11 Ekim 2024
Ahmet AÇIKGÖZ
Seyyid Bey, Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde yetişen iyi bir İslam Hukukçusu idi. “İslam Hukukuna Giriş” niteliğinde ki “Medhal” adlı kitabı alanının ilk çalışmalarından olmasına rağmen hala bu gün aşılamamış eserler arasında kabul edilmektedir. Modern eğilimleri ve dünyevi ihitirasları baskın olan Seyyid Bey inanıp yaşadıklarını, okuyup yazdıklarını bir kalemde silip atabilecek kadar da istikrarsız birisidir.
Seyyid Bey bu konuşmayı hazırlarken daha büyük makamların hayalini kuruyordu. Çünkü istikbalinin daha da parlak olacağına dair bir takım işaretler sezmekteydi. Başbakan olmayı bile düşlüyordu. Ne var ki konuşma yapılıp, hilafet kaldırıldıktan sonra Hoca’ya hem Adalet Bakanı hem de üniversite hocası olarak görev yapamayacağı, bu durumda üniversite hocalığını tercih etmenin kendisi için daha isabetli olacağı söylendi. Öyle de oldu; Seyyid Bey bakanlıktan alındı. Üniversiteye dönmesine döndü fakat yıkılan hayalleri karşısında metanetli olamadı. Kısa zaman sonra bir otel odasında çok sevdiği dünyaya dargın bir şekilde elvada dedi.
Adalet Bakanı olarak istihdam edilen Seyyid Bey’in görevi İslam’da hilafetin olmadığını söylemekle sınırlandırılmıştı. Vazifesini yapınca da “uygun görülen görevinden” çekildi. Hadiseye bu zaviyeden bakıldığında Seyyid Bey’e karşı bir haksızlık yapıldığını söylemek mümkün değildir. Ortada bir haksızlık varsa bunun müsebbibi de faili de Seyyid Bey’dir. Çünkü o bulunduğu makamın kendisine tapulanmadığına inanmak istemiyor, daimi bir terfi içerisinde olacağını hayal ediyordu.
Seyyid Bey’in hayat hikayesi ile Hürriyet yazarı Ahmet Hakan arasında ciddi farklılıklar olmakla beraber, büyük benzerlik de vardır. Farklılıklar babında şunlar söylenebilir: Seyyid Bey iyi derece de yetişmiş bir fakih ve ciddi eserler telif eden bir ilim adamıydı. Ahmet Hakan ise şimdilerde zemmettiği İsmailağa Kur’an Kursları’nda –her ne kadar birkaç yıl bulunsa da- Seyyid Bey’e nisbetle “teşehhüt miktarı” kalmış bir “mübtedi”dir. Bu yüzden Kitab’ın başından bahsederken sonuyla, sonundan bahsederken de başıyla çelişiyor. Aslında aynı çelişkiler Seyyid Bey’de de vardır. Fakat O’nun Kitab’ın “hammalun zû vucuh” (çok manalı) yapısından kendince istifa etmeyi bilmesi bir parçada olsa çelişkilerini örtmektedir.
Seyyid Bey’le Ahmed Hakan arasında ki benzerlik ise “bir bilen” olarak “uygun görev”leri ifa etmiş olmalarıdır.
Ahmet Hakan’ın yıllarca yemeğini yiyip, suyunu içtiği, yatakhanelerinde barındığı Kur’an Kurslarında ders okuduğunu gizleyip, kendisine “öğrenci” yerine “gözlemci” rolü biçmesi makamına münasip olsa da tarihi realiteye muhaliftir. Yıllarca içinde bulunduğu bir ortamı ve o ortamda üstlendiği rolü doğru anlat(a)mayan bir yazarın her hangi bir hadise hakkında ki tesbit ya da tahlillerine ne kadar itibar edilebilir!?
Her ne kadar Ahmet Hakan İsmailağa’da niçin bulunduğunu söylemese de Hürriyet ve çevresi Onu, oralarda bulunduğundan, İslami ilimleri “bir parça”da olsa okuduğundan göreve almışlardı. İslami konularda Hürriyet’in “bir bilen”i olacaktı. Öyle de oldu. Bayram Hoca’nın öldürülmesi üzerine yapılan yorumlarda Ertuğrul Özkök başta olmak üzere bir çok yazar “Ahmet Hakan dedi ki” diye söze başlamışlardı.
Hakan’ın geçmişteki konumunu gizlemesi beni bir anda 10-15 yıl öncesine götürdü. Çocukluğumdan hatırlarım, İmam-Hatip’li olmanın şuuruna erememiş bazı arkadaşlar lüks semtlerde dolaşırlarken okulun rozetini yakalarından kaldırır, kendilerine nerede okudukları sorulduğunda alakasız liselerin adlarını verirlerdi.
Utanç veren bu durumun müsebbipleri köyden gelen, ilk defa şehrin lüks sokaklarında yürüyen, İmam Hatip’li olmanın zarf ve mazrufunu idrak edemeyen çocuklar değil onları ve okullarını her fırsatta aşağılayan çağdaş yobazlardı. Peki ya, yaşı kırklara dayanan Ahmet Hakan’ın reddi mirasına ne demeli? Bunun faturasını da mı çağdaş yabozlara keseceksiniz!?
Ahmet Hakan bugün yayınlanan yazısında –reddi mirasının bir parçası olarak- Cübbeli Hoca’nın niçin kaset sattığını ve neden bu satış karşısında müslüman ağabeylerinin sessiz kaldığını sorguluyor. Eğer Hoca, kasetlerini tanıtırken Hakan’ın rivayet ettiği şekilde konuştuysa bu tenkit edilebilir (kaseti dinlemedim), fakat gerek hukuki gerekse de fıkhi açıdan kasetlerden telif ücreti almak hem hakdır, hem de helaldir. Hoca’nın kendi kasetlerini satmasını (rivayet edildiği şekilde tasvib etmesem de) gayri ahlaki bulan Hakan, İskele Sancak programında konuk ettiği katılımcıların konuşmalarını kendi kitabı gibi bastırıp satması ve sonrasında da mahkemelik olmasını ne kadar ahlaki görmektedir!?
Cübbeli Hoca’yı, yapmadıklarını söylemekle itham eden Hakan bu tenkitlerini toplumdaki bir problemi çözmek adına mı, yoksa Hürriyet’in irtica çığırtkanlığına malzeme sunma adına mı yapmaktadır. Seyyid Bey zaviyesinden bakarsanız kendisine verilen “uygun görevi” ifa etmektedir. “Ne zamana kadar?” diye sorarsanız “irtica sendromu” devam edinceye kadar derim.
Fakat Ahmet Hakan ısrarla İsmailağa’da “gözlemci” olarak bulunduğunu söyleyip, “öğrenciliğini” inkar ederse, Hürriyet nezdinde bu adam “yarım hoca” diye algılanacak ve dolayısıyla bir daha kendisine “bir bilen” olarak itimat edilmeyecektir. Karizması çizilince belki de “irtica sendromu” bitmeden görevine son verilecektir. Seyyid Bey gibi…