, 1990, XV, 20.

[15] Razî, a.g.e., XV, 20; Ebû Hayân, el-Bahru’l-Muhît, Beyrut, 1993, IV, 432; Âlûsî, a.g.e., V, 75.

[16] Halil İbrahim Molla Hatır, en-Nebiyyu’l-Mustafâ, Mekke, ty., s. 174.

[17] Cum’a: (62): 2.

[18] Âl-i İmrân(3): 20.

[19] Âl-i İmrân(3): 75.

[20] İbn Kesîr, Tefsîr-u İbn Kesîr, Beyrut, 1399, I, 292.

[21] Elmalılı M Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, ty., II, 393.

[22] A’raf(7): 157.

[23] Ahmed, Müsned, I, 257.

[24] A’raf(7): 158.

[25] Bakara(2): 78.

[26] Hemen bütün müfessirler ümmî kavramını “okuma yazma bilmeyen kişi” şeklinde anladıklarından birkaç sayfalık yer kaplayacak olan benzer ifadeleri verip makaleyi uzatmaktan sarf-ı nazar ettik.

[27] Ankebût(29): 48.

[28] Her ne kadar Allah Resulü’nün risaletini inkar ettilerse de şüphelerini destekleyecek bir delil bulamadılar.

[29] Şûrâ(42): 52.

[30] Furkan(25): 32.

[31] Buharî, Savm 13; Müslim, Siyam 2; Ebû Dâvud, Siyam 4; Nesâi, Siyam 17; Ahmed, Müsned, II, 43.

[32] Mâ ene bikâriin ifadesindeki ”mâ” nafiyedir. Eğer istifhamiyye olsaydı “kâri” kelimesini başına “bâ” harfi cerrini alması uygun olmazdı. Bâ olumsuz anlamı tekit etmek için gelen zaid bir harftir.

[33] Alâk(96): 1-5.

[34] Bahârî, Vahy ? 1

[35] İbn Mace, Züht 37.

[36] Ahmed, Müsned, II, 172, 212..

[37] Ebû Davud, Salat 178-179.

[38] Müslim, İman 33.

[39] Kurtubî, a.g.e., VII, 190.

[40] Eğer Allah Resulü okuryazar olsaydı stratejik önemi haiz bir mektubu Übeyy’e okutmaz sonrasında da ondan saklamasını talep etmezdi. Bkz. Muhammed Rıza, Muhammed Resulullah, Beyrut, ty., s. 80.

[41] Ankebût(29): 48.

[42] Furkân(25): 5.

[43] İbn Manzûr, a.g.e., I, 698; Molla Hatır, a.g.e., s. 140.

[44] Bkz. Molla Hatır, a.g.e., s. 111.

[45] Kurtubî, a.g.e., , X, 117)

[46] İhsan Şenocak, “Kur’an-ı Kerim ve Marjinal Gruplar”, İnkişaf Dergisi, Bahar 2024, sy. 8, s. 1.

[47] Nisâ(113): 4.

[48] Furkân 32.

[49] A’la(87): 6.

[50] Buharî Meğazî 45.

[51] Aynî, Umdetu’l-Kârî, Beyrut, 2024, XVII, 351.

[52] Ebû Ya’lâ, Müsned, III, 261.

[53] el-Keşmîrî, Feyzu’l-Bârî, (Dip not: 1), Beyrut, 2024, V, 97.

[54] Ankebût(29): 48.

 

]]>
0
Dergi <![CDATA[Kadın, cami ve özgürlük]]> http://inkisaf.net/?p=149 2008-07-20T11:14:12Z 2008-07-14T13:43:17Z Halit İSTANBULLU

İslam, insanı dünyaya geldiği ilk anda günahsız kabul eder ve ona günah işlemeden nasıl yaşayabileceğinin yolunu gösterir. Fıtratındaki kodlara uygun olarak kadını, kadın, erkeği de erkek olarak kalmaya davet eder.

Kendi olabilen kadın ve erkek, sahip oldukları farklılıklar içerisinde daimi ve izafi görev alanlarında varoluşlarının gereğini ifa ile sorumludur. Onlar, kendileri için aktivitede bulunur ya da önlem alırlar. İmanlarıyla ve amelleriyle önce kendilerinin yol emniyetini alır, sonra da tebliğ ile muhataplarının kurtuluşu için çalışırlar.

Erkek baba, kadın ise annedir. Bu yüzden ne kadın erkektir; ne de erkek kadındır. Fiziki durumları ve algılayışları itibarıyla farklıdırlar. Birbirleri üzerinde bu farklılıkları da hissederler. Bir erkek bir kadına, kadına baktığı gibi bakar. Bir kadın da erkeğe, erkeğe baktığı gibi bakar. Yani hiçbiri kadınlıklarından ve erkekliklerinden mahrum değillerdir.[1] Mahrum olmamalarının hukuki bir kimlik kazanabilmesi ya da memnunlar içerisinde mağdurlar sınıfı oluşmaması için her şeyi en doğru bilen yaratıcıları[2] onlar için mahremiyeti emretmiştir. Bir araya gelişleri belli ölçülerle kayıt altına alınmıştır. Buna göre her ikisi de gözlerini harama bakmaktan korurlar.[3] Kadınlar ziynetlerini açığa çıkarmaz[4], yabancı erkelerle çekici eda ile konuşmaz[5], yürüyüşlerine hayayı egemen kılar[6], açılıp saçılmaz,[7] üçüncü bir şahsın olmadığı yerde yabancı erkekle baş başa kalmazlar. İslam iki farklı cinsten oluşan insan gerçeğini bu çerçevede ele almış ve emirlerini bu gerçeklik üzerine bina etmiştir.

Tahrîru’l-mer’e

İslam, ailede son sözü söyleyen olması cihetiyle[8] bir adım öne çıkardığı erkeğe kadın üzerinde mutlak otorite vermemiş, onları birbirini tamamlayan iki unsur olarak görmüştür. İslam’ın, kadını sahip olduğu özelliklerle değerlendiren bu bakış açısı mustağriblerin “Tahrîru’l-mer’e(kadını özgürleştirme)” hareketinden ya da bizdeki “hocaya, kocaya, paşaya hayır!” ironisinden çok daha öncedir. “Kadın kadındır.” diyen İslam, bugün kadın haklarından bahseden modernizmden çok daha kıdemlidir.

Modernitenin öncülük ettiği “kadını özgürleştirme hareketi”nin temelinde kadını kendisi gibi görmeyen din ve ideolojilere başkaldırı vardır. Çünkü modernite, yegane kadınca yaşam tarzının kendisi tarafından önerildiğine inanır. Bu yüzden kendi anlayışına uymayan yaşam tarzlarını reddeder.

Kadını erkek hegemonyasından kurtarmayı vadeden modernite ataerkil yapıya karşı tepkisini ortaya koyarken ölçüyü kaçırdığından kadını yeni argümanların boyunduruğuna mahkum etmiştir. Koca hakimiyetinden kurtardığına inandığı kadını, sanayi devriminin ağır çalışma şartları ile gelen modern müstemlekeciliğe kurban eder.

İslam geleneği içerisinde kadın probleminin önemli bir yer işgal ettiğini düşünen modernistler, “kadını özgürleştirme” hareketinin gölgesinde kadın lehine(!) orta rezervli bir yenilenmeyi kaçınılmaz çözüm olarak görmüş ve kadınla alakalı içtihatların Kur’an-ı Kerim’in kadın tasavvurunu yansıtmadığını savunmuşlardır. Modernistler, Kur’an-ı Kerim merkezli bir arınma hareketiyle İslam geleneğinde egemen olduğunu iddia ettikleri erkekçe bakış açısının izlerinin silinebileceğini düşünmüşlerdir.

Özgürlükçü Dernekler

Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde eş zamanlı olarak –özellikle- İstanbul ve Kahire’de kurulan dernekler vasıtasıyla “kadını özgürleştirme” hareketi kısmen kurumsallaşmıştır. Dernekler tarafından neşredilen mecmualarda İslam toplumunda kadının eve hapsedildiği, gerçekte ise şeriatın –adeta- kadının her yaptığına evet diyen “izinler manzumesi”nden ibaret olduğu vurgulanmıştır. Osmanlı Müdâfâ’a-yı Hukûk-i Nisvân Cemiye’tinin yayın organı olan “Kadın Dünyası” dergisi feminist söylemlerin egemen olduğu önemli yayın organlarından biriydi. Batı yanlısı bir yayın politikası izleyen bu derginin yazarları erkekten yana tavır aldığını düşündükleri İslam ulemasına karşı ortak dayanışma platformu oluşturmuşlardı.

İlerleyen yıllarda “Kur’an’da, ‘hadiste’ Kadın” gibi başlıklar altında geleneği tenkit üzerine ibtina eden ve yeni kadın imajının nasıl olması gerektiğini konu edinen eserler kaleme alınmıştır. Bu tür eserlerde –sıklıkla- ayetlerin siyak ve sibakından kopartılarak işlenmesi, rivayetlerin dar anlamda değerlendirilmesi, ulemanın bazı rivayetleri kadınlar aleyhine yorumladıkları gibi uç iddiaların[9] yer alması güvenilirliklerini tartışılır hale getirmiştir.

Kadın ve Ev

Kadının özgür olmasını savunan ve bu savunma ile zımnen de olsa İslam geleneğinde kadının tutsak olduğunu iddia eden modernistler, evini sadece ibâte için kullanan bir kadın modeli önermişlerdir. Bu yüzden fitne olacak durumlarda kadının camide ibadet etmesinin kerahetine işaret eden içtihatları dini ve akli temelden yoksun ve yanlı değerlendirmeler[10] olarak nitelemişlerdir.[11]

Kadın ve Cami

Kadının cami merkezli bir ibadet hayatının olması gerektiğini savunanlar, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) ve Raşit Halifeler döneminde cami ile iç içe olan kadının, Emeviler döneminden itibaren cami ile münasebetinin giderek zayıfladığını, cinsiyet eşitliği prensibinden uzaklaşılarak sosyal, siyasal, ekonomik ve dini hayattaki konumlarının tekrar sorun haline getirildiğini iddia etmektedirler.[12]

Bu iddia şu cihetle tarihi gerçeklerle çelişmektedir: Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) Medine’de mescidini inşa edince ona yakın olmak isteyen sahabe evlerini mescidin çevresine kurmuştu. Evlerin kapıları da mescide açılmakta idi.[13] Bu yüzden erkekler gibi kadınlar da her ne amaçla olursa olsun evlerinden çıktıklarında öncelikle mescide uğramak zorunda idiler. Bu durum kadınların mescit ortamında daha fazla bulunmalarını temin etti. Kadınların ibadetlerini camilerde yapması gerektiğini savunanların delil olarak ileri sürdüğü “bir kadın sahabinin namazda Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) ağzından ‘Kâf Suresi’ni ezberleyecek kadar camide yer alması” meselesi de Medine’deki bu ilk yerleşim şartları çerçevesinde gerçekleşmişti.

Medine döneminin ilerleyen yıllarında mescitle sosyal hayatın münasebeti değişince evlerin mescide bakan kapıları bizzat Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün emriyle kapatılmıştır. Böylece kadınların cami ortamında yer almaları, yeni düzenleme ile sınırlandırılmıştır. Fakat Hz. Ömer (radiyallahu anh) devrinde teravih namazları cemaatle kılınmaya başlayınca halife erkeler için ayrı, kadınlar için de ayrı mekanda farklı imam görevlendirerek onların daha geniş katılımla cemaatle namaz kılmalarına imkan hazırlamıştır. Hz. Ömer’in bu uygulamasında Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in kadınlar için camiyi ibadetten daha çok eğitim için kullanması başlıca etken olmuştur. Nitekim Ebû Said el-Hudrî’den gelen şu hadis bu hususu açıklamaktadır: “(Bir gün) Kadınlar ‘Ey Allah’ın Resûlü, erkeklerden bize meydan kalmıyor /galebenâ aleyke’r-ricâl, bize özel bir gün ayırır mısın?’ dediler. Rasûlüllah onlara bir gün belirledi. Kadınlar o günde Rasûlüllah’ın huzuruna gelir, O da onlara sohbet ederdi.”[14] Kadınların Allah Resulü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) gelip “erkeklerden bize meydan kalmıyor/galebenâ aleyke’r-ricâl, bize özel bir gün ayırır mısın?” demelerinden, ‘erkekler her gün camiye devam ediyor, ilim öğreniyor ve dini meseleleri dinliyorlar. Biz kadınlar zayıfız, onlarla boy ölçüşemeyiz.’[15] gibi bir anlam çıkmaktadır. Allah Resulü’nün bu uygulaması kadınların mescidi genelde ilim tahsil etmek için kullandıklarını bildirdiği gibi beş vakit dahil diğer namazlar için sıklıkla camiye çıktıkları iddiası ile de çelişmektedir.

Kadın sahabilerin cemaate çıkmaları ile alakalı Tahavî şunları söylemektedir: “Kadınların namazgaha gitmeleri İslam’ın ilk yıllarındadır. Bundan gaye ise, düşman nazarında Müslümanları çok göstermektir.”[16] Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) camiye girmelerinin helal olmadığını söylediği hayızlı kadınların bayram sabahı namazgaha çıkıp arkada durmalarını teşvik etmesi de, bu “çok görünme” fikrini desteklemektedir. İlerleyen yıllarda Müslümanların kemiyet itibarıyla büyük kalabalıklara tekabül etmeleri kadınların cemaate iştiraklerinin gerekçesini ortadan kaldırmıştır. Ayrıca kadınların mescidi amacı dışında kullanmaları da cemaatten geri kalmalarında etkili olmuştur. Konu ile ilgili Hz. Aişe şöyle demektedir: “Eğer Resülüllah (sallallahu aleyhi ve sellem) kadınların (kendisinden sonra) mescitlerde neler ihdas edeceklerini bilseydi, İsrailoğulları’nın kadınları gibi, o da onların mescitlere girmelerini yasaklardı.”[17]

Kadınlar Kapısı

Mescid-i Nebevi’nin başlangıçta kapılarından hiçbiri kadınlara tahsis edilmemişti. Camiye giden kadınların sayısında artış olunca Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem); “Şu kapıyı kadınlara tahsis etseydik.”[18] buyurmuştur. Allah Resulü’nün bu ifadesi delalet cihetiyle tahsis içermektedir. Nitekim ifadeden kapının kadınlara tahsis edilmesi gerektiğini anlayan Abdullah b. Ömer (radiyallahu anhuma) Efendimiz’in -kıblenin Kabe’ye çevrilmesinden sonra- Beyt-i Makdis yönüne açtırdığı bu kapıdan ölünceye kadar içeri girmemiştir. Eğer diğer sahabiler girdilerse bu ya namaz vakitleri dışındadır ya da onlar Allah Resulü’nden bu konudaki yasaklayıcı hükmü işitmemişlerdir.[19] Daha sonra Hz. Ömer (radiyallahu anh) Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından kadınlara tahsis edilen bu kapıdan erkeklerin girmesini bütünüyle yasaklamıştır.[20]

Hayır Nerede?

Müslüman kadının cami merkezli bir ibadet hayatı olması gerektiğini savunanlar, kadınların ibadet etmeleri için evlerinin camilerden daha hayırlı olduğu görüşünün bir temenni ya da konu ile ilgili hadislerin yorum farklılığından kaynaklandığını, bazı rivayetlerin kadınlar aleyhine yorumlandığını[21] dolayısıyla da kadınların camiye mesafeli durmalarını temin eden anlayışın dinî ve aklî temelden mahrum[22] olduğunu ileri sürmektedirler. Evin camiden daha hayırlı olduğunu tasrih eden Ümmü Humeyd hadisinin ise o sahabinin ailevi sorunlarına matuf olduğunu bu yüzden genelleme ifade etmeyeceğini iddia etmektedirler.

Gerçek şu ki kadınlar için evlerin mescitlerden daha hayırlı olduğunu bildiren hadisler yoruma ihtiyaç duyulmayacak derecede açıktır. Bu durum, Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) eşleri başta olmak üzere diğer bütün kadın sahabiler tarafından da böyle anlaşılmıştır. Nitekim Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in eşleri, cemaatle kılınan namazın ferdi olana nisbetle 27 derece daha faziletli olduğunu bilmelerine rağmen namazlarını mescit yerine, mescide bitişik olan evlerinde eda etmişlerdir.[23]

Ümmü Humeyd hadisi de iddia edilenin aksine genelleme ifade etmektedir. Kadınların ibadetlerini nerede yapmalarının daha faziletli olduğunu bildiren ilgili hadis şu şekildedir: “Odalarınızda kıldığınız namaz, salonlarınızdakinden, salonlarınızda kıldığınız binalarınızdakinden, binalarınızda kıldığınız da cemaatle kıldığınız namazdan daha faziletlidir.”[24] Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem), Ümmü Humeyd’e “Selâtuki/senin namazın” şeklinde değil de “salatükünne/siz kadınların namazı” diye hitap etmiştir. Konu ile alakalı bir başka rivayet ise şu şekildedir: Ümmü Humeyd, Allah Resulü’ne gelip, Onunla birlikte namaz kılmayı arzuladığını söyler. Bunun üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) kendisini anlayışla karşıladığını fakat –ona- odasında kılacağı namazın salondakinden, salondakinin binadakinden, binadakinin aile mescidinden, aile mescidindekinin de Peygamber mescidindekinden daha hayırlı olacağını söylemiştir.[25] Ümmü Humeyd’le alakalı bu rivayette de ailevi bir nedene işaret eden herhangi bir unsur mevcut değildir. Konu ile alakalı el-İsabe’deki rivayette ise Ümmü Humeyd bütün kadınlar olarak serzenişte bulunmuş ve “Ey Allah’ın Resulü eşlerimiz seninle birlikte namaz kılmamıza engel oluyorlar.” deyince Hz. Peygamber bütün Müslüman kadınlara hitaben, iç odalarda kılınan namazın diğer bütün mekanlardan daha faziletli olduğunu bildirmiştir.[26]

Kadın, Cami ve İrşat

Asr-ı saadet ve sonrası dönemlerde kadın, -iddiaların aksine- ihtiyaç hissetmesi durumunda cami ortamında yer almış, gerek çocukluk gerekse de yetişkinlik döneminde irşat hizmetlerinden faydalanmıştır. “Eşleriniz camiye çıkmak için sizden izin istediklerinde onlara engel olmayınız.” hadisi de bunda etkili olmuştur. Fakat tarihin hiçbir döneminde kadın, erkek gibi cami merkezli bir irşat ya da ibadet içerisinde yer almamıştır.

Burada göz ardı edilen bir husus var ki, o da Allah Resulü’nün “kadının camiye çıkmak için eş ya da velisinden izin alması” gerektiğini belirtmesidir. Kadının, camiye çıkmasının izne tabi olmasının zımnında daimi ibadet yerinin evi olduğu gerçeği de vardır. Bunun içindir ki eş ya da veli cami ortamının kadın için müsait olmadığı kanaatine sahipse ona izin vermeyebilir.[27]

Kadın ve Fitne

Müslüman kadını evinden çıkartıp, tahsil ve iş hayatında erkeğin “paydaşı” yapmayı hedefleyen anlayış, onun rahatsız olacağı ortamlarda bulunmasını “fitne” olarak niteleyen ulemaya “eğer fitne iki cinsin bir arada bulunması şeklinde oluyorsa, bunun bedelini sadece kadınlara ödetmek adalete aykırıdır.” diyerek itiraz etmektedir. Onlara göre, kadının “arz-ı endam”ının din adına engellenmesi anlamına gelen bu durum, modern dönemin müslüman kadını tarafından “tecrit” olarak algılanmaktadır. Konu ile alakalı N. Göle’nin, sözlerini naklettiği bir kadın şunları söylemektedir: “(Müslüman erkekler) Sadece haramları öne sürerek kadınları toplumdan soyutlamaya çalışıyorlar. Mesela Müslüman bir erkek, hanımını okula göndermiyor, (hanımı) otobüse binsin istemiyor. Hanımlar açısından haramları öne sürüyorlar… Şayet ben bu durumda Allah’ın emirlerini uygulamama noktasında kalıyorsam, bu erkek için de söz konusudur. Onun da otobüse binmesi sakıncalıdır.”[28]

İslam’ın kadını kadın, erkeği de erkek olarak değerlendiren bakış açısından mahrum olanlar eşitlik adı altında her alanda erkekle boy ölçüşen bir kadın kimliği oluşturmuşlardır. Ne var ki yapay olan bu kimlik, fıtrat realitesine aykırıdır. Nasıl erkek, sahip olduğu özellikler itibarıyla kadınla eşit olamıyorsa; kadın da erkekle eşit olamaz. Çünkü kadın daha duygusal ve kolay incinen, erkekse daha realist ve güçlü yaratılmıştır. “Ay kardeş” diye konuşan erkekle, muhatabına “gel buraya azizim” şeklinde hitap eden kadın tiplerinin garabeti eşitlik iddialarının ne derece havada kaldığını açıkça göstermektedir.

Cuma namazının erkeklere farz olması, bayramın da cuma kimlere farz ise onlara vacip olması, ayrıca vakit namazlarına sadece erkelerin devam etmesi geleneği, mazeretsiz olarak gelemeyenlerin Allah Resulü tarafından sert bir dille ikaz edilmeleri göstermektedir ki, camiye devam etmesi mutlaka gerekli olanlar erkeklerdir. Bu durumda “fitne” ifadesinden hareketle kadınlar gibi erkeklerinde camiye çıkmalarını tartışmaya açmak, camiyi erkek için daimi ibadet yeri olarak belirleyen Kur’an-ı Kerim ve sünnetle çelişmektedir.

İslam kadına ev, erkeğe ise cemiyet merkezli bir hayat öngördüğünden kadının ev dışı ortamlarda bulunmasını arızî kabul etmiştir. Nitekim Kur’an-ı Kerim kadınlara “Evlerinizde vakarınızla oturun.”[29] derken erkeklere “yerin sırtlarında dolaşın ve Allah’ın rızkından yiyin.”[30] diye emretmektedir. Buna göre kadın, merkezi yaşam yeri olan evinden cemiyete beli ihtiyaçlar için çıkar ve çıkarken şu hususlara riayet eder: “Eğer sakınıyorsanız, artık sözü çekicilikle söylemeyin ki kalbinde maraz bulunanlar kötü ümide kapılmasınlar. Sözü ciddi ve güzel söyleyin. Vakar ve haşmetinizle evlerinizde oturun. Cahiliye dönemi kadınlarının kırıla döküle ziynetlerini göstererek yürüdükleri gibi süslenip yürümeyin.”[31] Bu uyarıları dikkate alan fakihler ayetten hareketle şöyle bir hükme varmışlardır: “Allah Teala’nın kadınlara, dışarıya çıkmaya ihtiyaçları olmadığı durumlarda evlerinde oturmalarını emretmesi, boş boş dolaşmalarını da yasakladığı anlamına gelmektedir.” Çünkü kadının ahlakî kriterlere riayet etmeden sokağa çıkması fitneye sebep olur.[32]

Bu ifadelere dayanarak fakihlerin kadınları “fitne” olarak nitelediklerini söylemek maksadını aşan bir yorum olur. Çünkü fakihler bizzat kadınlara “fitne” demiyor, sadece cami vb. mekanlara çıkmalarının fitneye sebep teşkil edeceğini söylüyorlar. Metin ve şerh kitapları bütüncül bir bakış açısıyla okunduğunda bu incelik gözden kaçmayacaktır. Ayrıca İslami literatürde “fitne” sıklıkla “imtihan” anlamında kullanılmaktadır. Nitekim Yüce Allah “Şüphesiz mallarınız ve çocuklarınız sizin için birer fitnedir/imtihandır.”[33] buyurmaktadır. Buna göre fakihlerin “fitne” ifadelerinden kadınların aşağılandığı hükmünü çıkarmak ayete aykırıdır. Ayrıca “fitne” kelimesi ile kadınların aşağılanması hedeflenmiş olsaydı, kadınların ümmetin çoşkusuna ortak olma ve kalabalık görünme gibi gayelerin söz konusu olduğu bayram namazlarında namazgahlarda yer almalarına sınırlama getirilirdi.

Hadislerin Kadınlar Aleyhinde Yorumlandığı İddiası

Modernistler, Müslüman kadının evinde ibadeti camiye tercih etmesinin, ulemanın onu akıl ve din açısından eksik bir varlık olarak tanımlayan bazı rivayetleri Allah Resulü’ne isnat etmesi ve ilgili rivayetleri kadınlar aleyhinde yorumlaması[34] neticesinde oluştuğunu iddia etmektedirler.

Modernitenin buyurgan aklının erkekle esaslı fiziksel farklılığa sahip olan kadını, erkeğin olduğu her yerde var olmaya çağırması, bazı Müslümanları mesnetsiz bir şekilde sahih hadisleri inkar gibi uç açılımlara “evet” diyebilen bir anlayışa esir etmiştir.

Kadını misyon ve vizyon itibarıyla doğru anlayabilmek ancak onu Allah Teala’nın yarattığı koordinatlar çerçevesinde tanımakla mümkündür. Buna göre derin bir haya mevzuu olan kadın annelik vazifesini asıl kabul etmesi şartıyla –her nevi imamlık hariç- cemiyetin bütün noktalarında görev alabilir.[35] Fakat bu, onun erkelerle aynı özelliklere sahip olduğu anlamına gelmez. Hadisenin bu boyutuna vakıf olanlar kadının din açısından eksik olduğunu bildiren hadis-i şerifin İslam’ın özüyle çatışmadığını da göreceklerdir. Nitekim Allah Resulü ilgili hadiste geçen kadının dininin eksikliğinin nedenini; “hayızlı halinde namaz kılmayıp, oruç tutmaması”[36] olarak açıklamıştır.

Kadının hayız hâlinde namaz kılmayıp oruç tutmaması erkeğe nispetle bir eksikliktir. Fakat bu eksiklik zannedildiği gibi kadın adına bir nakısa değildir. Bilakis bu durumda kadın namaz ve orucun haram olmasını dikkate alıp haramı terk ettiğinden sevap kazanmaktadır.[37] Yani bu durum, kadının bir zafiyeti değil bilakis sevap kazanmasına vesile olan nevi şahsına münhasır bir özelliğidir.

Sonuç

Camiler, asr-ı saadetten günümüze kadar tüm Müslümanlar için ibadet yeri olmanın yanında daha bir çok amaç için de kullanılmıştır. Hicretin ilk yıllarında Mescid-i Nebevi etrafında kurulan evlerin kapıları mescide açıldığından, -birçok amaca ilaveten- mescit, bir de geçiş yolu işlevi görmüştür. Bu ve benzeri nedenlerden dolayı ilk yıllarda kadınların mescitle münasebeti sonraki yıllara nispetle daha yoğun olmuştur.

Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) Medine döneminin ilerleyen yıllarında erkekler için cami, kadınlar için de ev merkezli bir ibadet hayatını teşvik etmiş; özürsüz olarak cemaate gelmeyen erkekleri ikaz ederken, kadın sahabilere evlerinin iç odalarında ibadet etmelerinin kendileri için daha hayırlı olacağını buyurmuştur. Bunun içindir ki, Peygamber Mescidi’nin kadın cemaati gün geçtikçe azalmış, evleri mescide bitişik olan peygamber eşleri de namaz için mescide çıkmamışlardır.

Müslüman kadınlar efdal olan evde ibadeti, mübah olan camide ibadete tercih etmişler, mescit olarak evlerini kullanmışlardır. Fakat dışarıda bulundukları zamanlarda da vakit namazlarını camilerin kadınlara mahsus bölümlerinde eda etmişlerdir.

Hadiseye naklî ve aklî esaslar yerine “erkeğe bedel ödetme” gibi tepkisel olarak yaklaşanlar, konunun eleştirel değerini artırabilmek için mevcut kadın-cami münasebetini var olandan farklı gösterme gayreti içerisine girmişlerdir.

İddiaların aksine, kadın asr-ı saadetin son yıllarına oranla günümüzde camide daha fazla bulunmaktadır. Nitekim teravih namazlarını camilerde kılmakta ve uygun şartlar oluştuğunda da cuma ve bayram namazlarına katılıp ümmetin ortak sevincine tanıklık etmektedir.

Kadınların vakit namazlarını camide kılmaları noktasında ısrarcı davranan, Cuma namazının onlara da farz olduğunu savunanlar[38] nassa aykırı görüş bildirdikleri gibi toplumun sosyolojik durumunu da göz ardı etmektedirler. Günümüzde birçok köyde vakit namazları ya hiç ya da bir iki cemaatle kılınmaktadır. Buna göre erkek cemaat olmayan kırsal kesimdeki bir camiye gelen kadın imamla baş başa namaz kılacaktır. Bu durum, İslam’ın öngördüğü kadın erkek münasebetine aykırı olduğu gibi, kötü niyetli insanların istismarına da zemin hazırlayacaktır.

Batı medeniyetinin kadın sorununu genelleştirip, İslam’la aynileştirmek ne kadar yanlışsa, ondaki sorunlardan kaynaklanan özgürlük arayışlarını, İslam bünyesinde var farz edip, eğitimden ibadete kadar kapsamlı bir tahrîru’l-mer’e projesi yürütmek de o kadar yanlıştır. Bu durum sağlam vücudu ilaçla tahrip etmeye benzemektedir.[39]

———————————————————-

[1] İsmet Özel, Sorulunca Söylenen, Şule Yay., İstanbul, 1999, s. 115.

[2] Bkz. Mülk(67): 14.

[3] Nûr(24): 30-31.

[4] Nûr(24): 31.

[5] Ahzâb(33): 32.

[6] Kasas(28): 25.

[7] Ahzâb(33): 33.

[8] Nisâ(4): 34.

[9] Karen Armstrong, Tanrı’nın Tarihi, Çev: O. Özel, H. Koyukan ve K. Emiroğlu, Ayraç Yayınları, Ankara 1998, s. 211–212.

[10] Bkz: Ebû Muhammed Ali b. Ahmed b. Hazm, el-Muhallâ, Kahire 1969, V, 55; Şemseddin es-Serahsî, el-Mebsud, Beyrut, 1982, II, 20-25; Abdulkerim Zeydan, el-Mufassal fî Ahkâmi’l-Mer’e, Beyrut, 2024, I, 268-269.

[11] Bu makalede İslam, kadına ibadet mekanı olarak nereyi uygun görmektedir. Kadın için daha hayırlı olan cemaatle mi yoksa evinde mi ibadet etmesidir. Bu noktada ulema iddia edildiği gibi ayet ve hadislere rağmen bir sınırlandırmaya gitmiş midir? gibi sorulara cevap arayacağız.

[12] Fıkhın kolaylaştırılmasını talep edenlerin açılımları hep bu şekilde başlar. Allah Resulü’nün kolaylaştırdığı dinin sahabe tarafından bir parça zorlaştırıldığı, tabiunun da dini sahabeden daha zor hale getirdiği ve bu durumun günümüze kadar artarak devem ettiği iddia edilir. İddianın vakıaya aykırı olduğunun en önemli göstergesi hadislerin fıkıh kitaplarında yer alan hükümlere kaynaklık etmesidir.

[13] Bkz. Eb’u Davûd, Tahare 93.

[14] Buharî, İlim 36.

[15] Aynî, Umdetu’l-Kârî, Beyrut, 2024, II, 202.

[16] Aynî, a.g.e., III, 404.

[17] Buharî, Ezan 163.

[18] Ebû Davûd, Salât 16.

[19] Mahmud Muhammed Hattab es-Sübki, el-Menhelü’l-Azbü’lMevrûd, Beyrut, ty., IV, 72. Yani böyle bir tahsisten haberdar değillerdir

[20] Bkz. Ebû Davûd, Salât 17.

[21] Bkz: Karen Armstrong, a.g.e., s. 211–212.

[22] Bkz: Ignaz Goldziher, “İslâm’da Eğitim”, İslâmî Araştırmalar Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 7, Ankara, 1988, s. 90.

[23] Bkz. Zeydan, a.g.e., I, 212.

[24] Ebu’l-Hasan Ali b. Muhammed b. Esîr, Üsdu’l-Gâbe fî Ma’rifeti’s-Sahabe, Beyrut, 1994, VII, 311.

[25] İbn Abdilberr, el-İstîâb fî Esmai’l-Ashab, Beyrut, 2024, II, 580.

[26]Hadis metni için bkz. İbn Hacer, el-İsabe fî Temyizi’s-Sahabe, Beyrut, 1995, VIII, 383; Konu ile ilgili hadisler için bkz. Ebû Davud, Salat 53; Tirmizî, Reza’ 18; Ahmed, Müsned, II, 297-301, VI, 371.

[27] Zeydan, a.g.e., I, 214.

[28] Nilüfer Göle, Modern Mahrem, İstanbul 1994, s. 123.

[29] Ahzâb(33): 33.

[30] Mülk(67): 15.

[31] Ahzab(33): 32-34; Allah Resulü’nün eşleri ile ilgili nazil olan bu ayetler bütün Müslüman kadınlara hitap etmektedir.

[32]Bkz. Alauddin Ebubekr el-Kâsânî, Bedâiu’s-Senâi’, Beyrut, 1997, II, 338.

[33] Teğâbun(64): 15.

[34] Bkz: Savaş, Hz. Peygamber (s.a.v.) Devrinde Kadın, s. 46.

[35] Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve selem) uygulamasına baktığımızda kadına toplumsal anlamda ciddi roller yüklendiği görülmektedir. Kadın sahabiler, “ev merkezli” hayatları içerisinde cemiyetin bir çok ünitesinde görev almışlardır. Ümmü Atiye Efendimizle 7 gazveye katıldığını bildirmektedir. Hz. Aişe ve Ümmü Süleym Uhut’ta görev almıştır. Hayber kuşatmasında ordunun içerisinde altı tane kadın sahabi vardır. Nesîbe binti Ka’b Uhut’ta Allah Resulü’ne muhafızlık yapmıştır. Ümmü Haram Kıbrıs’ta şehit düşmüştür.

[36] Buharî, Hayz 6.

[37] Aynî, a.g.e., III, s. 403.

[38] Süleyman Ateş.

[39] Urfa’lı bir taksi şoförünün ilahiyatçı olduğunu öğrendiği bir arkadaşa söylediği şu sözlerin doğruluk payı ne kadar da yüksektir: “Kardeşim! Allah aşkına dinimizle uğraşmayı bırakın!”

 

]]>
0
Dergi <![CDATA[Muhammed Avvâme: İmam Zahid El-Kevserî ile alakalı her türlü soruyu cevaplamaya hazırım]]> http://inkisaf.net/?p=148 2008-07-20T11:12:16Z 2008-06-19T07:44:21Z İhsan Şenocak

Medine-i Münevvere

Sünnet aynı zamanda en kapsamlı ve en sahih bilgi veren İslam Mektebi’nin diğer bir adıdır. O mektepte Allah Teala’nın ayetlerinin murad-ı ilahi çerçevesinde nasıl anlaşılması gerektiği öğretilir. İslam ümmetinin ilim dünyasına iftiharla sunduğu üstatlar orada yetişmiş, o mektepte ders okutmuşlardır. Ebû Hureyre, Enes b. Malik, Aişe, Said b. Müseyyeb, Ebû Hanife, Evzai, Malik b. Enes, Buharî, Müslim, İbn Hacer, Nevevî o mektebin farklı dönemlerde yaşayan hem öğrencileri hem de ulu hocalarıdır. Sünnet mektebi tarih boyu İslam dışı ideolojik oluşumların önünü kapattığından heterodoks meşreplerin öncelikli hedefi olmuştur. Çağımızda ise, ory antalist yaklaşımların tesirinde kalan kimi Müslümanlar tarafından tarihinin en haksız ve en ağır tenkitlerine maruz kalmıştır. Bu baptan olan Mısır ve Hindistan merkezli tenkitler İmam Zahid Kevserî, Keşmirî gibi birkaç ulu hocanın bereketli çalışmaları neticesinde akamete uğramıştır.

Sünnet mektebinin büyük hocası İmam Kevserî, eserleri yanında talebeleri ile de ilim dünyasına katkıda bulunmuş, çok sayıda öğrenci yetiştirmiştir. Merhum Abdufettah Ebû Gudde onun en gözde talebelerindendir. Sünnet ve cemaat hassasiyetiyle temayüz eden bu mektebin müstakim duruşlu muasır temsilcisi olan Muhammed Avvame ise, özellikle hadiste ve fıkıhta eşine az rastlanır bir ilim adamıdır.

Medine-i Münevvere’ye her gidişimde Avvame’yi ziyaret etmek noktasında bende şiddetli bir arzu oluşmasına rağmen çalışmalarından alıkorum endişesi, genellikle bu arzuma gem vurmuştur. Bu yüzden dünyadan Ravza’ya, Ravza’dan da dünyaya açılan güzergahta Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nden başka –Avvame dahil- kimseyle görüşmeden Türkiye’ye döndüğüm olmuştur. Bir cihetle öğrencisi olmamdan da cesaret alarak zaman zaman kendilerini rahatsız etmekten de geri kalmamışımdır. Medineli Yusuf Zülelî ile birlikte kendisini en son ziyaret ettiğimde yanında oğlu da vardı.

Selamlaşmadan sonra ilk olarak Mehmet Emin Er Hoca’yı tanıyıp tanımadığımı soran Avvame, kendisiyle henüz tanıştığı Emin Er Hoca ile ilgili şunları söyledi: “O, Türkiye’de kalan büyük ilim adamlarından biridir. Allah ömrünü mübarek eylesin. Şimdi 95 yaşlarında… Fakat ilmi ve aklı yerinde, çok ince meselelerden bahsedebilmektedir. Tevazuda da zirveye ulaşmış biridir.”

Hadis çalışmaları üzerine konuşurken bir ara oryantalist söylemlerle örtüşen hadis tenkitçiliğinin mutlaka sorgulanması gerektiğine vurgu yapan Avvame Türkiye’de meşhur olan bir hadisçinin yüksek lisans tezini kendisine ait bir eserden intihal ettiğini üzülerek anlattı. Ülkemizdeki ilmî faaliyetler ve ulema merkezli fikir teatisinin ardından kayıt cihazını açtım ve kendilerine ilk soruyu yönelttim.

Ulemaya Göre Kevserî

Şenocak: Efendim müsaadeniz olursa sizinle merhum İmam Zahid Kevserî merkezli bir söyleşi yapmak istiyorum…

Avvame: Tabiî buyurun.

Şenocak: Alimler nezdinde İmam Kevserî’nin hadis ve fıkıh ilmindeki yeri neresidir?

Avvame: Biraz beklerseniz size bununla ilgili bir vesika getireyim. (Üstat yandaki çalışma odasına gidip, Emin Saraç Hocaefendi’nin kendisine hediye ettiği Kevserî ile alakalı ifadeleri haiz bir sahife ile geri geldi.) Muasır Ezher âlimlerinden biriyle Mısır’da karşılaşmıştım. İsmi Şeyh Abdülvahab Abdüllatif, bu ismi duydunuz mu?

Şenocak: Evet sanırım muhaddistir.

Avvame: Suyuti’nin Tedribu’r-Ravi’si başta olmak üzere birçok eseri tahkik eden Şeyh, pek çok tahkik çalışmasına da eşlik etti. Şeyh’in Ezher’in hadis bölümünde yüksek lisans yapan talebelere okuttuğu ders kitapları da vardır. Bunlardan bir tanesi “el Muhtasar fî İlm-i Ricali’l-Eser”dir. Aynı zamanda Kevserî’nin de çağdaşı olan Şeyh Abdulvahhab Abdullatif “el Muhtasar fî İlm-i Ricali’l-Eser” adlı eserini bastırınca ondan bir nüsha da Kevserî’ye takdim eder. Kevserî’ye takdim etiği eserin ilk sahifesine şu ifadeleri yazar: “Hafızlarının İmamı, hadiste müminlerin emiri, Huccetü’l-İslam, dünyanın alimi, muhakkik, mutkin, takva sahibi, zahid, büyük hoca, üstatlarımızın üstadı, şeyh Muhammed Zahid el-Kevserî’ye… Allah ömrünü uzatsın ve onu İslam’ı müdafaa eden bir kılıç olarak yaşatsın.” Müellif Abdulvahab.

Şenocak: Bitirici bir ifade. Artık bunun üzerine söz söylenemez.

Avvame: Evet… (Üstat Avvame, önemine binaen Şeyh’in merhum Kevserî hakkında tadat ettiği ifadeleri ikinci defa okur.) Evet işte, Mısırlı, Ezherli muhaddis bir âlim, merhum Kevserî hakkında bunları söylüyor. Hadis ilmiyle iştigal eden bir alim onu bu sıfatlarla tavsif ediyor. Biz Mısırlıları tanırız. Kuzey Afrikalılar övgü içeren bu tür tabirleri kolay kolay kullanmazlar. Ama bu geleneğe rağmen Şeyh Abdulvahhab bunları söylüyor. İşte görüyorsunuz üzerinde bu yazının da yer aldığı söz konusu kitabın mukaddimesi. Kevserî kitabı talebesi Muhammet Emin Saraç’a hediye etmiş. İşte şurada da Muhammet Emin Saraç’ın yazısı var.

Şenocak: Efendim, Merhum Kevserî’yi çağdaşı olan alimlere nispetle öne çıkaran ve muhakkik alimler nezdinde onu farklı kılan özellikleri nelerdi?

Avvame: Çağdaşları derken kimleri kastediyorsunuz, Türkiye’dekileri mi, yoksa bütün muasırlarını mı?

Şenocak: Genel anlamda soruyorum. Mesela İstanbul’da onunla beraber okuyan, okutan çok sayıda arkadaşları vardı fakat Mustafa Sabri Efendi onun için “Kevserî, Fatih Medresesi’nin medar-ı iftiharıdır” diyor. O, fakih ve muhaddis kimlikleriyle dünya alimlerinin problemlerini çözen adam olarak şöhret buldu. Onu öne çıkaran amiller nelerdi?

Avvame: Merhum Kevserî’nin şöhret olma ve ilerleme nedenleri çoktur. Bence en önemlisi kabiliyeti ve yetişme şartlarıdır. Emin Saraç’tan duyduğuma göre, Kevserî daha 20 yaşlarında iken el yazma eserler konusunda meşhur olmuştu. O, gençliğinin ilk çağlarında, alimler için bir müracaat kaynağıydı. Ayrıca kendisine kuvvetli bir hafıza, sağlam bir zihin ihsan edilmişti. Burada (Medine-i Münevvere’de) oturan Türk ulemasından Şeyh Mustafa Necatüddin adında bir komşumuz vardı. (Allah rahmet etsin.) Onun bana anlattığına göre Türkiye’de Şeyh Hamdi Küçük adında Kevserî’nin arkadaşlarından bir alim vardı. Şeyh Hamdi muhataplarına, Kevserî’nin ilmini ve hafızasının gücünü anlatırken şöyle bir teşbihte bulunurdu: “Kişi sandığa bir şey koysa ve onu kilitlese, bu şey sandıktan kaybolur mu?” Muhatapları “Hayır.” deyince, Şeyh şöyle devam eder: “Güçlü bir hafızaya sahip insan da kitabı okuduğunda, kitap o kişinin kafasında kalır. Yani hiçbir şeyi unutmaz.” Kevserî’nin talebe ve eserleri bu teşbihin hiçte mubalağa olmadığını göstermektedir. İşte Kevserî böyle bir hafızaya sahipti.

Merhum Kevserî’nin zekasına ve kabiliyetine gelince Hocamız Şeyh Abdülfettah Ebû Gudde’nin (rahimehullah) bize anlattığına göre Suriye adalet eski bakanlarından Nuhad el-Kasim, Kevserî ile karşılaştığında hayretler içerisinde kalmış ve şöyle demiştir: “Hayatımda bundan daha berrak zihne sahip bir âlim görmedim.”

Yine hocamız Abdulfettah ile, hocası Mustafa Zerka (rahimehullah) – ki Zerka hepimizin hocasıdır- arasında Merhum Kevserî’nin ilmî durumuna delalet eden şöyle bir diyalog geçmiştir. Hocamız şöyle demektedir: “Mısır’a gittiğim ilk yılın sonunda Suriye’ye döndüğümde, Hocam Zerka bana, orada ulemadan kimlerle karşılaştığımı sordu. Ben de Kevserî’den bahsettim. Onun ilmî derinliğinden söz ettim. Aradan belli bir süre geçti. Sonra Mustafa Zerka Mısır’a gitmeye karar verdi ve benden Kevserî’nin adresini istedi; ben de verdim. Üstat Zerka Kahire’de belli bir müddet kalıp Suriye’ye döndüğünde kendisiyle ilk karşılaşmamda bana şöyle dedi: “Hayatta üzüldüğüm tek bir şey var, o da Üstat Kevserî’den 6 yıl fıkıh okuyamayışımdır.” Bu ifadelerin sahibi Zerka’nın bizzat kendisi fakih olduğu gibi babası da, dedesi de fıkıhta hüccettir. O fakih bir aileden gelmektedir. İşte ulema Kevserî’yi böyle anlatıyor.

Onu diğer âlimlerden daha meşhur yapan sebeplerden biri de, ömrünün önemli bir bölümünü Kahire gibi birçok âlimin bulunduğu bir şehirde geçirmesidir. Kahire Ezher’in yurdudur. Ezher’de ilimde İslam alemin kıblesidir. Dünyanın çeşitli bölgelerinden gelen âlimler oraya giderlerdi. Sonra Mısır kitapların basıldığı yerdi. Bu da önemli bir nedendir.

Ayrıca Kevserî’nin ehl-i sünneti ve Eşarileri savunması, fukahayı özellikle de Ebû Hanife’yi müdafaa etmesi, bu konudaki eserleri tahkik ve tenkitli neşretmesi, teliflerde bulunması ona eşsiz bir şöhret getirmiştir. İlim meclislerindeki güçlü nefesi bütün dünyaya ehl-i sünnetin gücünü göstermiştir. Öyle ki, bugün bile muarızları, ne itikat ne de fıkıh alanında onu susturmaya güç yettirememektedirler. Ona reddiye yazmaya cüret edemeyenler ancak Yemanî’ye sığınarak bir şeyler söyleyebilmektedirler. Fakat ehli ilim bilmektedir ki Abdurrahman b. Yahya el-Muallimî el-Yemanî bu kitabı kendiliğinden yazmamış, bilakis bunu yazmaya zorlanmıştır.

Yemânî’nin “et-Tenkîl”i

Şenocak: Muallimî’yi zorlayanlar kimlerdi?

Avvame: Belli… Onlar malumunuzdur.

Şenocak: O halde bu durum Yemânî’nin “et-Tenkîl”inin güvenilirliğini daha ilk anda tartışmaya açmaktadır?

Avvame: Tabiî ki… el-Muallimî, nerelidir? Yemenlidir. Yani Şafii bir âlimdir. Kevserî ise Hanefi’dir. Üstat Kevserî güçlü bir ilim ortamında yetişmiş birisi olarak Mısır’a geldiğinde kendisini yoğun tartışmaların içerisinde bulur. Kalemini kılıç yapıp ehl-i sünneti müdafaa eder. Bu noktada birçok eser yazar. Muallimî de muhakkik bir şafi alimidir. Aslında ikisi de aynı gayeleri taşımaktadır. Fakat el-Muallimî’nin Şafi oluşunu kullanmak isteyen Kevserî karşıtları boş durmazlar. Bilindiği gibi Şafiler genelde Hanefi alimlere reddiye yazarlar. Fakat bu ilmi kaygılardan beslenmez. İşte “et-Tenkîl”in de arka planında bunlar vardır.

Eserin güvenilirliği ile alakalı şunu söylemeliyim: Hicrî 1400’de Medine-i Münevvere’ye yerleştikten 2–3 ay sonra umre için Mekke’ye gitmiştim. Orada Harem’in kütüphanesini gezerken el yazma eserler bölümüne girdim ve Muallimî’nin Kevserî’ye yazdığı reddiyenin kaydını görünce, merak edip istettim. Muallimî’nin el yazısıyla kaleme alınan kitap okul talebelerinin müsveddelerini ihtiva eden bir defter kadardı. İçeriği de, Kevserî’nin Te’nibu’l-Hatib’te ele aldığı fıkhı konuları reddiyeden ibaretti.

Şenocak: Yani günümüzde olduğu gibi itikadî konular yoktu öyle mi?

Avvame: Evet. Zaten kitabın adı da “Te’nib’deki fıkhı meselelere reddiye” idi. Kevserî’nin reddiye yazdığı Hatip el-Bağdadi şafi ulemasındandı. el-Muallimî’de Kevserî’ye karşı onu müdafaa ediyordu. Bunu görünce ben 2 sene önceki olayı hatırladım. Neydi o? Hintli âlim Habiburrahman el Azami’nin Haleb’e gelişi…

Şenocak: Muhaddis Habiburrahman el Azami mi?

Avvame: Evet Hindistanlı büyük hadis âlimi… Halep’te bir ay kaldı ve ben bu süre zarfında ona hizmetle şereflendim ve kendisine çeşitli sorular sordum. Muallimî’yi tanıyor musun? diye de sordum. “Evet” dedi. Nasıl birisidir dediğim de bana aynen şöyle dedi: “O bir Şafii’dir.” Ben de ona olan saygımdan dolayı başka bir şey sormadım. Zaten “O bir Şafii’dir.” ifadesi Muallimî’nin hangi saiklerin etkisinde kalarak “et-Tenkîl”i yazdığını ifade etmektedir.

İşte Harem’in kütüphanesinde o defteri görünce aklıma Şeyh’in söyledikleri geldi. “Muallimî, Şafiî bir alimdi ve Şafiî Hanefi’ye reddiye yazabilirdi.” Sonra buradaki muasır alimler onun bu cesaretini görünce yani Kevserî’ye cevap verecek derecede ilmi kudrete sahip birisi olarak görünce, bunu fırsat bildiler ve onu “Te’nib”e tamamen reddiye yazacak biri olarak görevlendirdiler. Böylece o da “Tenkil”i yazdı. Bunun mukaddimesi Kevserî hayattayken basıldı. Kevserî onu gördü ve okudu. Sonra buna reddiye olarak “et-terhîb bi nakdi’t-Te’nib”i yazdı. “et-Terhîb” O hayattayken basıldı. Muallimî Kevserî’den 15 sene sonra vefat etti. Muallimî bunu görünce Harem’in kütüphanesinde memur olan aynı zamanda da Muallimî’nin emrinde çalışan Afrikalı Muhammet b. Osman el-Kenevi’ye şöyle dedi: “Tamam. Bu adam büyük alim, ikinci kez ona reddiye yazılmaz.” Muallimî’ye ait şu ibareler de Kenevî’nin rivayetini teyit etmektedir. Muallimî “et-Terhîb”ten sonra İbn Ebi Hatim er-Razi’nin “el-Cerh ve’t-Ta’dil”ini tahkik eder. Eser Hindistan’da basılır. Muallimî ön sözün sonlarında şunları söyler: “Büyük alim üstat Muhammet Zahid el Kevserî –Allah onun ömrünü uzatsın- Takdimet-ü cerh ve’t-Ta’dil”in İstanbul’da ki Murat Molla kütüphanesinde bir nüshasının bulunduğunu bildirmektedir. Allah ondan razı olsun, Allah onu ilme hizmette ve yaymada muvaffak eylesin.”

Şimdi şöyle bir soru akla gelir: Kim Tenkîl’i okursa Kevserî’yi küfre imandan daha yakın görür. Kitaptan anladığımız kadarıyla Kevserî böyle gözüküyor. Şimdi nasıl oluyor da Muallimî böyle gördüğü Kevserî için “Büyük alim”, “Allah ondan razı olsun.”, “Allah onun ömrünü uzatsın.” diyor. Mesela sen Taha Hüseyin için Allah onun ömrünü uzatsın der misin?

Şenocak: Tabiî ki hayır.

Avvame: Öyleyse nasıl oluyor da Muallimî Kevserî için “Allah ömrünü uzatsın.” diyor. Yani bir tezat yok mu? Bir adamın itikadı bozuk diyeceksin, sonra da “Allah onun ömrünü uzatsın.” diyeceksin. Bunu akıl kabul etmez. Kaldı ki Muallimî bunu itiraf ediyor. Muallimî bu ifadeleri Kevserî’nin vefatından 26 gün önce, 23 Şevval 1371 hicrî tarihinde yazıyor. Yani Kevserî daha hayatta. Bunu yazıyor ki kitap basılsın ve Mısır’a ulaşsın, Tenkil’de Kevserî hakkında yazdıklarından özür dilemek istiyor; fakat kitap Mısır’a varmadan Kevserî vefat ediyor.

Şenocak: Efendim! Albanî’nin Tenkil’e yazdığı mukaddimede Kevserî’yi aşağılayan ifadeler var. Öyle ki adını anmaktan bile içtinap eder bir yaklaşım içerisinde… Ondan bahsederken “adam” ifadesini kullanıyor. Satır aralarında küfre imandan daha yakın görülen, bundan dolayı da aşağılanan bir Kevserî portresi var… Albani’nin yaklaşımı ile ilgili neler söyleyeceksiniz?

Avvame: Albani, Tenkîl’in mukaddimesinde Muallimî’den şunu nakleder: “kim bu kitabı okuyup üzerine not düşecek olursa, bunu kırmızı kalemle yapsın, ifadelerinin altına da imzasını(adını) koysun.”. Muallimî neden böyle bir talepte bulunur? Çünkü, Tenkil’in aslı Mekke’de yaşayan Mısır asıllı birisi tarafından içine çok çirkin ifadeler eklenerek Mısır’da basılmıştı. Nitekim Kevserî, Muallimî’nin Talî’atu’t-Tenkîl’ine karşı yazdığı Terhib’te “Ben şu şu cümleleri övgüye uygun görüyorum.” demiştir. Fakat Mısırlı, bütün bunları Talî’at’tan çıkarmıştır. Yemenlileri tanırım; onlar sözlerinde edeplidirler. Tenkil’deki gibi çirkin sözleri söylemezler, fakat kitap kimin adına çıkarsa ondan da o sorumlu olur. İşte bu yüzden Muallimî, Tenkil’i yeni tahriflerden koruyabilmek için; “kim bu kitaba not düşerse onu kırmızı kalemle yazsın, altına da adını koysun.” deme ihtiyacını hissetmiştir. Fakat Albani, mukaddimesinde bunu nakletmiş olsa da genelde buna riayet etmemiş, bu gerçeği gizlemiştir.[1] Her neyse…

Taassup İddiaları

Şenocak: Kevserî karşıtları onun “ilim adamı kimliğinin, taassubunun gölgesinde kaldığını” iddia etmektedirler. Onlara göre, “Kevserî ilm-i hadiste, ilmi ricalde İbn Hacer kadar derindir, fakat mutaasıb bir Hanefî olması ilminin itibarını zedelemektedir.”

Kevserî ile ilmi alanda mücadele edemeyenler, bu tür indî mütalaalarla ilim talebelerini ondan uzaklaştırmak istiyorlar. Maalesef bu propaganda belli oranda etkili de olmuştur. Gerek kütüphanelerde, gerek kitapçılarda karşılaştığım ilim talebeleri Kevserî’nin hiçbir eserini okumadıkları halde “O bir mutaassıb Hanefi’dir.” diyebilmektedir. Hatta bu, çeşitli Arap ülkelerinin üniversitelerinde temel İslam bilimleri okutan hocalar içinde geçerlidir. Taassup nitelemesi ile alakalı düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?

Avvame: Bir kere taassup ne demektir? Onu tahlil edelim. Âlimlere göre taassup; gerçek başkasının yanında olmasına rağmen, bir diğer kişinin sözünü veya görüşünü almaktır. Mesela Ebû Hanife ve Şafi bir meselede ihtilaf etse -ki ben ilim talebesiyim ve Hanefi olarak yetiştim ve Hanefi’yim- Ebû Hanife şöyle diyor, Şafi ise bunun zıddını söylüyor. Konu ile alakalı bütün delillerin Şafi’den yana olduğunu bilmeme rağmen, Ebû Hanife’nin görüşünü delilsiz olarak alırsam bu taassup olur. İşte taassup budur. Bu anlamıyla taassup, fısktır. Eğer biz âlimlerimizi mutaassıp olmakla suçlarsak, mesela Nevevi, Şirazi mutaassıp birer Şafi, Merginani, Ayni mutaassıp birer Hanefi’dir dersek o zaman biz onları fasık yapmış oluruz. Onlara iftirada bulunuruz. Müslüman birisi bunu kabul edebilir mi? Elbette hayır. En güzeli şöyle demektir: “Falan âlim mezhebine mültezimdir.” Evet, âlimlerimiz belli bir mezhebe tabi olarak yetişmişlerdir. Bu da tabiidir. Çünkü belli bir mezhebin görüşlerinin bilindiği ortamlarda olmuşlardır. Şöyle bir örnek vereyim: “Sen Türk’sün, ben ise Suriyeli… Sen Türkiye’nin adetlerine alışkınsın, ben başka bir ülkenin adetlerine alışığım. Sen kendi âdetine ben de kendi âdetime göre davransam, düşünen bir insan bizi bu halde görse, ne seni ne de beni yadırgar. Yine ikimiz üzerinden konuşursak ülkelerimizin farklılığından dolayı damak tatlarımız da farklı olabilir. Sen kendi ülkenin yiyeceği ve içeceğini seversin, ben de kendi ülkeminkini beğenirim. Benimkinden sen hoşlanmazsan, seninkinden de ben hoşlanmazsam bu tenkit mevzuu olmamalıdır. Akıl bunu gerektirir. Neden? Çünkü ikimizde belli adetler çerçevesinde farklı ortamlarda yetiştik. İşte ilim de böyledir. Âlimlerimiz belli bir gelenek ve mezhep üzere yetiştiler, küçüklüklerinden itibaren 20- 30 veya 50-60 sene o mezhep üzere yaşadılar. Belli ölçü, anlayış, ruh, akıl, yetişme, adet… Bütün bunlar nasıl değişsin?… Onun artık kanına ve kemiklerine işlemiş, nasıl ondan sıyrılsın. Eğer bir mezhebe bağlanmış ve ona iltizam etmişse o kişi bunda mazur görülür. Bunda İslam’a aykırı bir yön de yoktur. Fakat burada başka bir nokta daha var ki o da alimlerimizin ufuklarının genişliğini gösterir: Gerçekten Hanefi bir alim Şafi’yi mazur görür; Şafi de Hanefi’yi… Bu yüzden “Mezhebimiz doğrudur.” sözü yanlış kabul edilir. Aynı şekilde “Diğer mezhepler yanlıştır.” sözü de doğru addedilmez. Onların doğruyu bulması bizi hatalı kılmadığı gibi, onların hatası da bizi doğru kılmaz. Biraz önce de söylediğim gibi taassubun ilmi manası, delili olan âlimlerin sözünü bırakarak, delilsiz olarak kati bir şekilde tek başına kalmaktır. Delile rağmen, doğrudan yüz çevirerek belli şahısların görüşlerini almaktır. Başkasının görüşünü, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün sünnetine tercih etmektir. Bu, fısktır. Fakat elimde kesin bir delil var, senin de yanında kendine göre kesin bir delil var ise işte bu delillere göre belli görüşleri savunmak taassup olmaz. Falan alimin veya mezhebin görüşünde sabit olmak veya farklı bakış açılarına sahip olmak haram olmadığı gibi, fısk ve hata da değildir. Mesela fıkıhta bir çok konu ihtilaflıdır. Bazen delil, bazen de delilin delaleti zannî olur. Bu hususlar da alimlerimizin daha sağlam olduğuna inandıkları delili almaları ya da delaleti daha açık olan görüşü tercih etmeleri taassup değil bilakis ilmin emanetine sadakattir. Alim olmaları böyle davranmalarını gerektirir. Buna göre, bahsettiğiniz şahısların Kevserî’ye mutaassıp nitelemesinde bulunmaları ya taassubun ne alma geldiğini bilmemelerinden ya da müfteri olmalarından kaynaklanmaktadır.

Sahabe Mülahazaları

Şenocak: Hocam geçen hafta Mekke-i Mükerreme’de Ümmü’l-Kura Üniversitesi’nin önündeki bir kitapçıda Nijeryalı öğrencilerle sohbet ederken, üniversitede hoca olduğunu zannettiğim bir şahıs eline aldığı hadis kitaplarıyla yanımıza geldi. Oradan buradan epey şeyler söyledi. Fakat ısrar etmeme rağmen söylediklerinden hiçbirini kitaplardan tevsik edemedi. Kevserî’yi şiddetli bir şekilde tenkit eden bu kişi, tenkit mevzuu olan konuları Üstad’ın eserleri yerine ya Yemanî’den ve Seyyid Efğanî’den nakletti. Kendinden başkasını dinlemeye tahammülü olmayan adam söylediklerini de delillendiremeyince “ben Kevserî’nin görüşlerini nasıl kabul ederim, o sahabeyi kötülüyor, Ebû Hanife dışındaki müçtehit imamları aşağılıyor.” dedi. Gerçekten siz selefilerin iddia ettikleri türden Kevserî’nin eserlerinde bir ibare gördünüz mü?

Avvame: Aslında bu söz Muallimî’ye aittir. Kevserî’yi bu şekilde itham eder. “O, Enes b. Malik ve Ebû Hanife’yi zayıf sayan 3 sika raviyi cerh etmiştir.” der. Daha önce de söylediğim gibi mesele açık, bunlar uydurma ve iftiradır. İmam Kevserî ölene kadar ilim dairesi dışına çıkan tek bir kelime sarf etmemiştir. İnsaflı olan birisi onun hiçbir kitabında bahsettikleri türden iftiraları bulamazlar. Eğer şüphesi olanlar varsa onlara bunu isbat etmeye, sorularını cevaplamaya hazırım.

Eserleri

Şenocak: Hocam günümüzde ilim talebeleri Kevserî’nin kitaplarına hangi yönden daha çok ihtiyaç duymaktadırlar?

Avvame: Öncelikle şunu söyleyeyim, ilme yeni başlayanlar veya orta düzeydekiler Kevserî’nin kitaplarından yararlanamazlar. Onlardan daha çok yüksek seviyedeki ilim talebeleri, ilim adamları istifade edebilir. Ben şahsen diğerlerinin okumasını tavsiye de etmem. Kafaları karışır.

Şenocak: Kevserî’nin meşhur eseri “Makâlât”[2] dışında kalan makalelerinin de olduğu söyleniyor…

Avvame: Evet 21 veya 22 tane daha makalesi var. Ürdünlü birisi onları topladı. Yakında bastıracak inşallah.

Şenocak: Malumunuz, Kevserî’nin Nazratü’n-Abire, Te’nibu’l-Hatib, İhkaku’l Hak gibi reddiyeleri, temel İslam ilimlerinin her alanında tahkik çalışmaları, Hüsnu’t-Teqâzî, Lemehât, el-İmta’ gibi biyografik olmak üzere çok sayıda eseri var. Genel olarak o hangi dalda derinleşmişti. Fıkıh, hadis, usul, münazara…

Avvame: Kevserî, Allah Teala’nın ilim için yarattığı bir adamdır. O, hocalarımızın hocasıdır. Halep müftülüğü yapan Esad el-Ebedi (rahimehullah) – ki hocalarımın hocasıdır- derdi ki: “İki yüz senedir dünyaya Kevserî gibi bir alim gelmemiştir.” Yine hocam ve hocalarımın hocası Mustafa Zerka (rahimehullah) da şöyle derdi: “Allah Teala bu ümmete zaman zaman istisnai kişiler gönderir. İşte Kevserî de onlardandır. İlim bazen azalır, yer yüzünden çekilir. Bu istisnai kişilerle tekrar yükselir.” Kevserî ilmi yükselten adamdır. Hem hadiste, hem usulde büyük bir muhakkiktir. Mezhepte, mukayeseli fıkıhta, akidede, eski ve yeni felsefede, edep, şiir, tarih, bunun yanında ahlak, tasavvuf ve seyr sulûk’ta… imamdır.

Şenocak: Malumunuz, İmam Kevser’inin tasavvufla alakalı da eserleri var. Fakat onu, tasavvufçulardan ayıran bir yönü var ki o da selef gibi sufiliği yazmakla kalmayıp yaşamasıdır.

Avvame: Evet o Nakşibendi’dir.

Mustafa Sabri Efendi

Şenocak: Efendim malumunuz Kevserî’nin Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi ile kadim dostluğu var… Sabri Efendi de Kevserî gibi bir ders vekiline sahip olmasından dolayı muasırı olan şeyhulislamlara karşı iftihar ettiğini söyler. Fatih Medreseleri’nin Ezher’e karşı “Te’nibu’l-Hatîb” ve “en-Nuketu’t-Terîfe” gibi her türlü övgüye layık eserlerin müellifini yetiştirmek ve müderris olarak bağrında tutmakla iftihar ettiğinden söz eder. Yine onu, hadis ve fıkıh okyanusunda benzeri olmayan dalgıç olarak tavsif eder.[3] Kevserî de “Nazretun Abire” başta olmak üzere bir çok eserinde Mustafa Sabri Efendi’den saygın bir dille bahseder. Durum böyle iken birileri bu iki büyük imam arasında görüş ayrılığına neden olan “cebr” meselesinden hareketle onları iki hasım gibi göstermek gayreti içerisindedir. Aralarında ki münasebet hakkında neler söyleyeceksiniz?

Avvame: Bu husus Maturidi ve Eşari imamlar arasında ihtilafa neden olmuştur. Mustafa Sabri Efendi Maturidi’dir, fakat bu meselede Eşarilerin görüşünü tercih etmiştir. O Mevkıfu’l-Akl’de yaklaşık 55 sayfada Kevserî’nin görüşlerine itiraz eder.[4] Üstat da konu ile alakalı “el-İstibsar fi’t-Tehaddüs-i ani’l-Cebr ve’l-İhtiyâr”ı yazar. Bu, iki ehl-i sünnet imamı arasıda geçmiş bir meseledir. Dolayısıyla yeniden bu konuya dalmak, bizim için kısır bir döngü olur.

Talebeleri

Şenocak: Malumunuz, Kevserî’nin bir çok talebesi var. Fakat bunlar içerisinde Ebû Gudde’nin yeri apayrı. O, neden talebeleri içerisinde Ebû Gudde’ye daha çok ilgi göstermiştir.

Avvame: Kevserî, ilme ihtiyacı olduğuna inanan ve bu uğurda gayret sarf eden kimseye istidadına göre ders okuturdu. Ebû Gudde’yi gördüğünde ondaki okuma ve araştırma iştiyakını keşfetmişti. Bu yüzden ona aşırı ilgi gösterirdi.

Ebû Gudde’nin Ezher’den önce Halep’te uzun bir tahsil dönemi vardır. Fakat Ezher’deki 6 yıllık eğitim hayatı ona yeni ufuklar kazandırmıştır. Çünkü, Mısır’da Kevserî ile birlikte olmuştur. Eğer o, derse geç kalmışsa Kevserî birisini gönderir mutlaka onu çağırtırdı.

Kevserî kapsamlı bir kütüphaneydi. Bazen müşkül bir fıkhi meselede, kıyıda köşede kalmış, konu ile hiç alakası yokmuş gibi görünen bir bilgiyi getirir, bahsettiği mesele ile irtibatlandırırdı. Onun bu yönünü müşahhas bir şekilde arz edebilmem için Ebû Gudde’den bir iktibas yapmalıyım: Ebû Gudde Leknevi’nin “er-Ref’u ve’t-Tekmîl”ine mukaddime yazarken müellifin terceme-i hâli babında şöyle der: “Onun elinde bir lamba vardı, lambayı kitaplara tutar ve onlardan istediği bölümleri alırdı.” Ebû Gudde bana şöyle demişti: “Bu sözün aynısı Kevserî için de geçerlidir.” Ben itiraf ediyorum, vallahi sanki elinde bir lamba vardı ve neyin nerede olacağını bilir, istediği bilgileri alırdı.

Kevserî, Ebû Gudde, Avvame

Şenocak: Abdülfettah Ebû Gudde’nin hocası Kevserî’ye olan yakınlığı malum. Siz de onlarca yıl Ebû Gudde ile –onun ifadesiyle- önce öğrenci sonra da arkadaş olarak birlikte oldunuz. Bugün, sünnet ve cemaat yolunun Kevserî ile temsil edilen müstakim duruşu, Ebû Gudde ve Muhammed Avvame ile devam ediyor. İlim cihetiyle nesebinizin Kevserî’ye dayanması ya da Kevserî çizgisini devam ettirmeniz sizin için ne anlam ifade ediyor?

Avvame: (Üstat sorudan sonra mütebessim bir çehre ile bir müddet sessiz kaldı. Ardından şöyle devam etti.) Abdullah ibn Mübarek diyor ki; “Birlikte yürümüş olmamıza bakarak, adımızı o büyüklerin adına eklemeyiniz.” Diğer sorularınıza geçelim.

Şenocak: Bir konuşmanızda Ebû Gudde ile önce talebe daha sonra da arkadaş olarak 37 yıl birlikte olduğunuzdan bahsediyorsunuz.

Avvame: Evet bu 50 seneye tamamlandı. Allah Teala’ya şükürler olsun.

Şenocak: Ebû Gudde’nin ilmî yönü ile alakalı neler söylersiniz?

Avvame: Evet o, muhakkik, muttaki bir alimdi, hüccetti. Diline ve kalemine sahip biriydi. Ben onun kadar adil davranan, insaflı olan, şartlar ne olursa olsun hakkı söylemekten imtina etmeyen bir insan görmedim. Daha önce de yazdım, onun hiçbir zaman “keşke bunu söylemeseydim, keşke şunu yapmasaydım” dediğini duymadım. Evet, ben onun hak terazisinde hafif gelen bir sözüne, fiiline ya da ahlakına rastlamadım.

İbn Teymiyye

Şenocak: Ebû Gudde hemen her konuda hocası Kevserî ile aynı düşünür. Fakat İbn Teymiyye hakkında farklı bir yaklaşım içerisindedir. Kevserî, İbn Teymiyye’yi sert ifadelerle tenkit ederken, Ebû Gudde zaman zaman müdafaa eder.

Avvame: O bana bir keresinde şöyle demişti: “Kevserî’nin elinde deliller var, İbn Teymiye ve İbn Kayyım hakkında konuşuyor. Ama benim elimde delil yok.”. İşte bu tutumu, onun insaf ve takvasına delildir. Eğer o, hocasına duygusal olarak bağlı kalsaydı, onun İbn Teymiyye hakkındaki bütün sözlerini aynen tekrar ederdi. Fakat onun ilme bağlılığı kör bir mukallit olmasına mani oldu.

Kevserî, Ebû Gudde’nin yanında dağ gibi bir azamete sahipti. Ona çok hürmet ederdi. Fakat insaf, adalet ve takva onun yanında Kevserî’den daha üstün ve daha değerliydi. Bu yüzden Kevserî’ye sadece ikna olduğu ilim yönünden bağlanmıştı. İşte bu Ebû Gudde’nin en büyük özelliğidir.

Birçok âlimin İbn Teymiye hakkında konuştuğunu gördük, hak ne ise biz onu kabul ederiz, ne o tarafa ne bu tarafa meylederiz.

Şenocak: Kevserî karşıtı olmakla şöhret bulan belli çevrelerin, Ebû Gudde’ye, hocasını tekfir etmesi için baskı uyguladıkları söyleniyor. Bu doğru mudur?

Avvame: Evet doğrudur. Fakat Ebû Gudde Allah’tan korkan takva sahibi bir âlim olduğundan sabırla bu baskılara direndi, nezih yaşadı ve nezih vefat etti.

Tavsiyeler

Şenocak: Efendim son olarak Türkiye’deki ilim adamlarına ve talebelere neler tavsiye edersiniz?

Avvame: İlimle uğraşan herkese, kendilerini cahillikle savaş ediyor gibi görmelerini tavsiye ederim. Sizler, ilim talebeleri olarak ilim bayrağını taşıyorsunuz, bunu taşımaya özen gösterin ve bütün gücünüzle onu elde etmek için çalışınız. Çünkü siz ümmeti ve dünyayı saran cehaletle savaşıyorsunuz. Bu savaş, İslam’ı bilmeyen normal vatandaş, öğrenmeye muhtaç ya da İslam’la mücadele eden inatçı bir cahile karşı olabilir. Yolumuza çıkacak engellere karşı kararlılıkla durmak lazım. Bu da ancak ilmi tahsil etmek ve yaşamakla olur.

Ayrıca sizin ülkenizde İslami ilimlerde derinleşmeye şiddetle ihtiyaç var. Türkiye’de ilim ehli diğerlerinin karşısına çıkmaktan çekiniyor ya da onlara mukavemet gösteremiyor. Bu durum Türkiye’deki ilim adamlarının köklü ve derin bir ilme ihtiyaçlarının olduğunu gösterir. İslam düşmanlarına karşı ancak iki şekilde mücadele edilebilir: ilim tahsil ve tahkiki ile. Sonra da ilimde derinleşmek… Resûlüllah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ın bir konudaki hadisi, sekülaristler veya onlarla aynı yerde duranlar tarafından inkar edildiğinde ilim talebesi savunmaya geçmeden önce eleştiri konusu olan hadisin kesin olarak sahih olup olmadığını öğrenir. Ardından alimler bu hadis hakkında ne diyor, şerhlere bakar sonra da açık açık bu hadis şunu beyan ediyor, hükmü bunu gerektiriyor der. Sizin ülkeniz bu çaptaki alimlere muhtaçtır. İlmi tahsil ve tahkik etmiş ve onunla emin ve izzetli olan insanlara…

Şenocak: Bizde bahsettiğiniz vasıfları haiz ilim adamı maalesef azdır. Mesela biri çıkar ilmî kriterleri bir tarafa iterek Buharî’yi tenkit eder, fakat bu kişi Buharî’nin öşrünü bile okumamıştır. “Buhari’de uydurma hadis var” der. Bu nevi yaklaşımlara karşı ilim talebelerine nasıl bir tavır takınmalarını önerirsiniz?

Avvame: Eğer rical ilmini, usulû hadisi, Buharî’nin meşhur şerhlerini, ravilerini, onu müdafaa eden kitapları, hangi hadislerinin tenkit edildiğini, tenkitlere karşı yazılan reddiyelerin içeriğini bilmezsek, nasıl cevap verebiliriz! Eğer bahsettiğim ilim ve kitaplara vakıf olursak mukni cevaplar verir, insaflı olanları da ikna edebiliriz. İlim ehlinin, avam ağzıyla savunma yapması caiz değildir.

Şenocak: Efendim ilave etmek istediğiniz bir husus var mıdır?

Avvame: Türk halkına son bir tavsiyede bulunmak istiyorum: Bu iki imama yani Mustafa Sabri ve Zahit Kevserî’nin ilmî miraslarına sahip çıksınlar. Onların eserlerini okusunlar, okutsunlar, tahkikli yeni neşirlerini yapıp İslam alemine dağıtsınlar; ilim adamlarının istifadesine sunsunlar.

Şenocak: İnşallah. Müsadenizle…

Avvame: Allah Teala yardımcınız olsun. Teşekkür ediyorum.

 ————————————-

[1] Tenkîl, Kevserî karşıtlarının en güçlü tek başvuru kaynağı olduğundan defalarca basılmış, çok kere de müellifinden habersiz eklemelere ve çıkarmalara maruz kalmıştır. Muhammed Nasıruddîn Albanî’nin eserin birinci baskısına yazdığı mukaddimeden de anlaşıldığı gibi kitap, insaf fukaraları için rant kapısı olarak görülmüş, yayıncıların iştahını kabartmıştır. Albanî’de “Tenkîl”den rızıklanabilmek (!) için onu tahkike karar vermiş ve Muallimî’nin vefat yılı olan hicri 1876’da notlarla neşretmiştir. Bu yüzden Muallimî Albanî imzalı neşri görememiştir. O, her ne kadar eseri dikkatle gözden geçirip müellife ait olmayan ifadeleri çıkardığını, kendine ait olan notları (nun), Muhammed Abdürrezzâk Hamza’ya ait olanları ise (mim ve ayn) harfleriyle remzettiğini, Mullimî’ninkileri ise remzetmeksizin naklettiğini bildirse de, Kevserî’yi nitelerken kullandığı ifadeler, eseri neşretmek için Muallimî’nin vefatını beklenmesi ve Üstat Muhammed Avvame’nin “Tenkil”in yazılış serüveni ile alakalı söyledikleri yan yana konulduğunda, söz boğazda düğümleniyor. Ebu’l-Vefâ el-Efgâni’nin nitelemesiyle “Allâme, Muhakkik, Mudekkik, el-Fakîhu’l-kebîr, el-Muhaddisu’ş-şehîr, Mevlâna Şeyh Muhammed Zahid el-Kevserî”ye reva görülenlerin mutlaka mahşerde karşılığı olacaktır. Tenkîl’in Albanî imzasıyla çıkan baskısı için bkz. Abdürrahman b. Yahya el-Muallimî, et-Tenkîl bimâ fî Te’nîbi’l-Kevserî mine’l-Ebâdıl, tahk. Muhammed Nasıruddîn Albanî, Mektebetu’l-Mearif, Riyad, 2024, I-II.

[2] Kevserî külliyatının önemli eserlerinden olan “Makalât” Ebubekir Sifil tarafından tercüme edilip, yayına hazır hâle getirilmiştir.

[3] Bkz. Mustafa Sabri, Mevkifu’l-Akl-i ve’l-İlm-i ve’l-Alem min Rabi’l-Alemîn, (Dip. not: 1-2) Beyrut, 1981, III, 393.

[4] Mustafa Sabri, a.g.e., III, 390-445.

 

]]>
0
Dergi <![CDATA[Geçmiş zaman olur ki…]]> http://inkisaf.net/?p=135 2008-05-14T08:34:08Z 2008-05-14T08:34:08Z İhsan ŞENOCAK

Gün boyu salâtîn camilerinin hazirelerini, ecdat yadigârı kütüphaneleri dolaştım. Kanını damarlarımda, davasını yüreğimde taşıdığım ulu hocalarla görüştüm. Mezar taşlarında ve tozlu kitap raflarında tutsak kalan dünyalarına girip oralarda Molla Hüsrev’in usul, Ebussuûd’un tefsir derslerine katıldım. Hocazâde ve İbn Kemal’den mübarek zamanlara ait hatırat dinledim. Sonra da maddesiyle genç, ruhuyla ihtiyar bir adam suretinde “hayali cihan değer” bir zamanın nice güzelliklerini yâd ile tadat ettim: Sabahlara kadar yakacak lambamız, kaloriferli çalışma odalarımız yoktu; fakat bütün yokları nefyedecek güçte irfanımız vardı. İlmin itibarı göz kamaştırırdı. Çocukların hayali bugünkü gibi topçu ya da çalgıcı olmak değil “alim” olmaktı.

     İlim, Rıza-i İlahi için tahsil edilirdi; menfaat temin etmek ya da şöhret olmak için okur yazarlık yapmak hatırkârı değildi.

     Hafız, imam ya da müftü bir meclise girdiğinde ilme hürmeten hazirun ayağa kalkar; ayakta olanlar duruşlarını değiştirirdi. Sokaklarda da benzer manzaralar görülür: Yaşlı, genç, kadın, erkek kimse alimin önünde yürümezdi.

     Mürekkep, kağıt, kitap hasılı ilimle alakalı her malzeme değerliydi. Helaya giren bir alim parmağının ucunda gördüğü mürekkebi taharet suyuna karıştırmamak için def-i hacetten önce dışarı çıkar, mürekkebi akıtır tekrar geri dönerdi. İlme saygısızlık olarak addedildiğinden kağıt yere atılmaz, kitaplar da ya kol altı ya da omuz çantalarında taşınırdı.

     Camiler halkın sadece namaz kılmak için ictima ettiği yerler değildi. Bu mübarek mekanlarda çok sayıda insanın katılımıyla akdedilen dersler ictimai hayata yön verdiği gibi, halk meclislerinde konuşulacak meselelere de kaynaklık ederdi.

     Uzun kış gecelerinde mahalle halkı belli evlerde toplanır, kavrulan kestaneler ve ikram edilen çaylar eşliğinde ya sohbet eder ya da “Şemâil-i Şerif” türü kitaplar okurdu. “Arkası yarın”larda olduğu gibi konular en can alıcı yerlerde kesilir, dinleyiciler gelecek akşamı iple çekerlerdi.

     Münevverler de tekkelerde bir araya gelir, meşreplerine göre Mevlana’nın Mesnevî’sini, Şeyh Attar’ın Mantıku’t-Tayr’ını, İmam Rabbani’nin Mektubat’ını okurlardı. Ebû Talib-i Mekki ve Molla Cami’nin eserleri de mütalaa edilirdi.

     İlim meclisleri yanında zikir halkaları ile de maruf olan tekkelerde şeriatı bilen Meşayıh-ı Kiram oturduğundan meşreplerin usuldeki farklılıkları gayedeki birlikteliğe mani olmazdı. Farklılıklar, İslam’ın zenginliği olarak kabul edilir, dağın değişik cihetlerinden doğup zirvede birleşen yollara benzetilirdi.

     Camiler vakit namazlarında lebâlep dolar, sair zamanlarda da nafile kılan ya da itikafa niyet eden kişilerden hali kalmazdı.

     Dükkanların duvarlarını “er-Rızku alellah” levhası süsler, cemiyetin her köşesine rızkın Allah’tan olduğunu çağrıştıran iman ve teslimiyet içerikli cümleler hak edilirdi.

     Evler ilk mektep işlevi görür, çocuk neyin doğru, neyin de yanlış olduğunu ilk olarak evinde öğrenirdi. “Burnunu göstermekten utanan” anneler, kızlar için yegâne model şahsiyetlerdi.

     Çocuk okul çağına gelince hazırlıklar başlar, onun için yeni elbise diktirilir, minderi, sırmalı cüz kesesi hazırlanır, elifba cüzü alınır, Âmin alayı eşliğinde ilahicilerin hep bir ağızdan okuduğu: “Tövbe edelim zenbimize / Tövbe illallah, ya Allah / Lütfunla bize merhamet eyle / Aman Allah, ya Allah” duası ve amincilerin “âmin, âmin” niyazlarıyla mektebe götürülür, hocanın huzuruna çıkarılır, besmele çeker “elif” diyerek ilk dersini alırdı.

     Köy mektebinde başlayan tahsil hayatı Konya’da, Bursa’da, İstanbul’da devam ederdi. Öğrenme adabı, ilk okunan dersler arasındaydı. İlim talebeleri “nasara, yensuru”yu öğrenmeden önce az uyuyup, çok çalışmayı öğrenirdi. Derste takip edilen metin kitapları birkaç şerhle mütalaa edilir, ders sonrası da halkalar oluşturulup müzakereler yapılırdı. Derse başlarken öğrencilerden alınan takrirler dersin sağlaması gibi olurdu. İcazet alana kadar öğrencilerin saçına aklar düşerdi; fakat mücâz olduklarında da her dersi okutacak bir ehliyete sahip olurlardı.

     Tevazu “Her bilenin üzerinde bir bilen olduğu” şuuruyla hareket eden allamelerin en önemli vasfıydı. “Her şeyi ben bilirim.” yaklaşımı içerisinde olanlar itibar görmez, Molla Kasım olarak nitelendirilirdi. İlim fukaralarının ağzı iyi laf yapsa da hakir görülür, cühela alkışlanmazdı.

     Anlamadan yaşayana “ham sofu”, yaşamadan anlatana da “fasık” denildiğinden ilim, amel ve ihlastan mürekkep silsile korunur, ancak bunların her birini kamilen îfa eden muteber addedilirdi.

     Kitap yazmaya uzunca bir tedris döneminden sonra başlanır, müellifler de hem mücâz, hem de muciz hocalar arasından çıkardı. Canı sıkılan ya da kariyer kazanmak için çabalayanlar kitap yazamaz, yazsa da itibar görmezdi. İlim, kişinin kendini ya da haddini bilmesinin adıydı.

     İlimde çıta öylesine yüksek tutulmuştu ki, Tacu’ş-Şeria gibi bir allame “el-Hidaye”yi şerhe, Ebu’l-Berekât en-Nesefî de meşhur tefsiri “Medariku’t-Tenzîl”i telife başladığında ulema “Eyvah! İlim ayağa düştü.” diyerek serzenişte bulunmuştu.

     Medreseler Allah’a açık, “kil u kâl”e kapalı yerlerdi. Bu yüzden zeki öğrenciler bir ya da iki defa okudukları metinleri ezberlerdi. Bir mecliste İmam Şafi’nin hıfzettiği kitapların sayısından bahsedilince İmam Serahsî “tahdis-i nimet” babından tam on iki bin kitap ezberlediğini söylemişti.

     Yazı içerisinde ya da ders esnasında Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün ve ashabın isimlerinin geçtiği her defasında; “sallallahu aleyhi ve selem” ve “radiyallahu anhum” ifadeleri yazılır ve söylenirdi. 

     İlmi müzakere ve münazaralarda fevkalade bir derinlik vardı. Bir münazara bazen birkaç gün devam eder, sadece zaruri ihtiyaçlar ve namaz için ara verilirdi.

     Kağıdın ve mürekkebin kalitesi belki düşüktü fakat müellifin ve dercettiği bilginin kıymeti fevkaladeydi.

     “Söz”e (kavl) önem verilir, söz üzerine yazılan, şerh, haşiye, ta’lik ve tenbihlerde hep murad-ı ilahi aranırdı. Haşviyyattan uzak durulur, sözün masrufunda kalmasına ihtimam gösterilirdi.

     “Hâl”de olduğu gibi “kâl” de de edep vardı. Kur’an “Kerim”, Cami “Şerif”, Mekke “Mükerreme”, Medine de “Münevvere” ile telaffuz edilirdi. Besmele, hamdele ve salvele her ders ve ameliyenin değişmez mukaddimesiydi. 

     Abdest manevi silah kabul edilir, onsuz gezilmezdi. Eser telif edilirken abdestli olmaya riayet edilir hatta bazı alimlerde sadece oruçlu oldukları günlerde yazar ya da yazmak için oruç tutarlardı. . İmam Merğinanî’nin “Kifayetü’l-Müntehî” adıyla önce seksen cilt olarak telif ettiği daha sonra da okunmaz endişesiyle “el-Hidâye” adıyla dört cüzde ihtisar ettiği muazzam ve müdellel fıkıh eserini telif ederken yaptığı gibi müellifler, eserlerine riya bulaştırmamak için huzurlarına getirilen yemeği her gün bir başka öğrenciye ikram eder böylece oruçlu olduklarını da gizlerdi

     Yazı ve konuşmalarda esas alınan nasslar, tecdîde kaynaklık eder, gayr-i İslami oluşumlara ait fikirler dikkatle tahlil edilip “öz-posa” ayırımına tabi tutulurdu.

     Alimler zor zamanlarda da konuşur, ne tûti kuşu gibi söylenmesi istenileni söyler ne de sözü bol alkışlı zamanlara tehir ederlerdi. Sadece Allah Azze ve Celle’den korktuklarındandır ki gerektiğinde en muktedir devlet başkanlarının yüzüne karşı kapıyı kapatır ya da şeriata aykırı fermanları yırtıp elçilerin suratlarına atarlardı. İslam’ın izzetini korur, inandıkları gibi yaşar, yaşadıkları gibi de yazarlardı. Sahip oldukları makamlar müstakim kalmalarına engel olamazdı. Protokollerde itibar aramak gibi bir kaygıları da yoktu. Tedris ve mütalaadan artakalan zamanlarda halk içerisine çıkar “emr-i bil’maruf” yaparlardı.

     Maalesef günümüz insanıyla selefleri arasında hiçbir medeniyette görülmeyecek derinlikte farklılıklar oluşturuldu. Mütevazı ve müstakim alimlerin yerini, mağrur cahiller aldı. Âmin alayları, artık hayatlarımızı değil hayallerimizi süslemekte.

     Ruhunu kaybettiğinden dolayı sürekli buhran üreten modern dünyadan kurtulup, hayali cihan değen güzelliklere dönmek, İslam’ın ölümsüz değerlerleriyle iç içe olmak, samur kürkü verip karşılığında bizim olan pöstekiyi almak temennisiyle…

]]>
0