İnkişaf
İlmî dergicilikte yeni bir soluk

İnkişaf

Ayrılık anına ait bir tebessüm

Şenol TURAN

Tüm yaşadıklarımız, kendilerini inkar edercesine, bizi bu ayrılık anına getirdi.
Geçmişte yaşananlar ve gelecekte yapılması düşlenenler bir anda, bu anda toplanmıştı. Yalnız ölüme yaklaşış mı tüm yaşananları ölümün gözü önünde bir anda toplamaya kadirdi? Yoksa… Hayır, hayır! Ölüm değildi yaşanmış olanların sonu. Değildi. Bunu ömrümüzde ancak birkaç kez başarabildiğimiz, ayrılık anına ait o acı tebessümün oradaki tüm yüzlere uğramasından anladım. İlle de O’nunkinde karar kılmasında. Elest bezminden miras değil miydi o gülümseme? O ayrılık acısı. İçimde O’nun bir daha içimden çıkmamaya kararlı kahkahaları, gözlerimde gözyaşına dönüşmek için can atan bulutlar. Bir soluklanma anı aradı yüreğim, şehirden ayrılmak için bindiğim otobüste. Bir sonraki yıl bu şehre yeniden geldiğimde, göremeyeceklerimin acısı küllenmiş olur muydu? Hep yansın istediğim bu ateşi nasıl küllenmekten korumalı?Ağlayamadım. Çünkü gözgöze gelmedik. Gelemedik. Otobüse binmeden önce yeterince dolgun gövdesine sarılırken,’ Attığın mesaj yanlışlıkla silindi. Tekrar at o mesajı’ dedi hüznün alfabesini kullanarak. Şimdi otobüste oturduğum koltukta bu masajı tekrar yazmakla uğraşıyorum, gözgöze gelmekten kaçarcasına. Elerim titriyor. Zihnim O’na ait, mesajdan başka her şeye açık. Yazdığım mesajı hatırlayamıyorum.Zoraki hatırlama istekleri hep hüsranla sonuçlanır değil mi? Hatırlayamıyorum işte. Rastgele tuşlara basıyorum. Anlamsız, sessiz harflerden zengin bir harf kümesi, telefonun ekranında. Anlamsız mı? Bu harf grubu, yazdığım mesajı hatırlayamamamın, ayrılık anının elleri ayakları dolaştıran hüznünün sıkıntısını anlatmıyor mu? Telefonu kapatıyorum. Zaten birazdan kapatmamı söyleyeceklerdi, diyerek mesajı onunla henüz bakışma imkanımız varken atmanın daha iyi olacağını anlatan düşünceme bahane buluyorum. Gözgöze gelmemeye anlaşmışçasına, oluşturduğumuz sırayla bakış oyununda sıranın bende olduğunu anlamış olmalıyım ki -sıranın bende olduğunu yan gözle bana bakmadığını görerek anladım- kafamı sağa doğru çeviriyorum. Yani O’na. Bu yüz ne kadar çok şey anlatıyor Allah’ım. Kelimelerin taşıyabileceği ve taşıyamayacağı. Kelimelerin taşıyabilecek olduklarını yazmak için kağıt ve kaleme ihtiyacım var. Taşıyamayacak oldukları için ise gözyaşlarına. En uzun süren aşklardan birinin sahipleri, kadim aşık ve maşuku, kağıt ve kalem almak için çantama uzanıyorum. Henüz yan koltuk boş. Bir hüznün dökülmüş yapraklarını da o topluyordur dışarda. Belki de. Şimdilik meçhul olan yolcunun oturacağı koltuğa koyduğum çantamı alıyorum. Ön kısmındaki küçük bölmeyi açıyorum. Anahtarlık, ağrı kesiciler, birkaç bozuk para, esans, yolcu bileti, kalemler, her an yazılmaya hazır-bazen yazmaya ihtiyacı olur diye insanın- bir not defteri ve fotoğraflar var. Fotoğraflar. Onlara gidiyor elim. Yaşanan bir anın görüntülerine. Geçmişe açılan kapılara. Geçmişe. Yaşadıklarımızı hediye ettiğimiz o bir parça kağıtlara. Ellerim yine irademe meydan okurcasına titremeye başlıyor. Fotoğrafları, sanki üç yıl öncesinde, tüm yaşanmamışlığıyla geleceğim elimdeymiş gibi tutuyorum. ‘Yaşayacak oldukların bunlar’ diyorum, ‘hatırlayacak oldukların da’. En önde bir sohbet anının fotoğrafı var. ‘Geçmiş hayatlarımız size emanet artık ey süslü kağıt parçaları. Onlara iyi bakın emi.’ kelimeleri düşüyor boşluğa, zihnimden. ‘Zamanı döndürmeye, yaşanmışlığa seyahate nasıl da muktedirsiniz’ diyorum, ‘Bu gücünüzü de bilin’. Fotoğrafta, unuttuğum, unutamadığım; unutacağım, unutamayacağım bir grup arkadaş var. Ortada çay dolu bardaklar. Bu fotoğrafta yapılan sohbete gidiyorum. Oluşması için dua ettiğim, çırpındığım o bereketli sohbetlerden birine. Konuşmaya başlıyoruz, sonunun bir tartışma olacağını bile bile. Tartışmayı durduruyorsun. Barbarosoğlu’nun bir kitabı elinde. Son çıkan öykü kitabı. En çok Barbarosoğlu’nu tartışırdık değil mi?Rastgele bir sayfa açıyorsun: Şehirde Bir Adam. Seher vaktinin bereketinden hiç uzak kalmayan adam. Bir umut, seher vakti yanacak bir ışık bekleyen adam. Şehri kör bir kuyu gibi görüp, ‘Beni köyüme götürün’ diyen adam. Öyküyü bir solukta okuyorsun. Sonra öyküyü yorumlamamızı istiyorsun, en sağında oturanı işaret ederek. Boşalan bardağına, demlikteki demin azalmasını hesaba katarak hafif demli bir çay daha koyuyorum. Çayın yanında ikramımız, sohbet. Çay böyle zamanlarda ne zaman yeterdi ki? Zamanın bereketine ayak uyduramaz olur çay. Çay ve sohbet ikiz kardeş olmalı, birinin durumu diğerini etkileyen. Çayından yeni bir yudum alıyorsun. Dilin daha da tatlanıyor. Son cümlen, kaybettiklerimizi yazarın muhteşem anlattığını ifadelendiriyor.

Fotoğraf elimde, kısa bir sakinliğin ardından yeniden titremeye başlıyor. Ağzımda tomurcuk kokulu çay, zihnimde okunan öykünün tadı; dudağımın kenarında hafif bir gülümseme, gözlerimde bir ılıklıkla, yeniden otobüse dönüyorum. Yani hüzne. Yani ayrılığa ait ana. Zaman üzerinde hayatın yürüdüğü yol değil miydi? Nasıl da dolambaçlı yolar kişiyi geçmişte yürüdüğü bir yola tekrar ulaştırıyordu. Yani fotoğraflar. ‘Hatıralar hayattır’ evet. Zamana meydan okuyan, zamana aldırmayan hayat.
‘Otobüs kalkıyor, herkes yerini alsın’ diyor hostes. Şoför otobüsü çalıştırıyor. Yanımdaki adam konuştuğu kişinin armağanı olan hüznü, yüzünde unutmuş, yerine oturuyor. ‘Merhaba’ diyor, sessizce. Başımı sallıyorum merhaba dercesine. Buğulanmış sesimi saklıyorum. Otobüs yavaşça ilerlemeye başlıyor. Sırayla bakış oyununa sonsuz bir ara veriyoruz. Kalbim tüm gücüyle sesini duyurmaya merhun, en hızlı, en güçlü çarptığı anlardan birini yaşıyor. Gözgöze geliyoruz. Umarsızca. Ellerimizi, birbirimizi selamlamak için havaya kaldırıyoruz. İnşallah görüşürüz diyoruz birbirimize, sadece ikimizin duyacağı seslerle. İnşallah.

Leave a Reply

You must be logged in to post a comment.