06 Eylül 2024
Ahmet AÇIKGÖZ
I. Gerçek, yanlışa ne kadar uzaksa, muteber basın da(!) bu ülkenin değerlerine o kadar uzaktır. Öyleki muteber basın (!) müslümanlar söz konusu olduğunda “mazlum” yerine “zalim”in, “şehit” yerine “katil”in hakkını müdafaa eder. Merhum Bayram Hoca ile alakalı haberler ve yorumlar bu acı gerçeği bir kez daha gözler önüne sermektedir.
Akşam Gazetesinde Serdar Turgut 04.09.2006 tarihli yazısında İmam-Hatip meselesi ve Bayram Hoca’nın şehadetiyle alakalı olarak Ahmet Hakan’ın kaleme aldığı yazıların İslami cemaatlere yabancı olan yazarlar için büyük bir önemi haiz olduğunu yazmakta ve söz konusu şahsa övgüler yağdırmaktadır. Ona göre, Hakan’ın yazıları muteber basının (!) yazarlarına neyi, nasıl düşünecekleri noktasında yol haritası vermektedir. Turgut’un yazısı yıllardır, Müslümanlar aleyhinde hayali yazılar kaleme alan muteber basın (!) adına yapılan gecikmiş bir itiraftır.
Serdar Turgut’un itirafı, Türk Basını için iki açıdan esef verici bir durumdur. Bunlardan ilki yüzde doksan dokuzu Müslüman olan bir ülkede yazarların İmam-Hatip Lisesi ve İsmailağa gerçeğine yabancı olmaları ve onlarla ilgili bilgileri günlük bir gazetede yayınlanan köşe yazısıyla temellendirecek kadar basitleşmeleridir.
Ülkedeki nüfusun yüzde doksan dokuzunu temsil eden Müslümanların dini hayatında müessir olan, toplumda kanaat önderi ve uzman olarak önemli vazifeler icra eden şahıs ve kurumların o ülkede yaşayan yazarlar tarafından tanınmamaları kabul edilebilir bir özür değildir. Zira İmam-Hatip Liseleri ve İsmialağa Cemaati için soruşturma mevzu olan konuların hemen tamamı muhafazakar kesimi tanımadıklarını açıkça itiraf eden Serdar Turgut’un da içinde yer aldığı muteber basının (!) haberleri üzerine yapılmıştır. Turgut’un itirafı, yapılan haberlerin hayali olduğunu bir kez daha tescil etmektedir.
Muteber basının (!) yazarlarının, ülkenin yüzde doksan dokuzuna tekabül eden çoğunluğun değerlerine yabancı kalmayı tercih edip, onlarla alakalı yorumları hayali haberler üzerine bina etmede ısrarcı olmaları şunu söylemektedir: “Biz, muteber basın (!) olarak yüzde birlik bakiye ile ilgileniriz. Onların menfaatlerini gözetmek asıl vazifemiz olduğundan bütün gözlem ve araştırmalarımızı onlar üzerinde teksif ederiz. Yetiştiğimiz çevre ve okuduğumuz okullar itibariyle de zaten yabancı olduğumuz yüzde doksan dokuzluk kesimi ise onlar arasında yetişen ve daha sonra bize iltihak eden birkaç yazarın günlük yazıları ile anlamayı yeterli görürüz.”
Hadiseyi Batı ölçeğinde düşündüğünüzde yüksek tirajlı gazetelerin editör ya da yazarlarının kiliseye ve kiliseden beslenen düşünce ya da oluşumlara yabancı kalmaları, kendi okuma ve gözlemeleri yerine harici ve hayali şahısların günlük yorumlarını esas alıp makalelerini onlar üzerine bina etmeleri düşünülebilir mi?! Böyle bir yazara hangi medya patronu gazete ya da televizyonunda tahammül edebilir?!
Hayali haberlere ve onlar üzerinde yükselen derin cehalete ancak varoluşlarını İslam karşıtlığı ile anlamlandıran ülkemizdeki muteber basının (!) sahipleri tahammül edebilir. İşte buyurun derin cehaletiyle izleyicilerini kahkahaya boğan 3 Eylül 2024 tarihinde Kanal D televizyonunda merhum Bayram Hoca’nın cenaze merasimi ile alakalı haberleri sunan Mehmet Ali Bırand’ın durumu. Bırand haber bülteninde merhum Bayram Hoca’nın cenaze merasimi ile alakalı hayli şeyler söyledi. Bırand konuşurken etrafıma bakıyordum, içinde bulunduğum çay ocağındaki insanlar sanki haber programı değil de tiyatro izliyormuşcasına kahkaha atıyorlardı. Çünkü bülten yalan ve yanlış haberlerle doluydu. Nakşibendi tarikatının kurucusunun merhum Mehmet Zahit Kotku olduğunu söylemesinden İsmailağa Cemaati’nin adını İsmailoğlu Cemaati olarak vermesine kadar bültende yığınla hata vardı.
Bırand’ın yanlış yorumlarını Aczmendi ve Ali Kalkancı’ya ait görüntüler eşliğinde vermesi ise muteber basının (!) genlerinde müfteri kimliğinin ne derece egemen olduğunu göstermesi açısından ayrıca önemlidir. Muteber basın (!) cenaze merasimine gönderdiği muhabir ve kameramanlarla toplumu gerecek görüntüler çekemeyince cenazeyi alakasız görüntüler eşliğinde sunmak zorunda kaldı(!). Halbuki adının “cemaat!” olması dışında, İsmailağa ile ekranda gösterilen sapık oluşumlar arasında hiçbir alaka yoktur. Tıpkı televizyon üst başlığında toplanan farklı kanalların oluşum, aidiyet ve zihniyet itibariyle birbirlerinden farklı olmaları gibi. Bu durumda “A” kanalı ile alakalı bir haber sunulurken görüntülerin “B” kanalından seçilmesi ne kadar muteber olabilir?! Bunun cevabı “Mehmet Ali Bırand’ın cehaleti kadar muteber olur.” şeklindedir. Ayrıca kanallar legal olmaları cihetiyle birbirlerine benzemektedirler. Görüntüleri verilen oluşmalar ise birileri tarafından İslam’ın doğrularını lekeleyebilmek için oluşturulduklarından İsmailağa ile meşruiyet noktasında da ayrışmaktadırlar.
Muteber medyanın(!) yüksek tirajlı gazetesi Hürriyet ise, birinci sayfada geniş yer ayırdığı haberde merhum Bayram Hoca’nın “Mektubatçı” olarak bilindiğini yazdı. Sonra da bilge bir üslüpla (!) “mektubatçı” ifadesini, “derslerini mektup tarzında veren kişi olarak” şerh etti. Gerçekte ise Bayram Hoca’ya Mektubat’çı denmesinin nedeni İmam Rabbani Hazretleri’nin yaşadığı dönemde çeşitli kişilere yazdığı mektupları muhtevi “Mektubat” adlı kitabın uzmanı olmasıdır.
Ecnebi kolejlerinde yetişip, İslam coğrafyasında aydın olarak dolaşan cahillerin “mektubat” denilince indi bir takım şeyler söylemeleri aslında alışık olduğumuz bir durumdur. Garip olan ise bunun bilge bir uslupla verilmesidir.
Muteber medyanın(!) güzide kuruluşları sunucu, yazar ve editörleriyle Bayram Hoca’nın şehadetiyle alakalı daha neler söylediler. Fakat yukarıdaki örnekler onların içinde bulundukları cehaleti resmetmeye kafidir.
II.
Bayram Hoca’yı şehit edenlerin kim ya da kimler oldukları henüz net değil. Bir çok ihtimal üzerinde duruluyor. Bu noktada şunlar söylenebilir:
Ülkeyi kaosun içerisine çekmek isteyenler kıyafetlerine bakarak radikal olduklarını zannettikleri İsmailağa Cemaati’ni sokağa dökerek senaryolarını uygulama gayreti içerisindedirler. Bunun için de cemaatin en etkili isimlerinden merhum Bayram Hoca’nın şehit edilmesi tasarlanmıştır. Daha öncede sahneye sürülen bu oyun planlandığı gibi olmadı. Cenaze merasiminde taşkınlık kabul edilebilecek tek bir hadise vuku bulmadı. Bağırıp-çağırma yerine yaralı yürekler hep bir ağızdan “hasbunellah-u ve ni’me’l-vekil, ni’me’l-mevla ve ni’me’n-nasır” diyerek katilleri o en yüce makama havale etttiler. Muhterem Mahmut Hocaefendi’nin damadı merhum Hızır Ali Muratoğlu’nu şehit eden çevrelerde de aynı beklentiler vardı. O günlerde sağlığı biraz daha iyi olan Mahmut Efendi, komuoyu katillere karşı nasıl bir tavır belirlenecek diye beklerken yine “hasbunellah-u ve ni’me’l-vekil, ni’me’l-mevla ve ni’me’n-nasır” diyerek katilleri Allah Teala’ya havale etmişti. Cinayetler karşısında sergilenen bu metin duruş göstermektedir ki, yeni hadiseler karşısında cemaatin durumu öncekilerden farklı olmayacak, yani müslümanlar kaostan nemalanmak isteyenlere pirim vermeyecektir. İsmailağa cephesinden bakıldığında bu müstakim duruşun iki nedeni vardır; ilki Mahmut Efendi’nin temsil ettiği tasavvufi anlayışın hiçbir haliyle şiddeti tasvip etmemesi, ikincisi ise bu insanların babalarının bu ülkenin bağımsızlığı için muhtelif cephlerde canlarıyla bedel ödeyerek bu toprakları müslümanlara miras bırakmalarıdır. Onlar babalarının emaneti olan bu vatanı yıkarak değil, sessiz ama vakarlı duruşlarıyla daha ileriye götürmeye memur olduklarını düşünüyorlar.
Diğer bir ihtimal ise bu cemaat selin vuramadığı bir yamacı andırıyor. Medreseden cübbeye kadar Osmanlı’dan kalma bütün değerler o yamaçta muhafaza ediliyor. “Acaba bu yamaç maziye dönüşte bütün bir millet için örnek teşkil edebilir mi?” Bundan ürkenler cemaati dağıtmak istiyorlar. Bunun için de bu tür cinayetlere tevessül ediyorlar.
***
Perdenin arkasındaki gerçekler zamanla “zan”dan kurtulup “yakin bilgi” derecesine yükseldiğinde, hem şehitlerin mirası daha geniş kitleler tarafından benimsenecek, hem de yüzde birlik bakiyenin hassasiyetine tercüman olan muteber basının (!) bu milletle alakalarının olmadığı kesinleşecektir.