“İSNAD TENKİDİ”
Hz. İsa’nın inişiyle alakalı hadisleri rivayet eden ilk ravileri cerh eden Kırbaşoğlu, sonraki ravilerden oluşan isnad zincirini de tenkit eder. Ravi zincirinin güven vermediğini söyler. Tevatür derecesine varan hadisler içerisinde birkaç tane mevzu rivayetin yer almasını istismar eder ve bütün hadislerin mevzu olabileceğini ihsas eder.[68] Örnek olarak da nüzulü İsa ile alakalı hadisleri tedvin eden Keşmiri’nin “et-Tasrih” adlı eserini gösterir. Söz konusu eserin 82, 241 ve 242. sahifelerinde “sahih olmadığı açıkça ifade edildiği halde bazı rivayetlerin delil olarak ileri sürüldüğünü” söyler.[69] et-Tasrih’i tahkik eden Abdul Fettah Ebu Ğudde’yi Keşmiri’nin eserini “tamamen destekleyici notlar ve ekler ilave eden” bir meddah olarak takdim eder, sonrada Ebu Ğudde’nin mevzu ya da zayıf dediği rivayetleri kendi tesbiti imiş gibi sunar.
et-Tarih’te rivayetler merfu ve mevkuf-maktu diye temelde iki bölümde verilmesine rağmen yazar şu meyanda bir değerlendirme yapar: ‘Hz. İsa’nın nüzulü ile alakalı hadislerin mütevatir olduğunu iddia eden Ebu Ğudde ‘Bu suretle de, sanki adı geçen eserdeki bütün rivayetlerin Hz. Peygamber’e ait gerçek hadislerden oluştuğu intibaını uyandırmak istemektedir. Bu noktada dikkat çekmek istediğimiz husus, eserdeki rivayetlerin tamamının Hz. Peygamber’e nisbet edilen hadisler (merfu) olmadığıdır. Bilakis toplam 178 (doğrusu 121) rivayetin yaklaşık altmışı mürsel, mevkuf ve maktu rivayetlerden oluşmaktadır ki, bu azımsanmayacak bir sayıdır. Bir başka ifadeyle delil olarak kullanılan rivayetlerin 1/3’ü Hz. Peygamber’e izafe edilen rivayetler değildir; başkalarının (sahabi, tabii, vd.) şahsi kanaatlerini yansıtan ve dini açıdan bağlayıcı olmayan nakillerden ibarettir.”[70]
Kırbaşoğlu, Hz. İsa’nın nüzülünden bahseden 52 kitap içerisinde yer alan 178 hadisle Keşmiri’nin et-Tasrih’inde yer alan hadisleri aded yönünden birbirine karıştırır. Ebu Ğudde’nin ilave ettikleri de dahil edildiğinde et-Tasrih’te 121 hadis olmasına rağmen, Kırbaşoğlu 178 gibi bir rakamdan bahseder.
Yanlış Hüküm, Başlık Değiştirmekle Doğru Olmaz
İlk ravileri ve kaynak eserleri, kendince bir takım kriterler tesbit edip, tenkit eden Kırbaşoğlu’nun bu husustaki mutalaalarının ne derece izafi olduğunu -geçen sahifeler de- ifade etmeye çalıştık. Hoca, yeni başlık altında, önceden beyan ettiği hususları tekrar eder. Ne var ki yanlış, kaç farklı formda izah edilirse edilsin hep ilk hali üzere kalmaktadır.
Kırbaşoğlu’nun mevzu’ olduklarını söylediği hadisler, bizzat tarafından yapılan bir incelemeyle ortaya konmuş değildir. Nitekim eserin muhakkiki Ebu Ğudde tarafından söz konusu hadislerin mevzu’ oldukları belirtilmiştir. Ebu Ğudde “Tetimme/ek” ve “İstidrak/tashih” başlığı altında merfu hadisler içerisinde dört tane mevzu rivayetin yer aldığını bildirmektedir. O, bu dört mevzu rivayete karşın Keşmiri’nin eserine alamadığı on merfu hadisi söz konusu başlık altına derc etmiştir.[71] Ebu Ğudde aynı yöntemi mevkuf-maktu hadislere de tatbik etmiş; bu çerçevede onlara da on hadis eklemiştir.[72]
Kırbaşoğlu’nun, hangi hadisin sahih, hangisinin hasen, mevzu, ya da zayıf olduğunu ilmi kriterlere sadık kalarak ifade eden Ebu Ğudde’yi, Keşmiri’nin eserine ‘destekleyici notlar’ düşen bir propogandist olarak tavsif etmesi, her şeyden önce Ebu Ğudde’nin tahkikinden yaptığı alıntılarla çelişmektedir. Zira nasıl olur da ilimi duruştan yoksun bir ‘destekleyici”, tevsik etmeye çalıştığı kitabın mündericatının bir kısmı için zayıf ve mevzu ifadesini kullanır?!
Mevkuf Hadis
Keşmiri, onun talebesi Muhammed Şefi’ ve Ebu Ğudde’nin nüzulü İsa ile ilgili hadislerin mütevatir olduklarını söylemelerine pek bir anlam veremeyen yazar, bu bakış açısının ‘eserdeki bütün rivayetlerin Hz. Peygamber’e ait gerçek hadislerden oluştuğu intibaını uyandırdığını’ ifade eder. Kırbaşoğlu’nun yeni bir buluş gibi takdim ettiği vakıa, eserin üzerine bina edildiği sistemin tam kendisidir. Çünkü hangi hadisin ne olduğu dipnotların yanı sıra başlıklarda da ifade edilmiştir. Nitekim 76ıncı sahifeden sonra gelen hadislerin üst başlığı “Sahabe ve Tabiine ait hadisler/sözler” şeklindedir.
Burada asıl garip olan Kırbaşoğlu’nun Hz. İsa’nın nüzulü gibi akla dayanmayan bir mevzuda sahabeye ait sözleri Allah Resulü ile alakasız göstermesidir. Gerek muhaddisler gerekse usulculer söz, fiil ve takrir olarak sahabeye izafe edilen haber anlamına gelen mevkuf hadis[73] için şunları söylemişlerdir: Eğer haber, görüş ve ictihatla idrak edilemeyecek bir muhtevaya sahipse bütün ulemaya göre bu huccettir. Bu durumda hadis Hz. Resulullah’tan işitilmeye hamledilir. Böylece sünnet bağlamında değerlendirilir. Abdullah b. Mes’ud ve Enes b. Malik’ten rivayet edilen “Hayzın en alt müddeti üç, üst sınırı ise on gündür.” hadisi mevkuf olmasına rağmen Hanefilerce hüccet kabul edilmiştir. Çünkü bu nev’i takdirler akılla belirlenemez. Bu yüzden hüküm, sahabenin Hz. Resulullah’tan duymasına hamledilir.[74] Bu durumdaki hadisler lafız itibariyle mevkuf olsalar da hüküm itibariyle merfu kabul edilirler;[75] Merfu hadis gibi bağlayıcıdırlar. Hakikat bu minval üzere iken Kırbaşoğlu’nun mevkuf hadisleri Hz. Resulullah’tan ve hatta İslam’dan mücerred sözler bağlamında değerlendirmesi düşündürücüdür.
Tevatür
Hz. İsa’nın nüzulü ile alakalı hadislerin tevatür derecesine ulaşmasının arka planında peşin kabulleri tevsik etme gibi ideolojik bir boyut olduğunu iddia eden yazar, şunları söyler: “İslam düşünce tarihinde hadisler etrafında ortaya çıkan tartışmaya vakıf olanlar da pekala bilirler ki, herhangi bir inancı, düşünceyi veya kanaati hadislere dayanarak savunmak ve buna karşı çıkanları ilzam edip susturmak için en sık başvurulan yol, konuyla ilgili hadislerin mütevatir olduğunu ileri sürmek olmuştur. Bunun için de, sağlam-çürük, mümkün olan en fazla sayıda rivayetin elden geldiğince bir araya getirilmesine çalışılmış ve isnadların çokluğu gerekçe gösterilerek, ilgili hadislerin mütevatir olduğu iddia edilmiştir.”[76] Kırbaşoğlu, bu bakış açısının hakim olduğu eserlere örnek olarak Kevseri’nin “Nazra Abira”si ile Keşmiri’nin “et-Tasrih”ini gösterir. Allame Kevseri’den bahsederken de ‘önüne geleni eleştirmekten geri durmayan münekkit” gibi istihzai bir nitelemede bulunur. Kırbaşoğlu, Kevseri’nin Hz. İsa’nın nüzulü ile alakalı hadislerin mütevatir olduğu noktasında yeni bir şey söylemediğini “Nazra Abira”nın hasılı tahsilden öteye geçmediğini de iddia eder.[77]
Birinci tabakada yer alan ravilerin sayılarının otuz üç olduğunu ifade eden yazar, bunun mütevatir için gerekli olan “yalan üzere ittifak etmeleri imkansız olan bir kalabalık” anlamına gelmeyeceğini söyler. Bu yüzden “otuz üç kişi tarafından nakledilen bu rivayetlerin mütevatir olması, hayli söz götürür.” der. Meselenin bu yönünü keşf eden ulemanın geri adım atarak hadislerin “Manevi Mütevatir” olduklarını söylediklerine vurgu yapar.
Hoca, ‘Hz. İsa’nın nüzulü’ noktasında birleşen bu rivayetlerin kesinlik ve netlikten uzak olduklarını bu yüzden detaylarda birbirlerini tutmadıklarını ifade eder. Hadislerin ahad haberden müteşekkil olduklarını savunan yazar “ahad hadislerin sayısının çok olması, onları hiçbir zaman mütevatir derecesine çıkarmaz, olsa olsa meşhur veya müstefiz derecesine yükseltir.”der.[78]
Tashih
Mu’tezili müfessir Zemahşeri’nin, Hz. İsa’dan bahseden ayetleri izah ederken nüzul ile alakalı rivayetleri karşı çıkmadan nakletmesi, İmamiyye’nin, yeryüzünü adaletle dolduracağına inandığı “el-İmamu’l-Muntezar” Muhammed b. Hasan el-Askeri’nin ( d. 256- v. ?) çıkışını beklemesi[79] göstermektedir ki, Mu’tezili Ebu Ali Cübbai (v. 303/916) dışında Hz. İsa’nın ineceğine karşı çıkan kayda değer kimse yoktur. Mu’tezile’nin hicri dördüncü asrın sonlarına doğru inkiraza uğramasına bakılırsa[80] Hz. İsa’nın nüzulü ile ilgili hadislerin mütevatir olduğunu söyleyen İbn Rüşd (büyük), Kurtubi, Ebu Hayyan, İbn Kesir, İbn Hacer gibi allameler kimleri ilzam etme gayreti içerisinde olabilirler?! Gerçekte hiç birinin böyle bir niyeti olmamıştır. Çünkü onlar, meseleyi kayda geçerlerken karşılarında nüzulü İsa’yı reddeden bir meşreb yoktu. Bu durumda hadislerin mütevatir olduğunu söyleyen allameleri, muhataplarını ilzam etmek için tevatür zırhına bürünen kişiler olarak takdim etmek, ideolojik tahriften başka nasıl izah edilebilir?! Madem adı geçen allameler hadislerin mütevatir olduklarını ilzami kaygılarla söylememişlerdir, bu durumda doğru anlamanın tek bir yolu kalır o da hakikaten hadislerin mütevatir olmasıdır.
Hz. İsa’nın ineceğini bildiren hadislerin mütevatir olduklarını yeniden ve yüksek bir tizden ilan eden Keşmiri’ye gelince, o, eserini, nüzulü İsa’yı reddedenleri ilzam etmek için değil, Mesih olduğunu iddia eden mütenebbi Mirza Ğulam Ahmed el-Kadiyani’nin (d. 1839- v. 1908)[81] hadisi şeriflerde ineceği bildirilen Mesih’in bizzat Hz. İsa değil de benzeri olacağını onun da kendisi olduğunu iddia etmesi üzerine kaleme almıştır. Yani et-Tasrih Kırbaşoğlu’nun işaret ettiği gibi nüzulü İsa’yı reddedenleri ilzam etmek için değil, nüzulü kabul eden fakat İsa’nın benzerinin geleceğini söyleyen mütenebbiyi tekzib için tedvin edilmiştir.[82] Bu durumda söylenebilecek tek bir söz vardır o da, büyük hadis alimimiz, muhaddislerin tevatür ile alakalı kanaatlerini ezbere yorumlamaktadır.
“O Bir Hazineydi”
Kırbaşoğlu’nun bu babta söyledikleri içerisinde tek bir doğru vardır o da Allame Kevseri’nin ‘Nazra Abire’yi nüzülü İsa’yı reddenlerin cehaletlerini izhar etmek için kaleme aldığını söylemesidir. Fakat Kırbaşoğlu’nun bu doğrusu, yanlış neticelere ulaşmasına maalesef ki mani olamamıştır. Şöyle ki, Kevseri’nin mezkür eseri, Hz. İsa’nın ineceğinde icma eden alimlerin kanaatlerini Kur’an ve Sünnet çerçevesinde -başta Şeltut olmak üzere- asrın muannidlerine beyan etmek üzere kaleme alınmıştır. Bu eser, Muhammed Abduh, Reşid Rıza, Mahmud Şeltut çizgisinin ısrarlı redlerine rağmen Hz. İsa’nın nüzulünün İslam’ın genel kabulleri arasında en üst sıralarda yer aldığını bildirmektedir. Güçlü bir ikaz, sağlam bir uyarıdır. Hadise, bu minval üzere iken mütevatir hadisler, nüzulü İsa’yı reddedenleri susturmak için Ehl-i Sünnet alimleri tarafından sağlam çürük ayırımına gidilmeden tedvin edilmiştir demek, nasıl tefsir edilir, hükmü, aziz okurlarımızın vicdanlarına havale ediyoruz.
Kırbaşoğlu, Allame Kevseri’nin ‘Nazra Abire’sini ilmi ölçüler dahilinde tenkit edemeyeceğini anlayınca Onun şahsını tahkir ve tezyife tevessül eder: ‘Önüne geleni eleştirmekten geri durmayan münekkit’, ‘hasımlarını her vesileyle, hem de uzun bir dille eleştiren … dogmatik, taklitçi ve katı gelenekçi zihniyet!’ yaftalarıyla Kevseri’nin otoritesini sarsmaya çalışır. Kırbaşoğlu, bunları söylerken Kevseri ile Abduh yanlıları arasında hakem kabul edilebilecek bir konumda olan Muhammed Ebu Zehra, Allame Kevseri için şunları söyler: “ Tecdit kelimesinin içerdiği gerçek anlam örgüsünde söylemek gerekirse O bir mücedditti. Ziyaret edince gördüm ki, ilmi, yazmış olduğu kitapların ve yapmış olduğu tetkiklerin çok üzerindeydi. O Mısır’da başlı başına bir hazineydi.”[83]
Biz burada Zahit Kevseri’nin ilmi yeterliliğini tartışacak değiliz. Böyle bir şeye hacet de yok. Fakat Kırbaşoğlu’nun ifadeleri, bizi Kevseri’nin çağına tanıklık eden alimlerin beyanlarına müracaat etmeye icbar etti. Bu çerçevede, biz de bir tanesiyle iktifa ettik. Aynı usul Kırbaşoğlu için de söz konusu olsa yani sonraki kuşaklar onun çağına tanıklık eden erbab-ı ilme Hoca’yı sorsalar, Hoca hakkında ne denecek, nasıl yad edilecek? Eğer iddiaları ‘sebk-i kalem’se ne ala. Değilse…
Kevseri’yi tenkit etmesine gelince… İthamkâr ifadeler öncelikle ve evleviyetle yazarını tavsif etmektedir. Akademik hayatı boyunca gerek yazdığı kitap ve makalelerde gerekse bireysel ilişkilerinde kırıp döktüğü insanların hadde hesaba gelmez sayısı dikkate alındığında bu söylediğimizin bir “tersinden itham” değil, hakikat olduğunun en azından Hocayı tanıyanlar tarafından teslim edileceğinde şüphe yok…
Tevatürde Aded
Kırbaşoğlu’nun birinci tabakada yer alan ravilerin sayı itibarı ile otuz üç olmalarını tevatür için yetersiz görmesine gelince, malumdur ki, tevatür için belirlenen ravi sayısı ictihadidir. Bu durumda şu kadar olmalıdır, aşağısı ya da fazlası tevatürü ihlal eder demek doğru değildir. Asıl olan, ilk üç tabakada (sahabi, tabii, tebe-i tabii) ravilerin yalan üzere ittifak etmelerinin imkansız oluşudur.[84]
Hadislerin mütevatir addedilebilmeleri için ravilerin adedinin ne olacağı, ictihadi bir mesele olduğundan farklı tayinler ortaya çıkmıştır. Bu da dörtten başlar ve sırasıyla, beş, yedi, on, on iki,… olmak üzere yukarıya doğru devam eder. Fakat burada asıl olan ravilerin yalan üzere birleşmelerinin muhal olmasıdır. Öyle ki, tahdit edilemeyecek derecede büyük bir topluluk, her hangi bir gaye ile yalan üzere birleşilmesi mümkün bir hususta rivayette bulunsa, bu topluluğun haberi mütevatir olmaz.[85] Buna göre yazar, sahabe kuşağında yer alan ravilerin otuz civarında olmasını hangi kriterleri dikkate alarak reddeder ya da bu cemaatin yalan üzere birleşmesinin muhal olduğunu idrak etmede niçin aciz kalır?!
Hadisleri rivayet eden sahabilerin kimi Ensari kimi Muhacir, kimi Suffe ashabından, kimi tacir, kimi fekehatiyle meşhur, kimi hadis rivayetiyle maruf… her biri hususi dünyasında farklı özelliklere sahip. Sahabenin İslam dışı organize bir hareketin içerisinde yer almadığı da bilindiğine göre, bu otuz küsür raviyi hangi gaye –haşa- hadis uydurmak için bir araya getirebilir?! Eğer böyle bir birleşme muhal ise, Hz. İsa’nın nüzulü ile alakalı hadislerin tevatürü müsellemdir. Aksini iddia edenler davalarını istidlal ile mükelleftirler. Çünkü müddeiye davasını tescil edebilmek için delil getirmek gereklidir.
Lafzi Mütevatir
Kırbaşoğlu’nun; Hz. İsa’nın ikinci defa geleceğini kabul eden ulema, önce hadislerin ‘lafzi mütevatir’ olduğunu söyledi, yapılan itirazlara tahammül edemeyince hadislerin ‘Manevi Mütevatir’ olduğunu ilan etti, demesi isbatı aciliyet kesbeden bir iddiadır. Çünkü Hz. İsa’nın ineceğini bildiren hadislerin mütevatir olduğunu söyleyen muhaddislerin hiç birine ait böyle bir beyan mevcut değildir. Her biri, Allah’ın (c.c.) ineceğini vaat ettiği İsa ile alakalı hadislerin ayrıntıda farklılık arz ettiğinin bilincindedir. Bu açıdan hadislerin lafzi mütevatir olduklarını söylemeleri mümkün değildir. Zira tevatürle alakalı şartları tesbit eden onlardır.
Keşmiri’nin et-Tasrih’indeki hadislerin müşterek bir noktası vardır, o da Hz. İsa’nın ineceğidir. Bu, tevatür için yeterlidir. Bunun dışında farklı ayrıntıların söz konusu olması bir tezat değil, Hz. İsa’nın zaman, mekan, görev vb. özellikleri itibariyle ne yapacağını bildiren anlatım zenginliğidir. Ne var ki Kırbaşoğlu, bunu çelişki kabul eder ve manevi tevatürün ihlaline basamak yapar.
Kırbaşoğlu’nun çizgisi, İslami olup ta cerh edilmedik bir mesele bırakmama azmindedir. Bu yüzden özellikle son bir asırdır ziyadesiyle tartışılan konulardan biri belki de en mühimi Hz. İsa’nın inişi meselesidir. Halbuki mütevatir olmaları hasebiyle “zarurat-ı diniyye”den kabul edilen ve bu yüzden “sem’iyyat”a taalluk eden hususlar arasında yer alan nüzulü İsa meselesi, tartışma ve redde kapalı bir mevzudur. Çünkü tevatür yoluyla sabit olan her hangi bir hükmün inkarı, Hz. Resulullah’ı da inkar anlamına gelir.
Yazar, mütevatir hadislerin ne derece güçlü olduğunu yakinen bildiğinden hadislerin mütevatir oluşunu reddetmektedir. Böylece de meseleyi itikadi alanın dışına taşımaktadır.
Kırbaşoğlu’nun hadislerin ahad haber olduklarını, bu nevi rivayetlerin sayıca çok olmalarının tevatür için hiçbir anlam ifade etmeyeceklerini iddia etmesi de bilgi yanlışlarıyla doludur. Nasıl olur da sahabe kuşağından otuz küsür ravinin rivayet etiği bir mesele ahad olabilir?! Kur’an ve Sünnet’in adaletlerini açıkça beyan ettiği sahabeden otuz küsür ravinin Hz. İsa’nın inişi noktasında ittifak etmeleri, Hoca’nın zihnindeki yalan ihtimalini def edemiyorsa ortada başka ve daha önemli bir problem var demektir. Kur’an ve Sünnet’in sahabenin adil olduğunu beyanı bedihi bir hakikat olduğuna göre problemin merkezi zorunlu olarak Kırbaşoğlu’dur.
“METİN TENKİDİ”
Hedefe giden güzergah üzerinde yer alan kaleleri bir bir çökerten muzaffer bir komutan vakarıyla eslafı ve onların asarını tenkit eden Kırbaşoğlu, Hz. İsa’nın nüzulü bahsinde tesbit ettiği kalelerin üçüncüsü önüne gelir ve taarruza geçmeden önce evvelki zaferlerinin önemli olduğunu fakat yeterli olmadığını beyan eder. Bunu söylemesinin gayesi ise muhataplarına yeni bahsin ehemmiyetini anlatabilmektir.
Yazar, üçüncü fasılda isnad ve metin mukayesesi yapar, hadis rivayetinin asıl amacının metnin nakledilmesi olduğunu ifade eder. Bu hususa dikkat çekebilmek için de şunları söyler: “Ne yazık ki, hadis tetkikleri, isnad ve raviye hasredilmiş, iç tenkid/metin tenkidi uygulamasına nadiren başvurulmuştur.”[86]
Kırbaşoğlu’nun göremediği bir hakikat var ki o da hadis otoriteleri isnad tenkidi yaparlarken gerçekte metin tahlili de yapmışlardır. Çünkü hadisin sahih olabilmesi için tesbit edilen şartlar metni korumak için vaz’ edilmiştir. Örneğin bir metne itimat edebilmek için ravinin adaletine yani müslüman, akıllı, baliğ, fıska sebep olacak vesailden uzak, murüet sahibi olduğuna, zabtına yani duyduğunu duyduğu gibi rivayet edecek bir hafızaya malik olup-olmadığına bakılır. Bundan gaye ise, ravinin Hz. Resulullah’tan rivayet ettiği haberi nakledecek derecede ahlaki ve zihni yeterliliğe sahip olup-olmadığını öğrenmektir. Görüldüğü gibi ulemanın isnad bağlamında geliştirdiği sistemin yekünü, gerçekte hadis metninin korunmasına matuftur. Bir anlamda isnad tenkidi, metin tahlilinin kamil bir mukaddimesidir.
Muhadddisler hususi olarak metin tahliliyle de en az isnad tenkidi kadar ilgilenmişlerdir. Bu bağlamda yapılan en kapsamlı çalışma ise -hadis literatürünün büyük ekseriyetini teşkil eden- hadis mecmuaları üzerine yazılan şerhlerdir.
Birbiriyle tearuz eden ya da öncekini nesh eden hadislerin tesbit ve tahlili, metindeki müdrec ve maklub’un tayini … yani fıkhu’l-hadis ameliyesi metin tahlilinden başka ne ile izah edilebilir?!
Keşmiri’nin et-Tasrih’te Zahid Kevseri’nin Nazra ‘Abire’de mufassal bir şekilde hadis tahlilinde bulunmamaları Kırbaşoğlu’nun zannettiği gibi acziyetlerinden değil, hastalığa göre reçete yazma hassasiyetlerinden kaynaklanmaktadır. Nitekim hekimliğin en mühim şartı neyin, nerede, ne kadar gerekli olduğunu bilmek ve ona göre tasarrufta bulunmaktır. Bunun içindir ki o iki büyük hekimin, şifalarını murat ettikleri hastalar farklı olduğundan hem içerik hem de sistem açısından eserleri farklılık arz eder.
Esasen Kırbaşoğlu’nun “metin tenkidi”nden anladığına ve bu ameliyenin nasıl gerçekleştirilmesi gerektiğine dair ortaya koyduğu örnek çalışma, metin tenkidi meselesine yaptığı vurgunun hiç de hak edilmiş, hesabı verilmiş bir vurgu olmadığını ayan beyan göstermektedir. Aşağıda (önceki sahifelerde olduğu gibi) meselenin bu veçhesine ayrıntılı olarak değinilecektir.
Modern Zamanın En Derin Zihniyet Kırılması: Ortaçağ İthamı
Kırbaşoğlu, nüzulü İsa ile ilgili hadislerdeki anlatımların “Ortaçağ’a, o çağın şartlarına ve zihniyetine hitap ettiğini, rivayetlerdeki çeşitli unsur, motif ve olayların, o çağdan seçildiğini” bu noktada güçlü bir kanaat oluştuğunu belirtir.
Hadislerdeki anlatımların bu gününün insanına hitap etmesinin imkansız olduğuna inanan yazar, bu duruşuyla İslami değerleri çağdışı gören ideolojilerle ayniyet arz eden bir bakış açısına sahip olduğunu da alenen izhar etmektedir. Kırbaşoğlu, iddialarını delillendirme sadedinde şunları söyler:
”Hz. İsa’nın ikinci dönüşüyle ilgili rivayetlere hakim olan fikir, onun bu dönüşünde icraat olarak domuzu öldüreceği, haçı kıracağı ve cizye/haracı kaldıracağı hususudur. Bu durumda insan, Hz. İsa gibi bir şahsiyetin yapacağı en önemli icraatın domuz katliamı veya haçların kırılmasından ibaret olduğunu, yapacak daha önemli işlerin olup-olmadığını sormadan edememektedir. Daha ilginci ise, bugün mevcut olmayan, dolayısıyla, zaten kaldırılmış olan cizye ve haracı, Hz. İsa’nın nasıl kaldıracağı meselesidir.”[87]
Hz. İsa’nın domuzu öldürüp, haçı kırmasını muhtevi hadislerin şerhlerine bakıldığında verilen manalar, yapılan izahlar hadisin daha çok sembolik mana çerçevesinde değerlendirildiğini göstermektedir. Buna göre, ‘haçı kırmak’tan murat, Hristiyanlığı ibtal edip, İslam Şeriatı ile amel etmektir.[88] Yani haçın kırılması ile Hristiyanlığın zayıflaması kastedilmektedir. ‘Domuz’u öldürmek’ten gaye ise, onu tedarik etmeyi ve yemeyi haram kılmaktır. Hz. İsa domuzu öldürerek (Hrıstiyanlıkta ki hükmünü ortadan kaldırarak), ya da yenmesini yasaklayarak şeriatlarında onun helal olduğunu iddia eden Hıristiyanları tekzip edecektir.[89] Buna göre, haçı kırmayı ve domuzu öldürmeyi hakiki manada ele alan Kırbaşoğlu’nun Hz. İsa adına üzülmesine gerek yoktur. Zira Hz. İsa Hoca’nın zannettiği gibi, domuz öldürme işiyle bizzat iştigal edip terlemeyecektir
İslam ahkamında “domuz öldürme” diye dini kıymeti haiz bir eylemin olmadığı aşikardır. Hal bu iken Kırbaşoğlu’nun hadisi hakiki manada ele alması düşündürücüdür. Farz-ı muhal böyle bir hüküm olmuş olsa dahi yine de bu ‘katliam’ olarak nitelendirilemez. Çünkü domuz Müslüman için mal değildir, bu yüzden birisi tarafından itlaf edilse tazmin edilmesi gerekmez. Hristiyanlar da Hz. İsa’ya iman edip İslam Şeriatı’nı kabul edeceklerinden zimmi sitatüsünden çıkacaklar, bu durumdaki bir Hristiyan için de domuz mal addedilmeyeceğinden öldürülmesinde bir beis olmayacaktır. Hakikat bu minval üzere iken müslüman için aynıyla necis olan bir hayvanın öldürülmesi nasıl katliam olarak tavsif edilir?!
Hoca, ‘kaldırılmış olan cizye Hz. İsa tarafından nasıl kaldırılacak’ derken ne kastetmektedir? Allah’ın Kur’an’ın da varlığını haber verdiği[90] ve neshedildiğine dair ne Kur’an’da, ne de Nebevî uygulamada herhangi bir delilin yer almadığı cizyeyi Kırbaşoğlu neye dayanarak ve nasıl kaldırmaktadır? Şayet cizyeyi düşüren sebepler gerekçe gösterilecekse onlar arasında modern zamanda yaşamak gibi bir kayıt mevcut değildir.[91] Bu durumda söylenebilecek tek bir şey vardır ki o da; Kırbaşoğlu’nun neshetme gibi ilahi bir vazife ile muvazzaf kılındığıdır.
Hz. İsa’ya Gönderilen Selam
Yazar, nüzulden bahseden bazı hadislerde[92] Allah Resülü’nün Hz. İsa’ya selam göndermesini de çelişki olarak telakki eder. Ona göre kıyametin arefesinde gelecek İsa’ya asırlar önce yaşayan bir Peygamber’in selam göndermesi makul değildir. Bu makul olmama, nüzulü İsa ile ilgili hadislerin raviler tarafından uydurulduğunun bir başka kanıtıdır.[93]
Kırbaşoğlu’nun serdettiği bu mütalaalar, modernistlerin anlama usulü tarihselciliğin telkin ettiği bütüncül okuma ile şiddetli bir tenakuz içerisindedir. Eğer yazar, Kur’an ve Sünnet’i bir bütün olarak tahlil edebilseydi görecekti ki, Kur’an ve Sünnet’te yoğun bir şekilde zamanın ve hadiselerin izafiliği vardır. Mesela Yahudiler Allah Resulü’ne gelip ruh, Ashab-ı Kehf ve Zülkarneyn’le alakalı sorular yönelttiklerinde cevap mahiyetinde Ashab-ı Kehf’i[94] Zülkarneyn’i[95] anlatan ayetler nazil olmuştu. Ruhla alakalı inen ayet ise, cevaptan ziyade ikaz niteliğindeydi: “Sana ruh hakkında soru soruyorlar. De ki: ‘Ruh Rabbimin bileceği bir şeydir. Size pek az ilim verilmiştir.’”[96] Bu ayet inince Yahudiler hitap sadece bize mi ait; yoksa sizde bizimle birlikte ona dahil misiniz” diye sordular. Allah Resulü, Yahudi Müslüman herkesin ‘Size pek az ilim verilmiştir.” ayetinin hitabına dahil olduğunu söyledi. Bu cevaba şaşan Yahudiler şöyle dediler: Önce “Kime hikmet verilmişse şüphesiz ki ona çokça hayır verilmiştir.” diyorsunuz, sonrada ‘Size pek az ilim verilmiştir.” ayetini okuyorsunuz.
Yahudi idrakinin hakikati anlamada niçin yetersiz kalıp şaştığını ifade eden bir başka ayet daha iner ki orada şöyle buyurulur: “Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de mürekkeb olsa, arkasından yedi deniz daha ona katılsa, Allah’ın sözleri (yazmakla) yine de tükenmez.”[97] Kur’an, işaret etmektedir ki; gerçekte tezat ayetlerde değil, onları anlamada yetersiz kalan Yahudi aklındadır. Çünkü her şeyde olduğu gibi ilimde de çokluk ve azlık izafe edildiği şeye göre değişir. Bir malumat, üste izafe edilirse az; alta nisbet edilirse çok addedilir. Buna göre, insana verilen hikmet insan bağlamında değerlendirildiğinde çok hayır iken, Allah’ın ilmine izafe edildiğinde ise cidden az olur.[98] Kur’an’ın örgüleştirdiği bu anlam çerçevesinde Hazret-i Resulullah’ın selam göndermesine bakıldığında şunlar söylenebilir: Zaman ölçeğinde bakıldığında kıyamet’in önünde Hz. İsa’nın gelişi o kadar yakındır ki Hz. Resullullah’tan Hz. Adem’e kadar olan zamana nisbetle bir an gibidir. Yani selam gönderilen zaman her ne kadar kendi içinde uzun olsa da, Hz. Adem’e izafe edildiğinde cidden bir ömür gibi, belki de ondan da kısadır.
Ayrıca Allah Resulü (s.a.v.), zaman itibariyle kıyametle münasebetini ifade ederken işaret ve orta parmağını göstererek “Ben ve kıyamet bu iki parmak gibi bir birine mukterin olduğu halde peygamber gönderildim”[99] buyurdu. Efendimiz bu beyanıyla kıyamete ne kadar yakın olduğunu ifade etmektedir. Nitekim Kur’an da “Kıyamet yakalaştı”[100], “Muhakkak kıyametin alametleri gelmiştir.”[101] buyurmaktadır.
Hadisenin zihinlerde daha da müşahhaslaşabilmesi için şöyle bir tasavvurda bulanabiliriz: On yaşında ki bir talebe, feraizle alakalı bir meseleyi bildiğinde bu, akranlarına nisbetle çocuğun geniş malumat sahibi olduğuna işaret ederken, Ebu Hanife’nin malumatına nisbetle ölçüye bile girmez.
Kırbaşoğlu’nun tenkit ettiği, bir anlamda ravinin uydurduğunu söylediği hadis-i şerifte Allah Resulü “…femen legiyehu minküm fe’l-yugri’hu minni es-selame” (sizden kim İsa ile karşılaşırsa benden ona selam söylesin) derken, konuştuğu zamanı kendisiyle paylaşanları değil, kıyamete kadar sürecek zaman içerisinde Hz. İsa ile aynı devri paylaşan ümmetini kastetmektedir. Gayesi ise, Müslümanların zihinlerine taptaze bir ahiret mefhumu aşılamaktır.
Allah Resülü’nün selam göndermesini bu çerçevede anlayan eslafımız nüzulü İsa ile alakalı rivayetleri öğretmeye ehemmiyet göstermişlerdir. Kuşaktan kuşağa kesin bir bilgi olarak aktarılabilmesi için de sıbyan mekteblerinde okutulmak için telif edilen akide kitaplarında dahi nüzulden bahsedilmiştir.
Ebu Hureyre -Hz. İsa’nın ineceğinin kesin olduğunu vurgulamak için- karşılaştığı her gence şöyle derdi: “Ey kardeşim oğlu İsa b. Meryem’le karşılaşırsan benden O’na selam söyle”.[102]
Hz. İsa Nereye İnecek?
Hadis-i şeriflerde Hz. İsa’nın ineceği yerle alakalı Dimeşk’ın doğusundaki Beyaz Minare, Beyaz Köprü, Küdüs, Şam, Ürdün veya Müslümanların Ordugahı gibi farklı mekanlardan bahsedilmesi yazara göre metinlerin reddine amir bir başka hususiyettir.[103]
İnilecek yerin neresi olduğu, tahkik edildiğinde görülecektir Kırbaşoğlu’nun iddia ettiği gibi mekan isimleri arasında bir tezat yoktur. Çünkü inme anlamını muhtevi “nezele” fiili sadece semadan yere gelen nesne anlamında kullanılmamaktadır. Yanı sıra konaklamak, uğramak, yerleşmek, oturmak gibi manalarda da müsta’meldir. Buna göre, Hz. İsa ile ilgili hadis-i şeriflerde ‘nezele’ fili ile belirlenen yerlerin bir kısmı Hz. İsa’nın ineceği yer anlamına gelirken, diğerleri farklı gayelerle ziyaret edeceği mekanlardır. ‘Nezele’ filinin farklı anlamları çerçevesinde mekanlar arasında bir tasnif yapmak gerekirse –İbn Kesir’in de dediği gibi- İneceği yerlerin en meşhuru olan ‘beyaz minare’ gökten yeryüzüne inme anlamına, diğerleri ise konaklama ya da uğrama manalarına hamledilebilir. Nitekim Beyt-i Makdis (Kudüs) kelimesinin zikredildiği hadiste ‘nezele’ fiili “’ala” harf-i cerri[104] ile kullanıldığından inmek yerine, uğramak anlamında müsta’meldir. (Allah-u a’lem.)
Hadislerde geçen ‘nezele’ fiilini (ya da benzer anlamlı kelimeleri) Hz. İsa’nın ineceği, sonrada uğrayacağı mekanlar olarak tasnif ederken arab dilinin anlatım tekniklerini gözardı etmemek gerekir. Nitekim arab dilinde bazen bütün zikredilir parça kasdedilir bazen de parça zikredilir bütün öncelenir. Buna göre, Şam, Hz. İsa’nın ineceği bölgenin genel adıdır. Genel ad zikredilip hususi anlam, hususi anlam zikredilip genel mana hedeflenmiştir. Mesela Hacca giden kişi için bölgenin genel adı kast edilerek Hicaza gitti denir. Gerçekte ise hacca giden kişi, bu bütün içerisinde yer alan parça, Mekke’ye gitmiştir. Bu anlatımın tearuzunu düşünmek nasıl doğru değilse Şam ifadesinin bütün-parça münasebetinde de tezat aramak aynı derecede yanlıştır. Bu malumat çerçevesinde yer isimleri mütalaa edildiğinde farklı gibi görülen mekanlar arasında gerçekte tam bir uyum olduğu anlaşılacaktır.[105]
Kırbaşoğlu, Hz. İsa’nın ineceği yerler arasında ki münasebeti anlamak niyetinde olsaydı, bu onun için halledilmez bir işkal olmayacaktı. Ne ki yazar, peşin yanlış kabul ettiği ya da zihninde tasavvur ettiği İslam ile uyuşturamadığı nüzul hakikatini redde azmetmiş, bu yüzden en anlaşılır gerçeği en anlaşılmaz yapıda takdim etmiştir.
Akıl Terazisinde Yok Edilen Mutlak Hakikat
Kendine mahsus usul dairesinde senet sistemini devre dışı bırakan yazarın hadisleri tahlil etmede tek bir ölçüsü vardır; o da aklını mi’yar kabul edip, metin tenkidi yapmaktır. Ne ki mutlak doğru kabul edilen akıl, hakikati bulmada yetersiz kalmıştır. İşte buyrun Kur’an hakikatiyle çelişen mütalaayı seyredin: “Hz. İsa’nın nefesi, gözünün gördüğü son noktaya kadar erişmekte ve eriştiği insanı öldürmektedir.[106] Bu anlatımın mucize kavramıyla bile izah edilemeyecek kadar ‘mitolojik’ bir nitelik taşıdığı ortadır.”[107]
Cenab-ı Hakk, Kur’an’da Hz. İsa’nın ilahi lütfun bir gereği olarak ölüleri dirilttiğini sarahaten bildirmektedir.[108] Herkesçe malumdur ki diriltmek öldürmekten binlerce kat daha müşkildir. Hatta imkansızdır. İnsan için imkansız olan bir fiil Allah’ın izniyle Peygamber için tahakkuk ederse, imkan dairesinde olan bir ameliye niçin gerçekleşmesin? Akıl ölçeğinde bakıldığında insanın diriltilmesi mühaldir fakat buna rağmen hakikattir; Hz. İsa diriltmiştir. Şimdi aynı mantıktan hareketle Peygamber’in bu en bedihi mucizesine de mitoloji mi denecek? Eğer Hz. İsa’nın ölüleri diriltmesi Kur’an’la değil de mütevatir hadis ile rivayet edilseydi, onların senedi de bir çırpıda reddedilir; akıl ölçeğine münasip olmadığından da metin mitoloji kabul edilirdi.
Bu noktada sözü Büyük Doğu’nun Mimarı’na bırakmak sezadır;
Anlamak yok çocuğum, anlar gibi olmak var.
Akıl için son tavır, saçlarını yolmak var.
ya da;
Sende insan ve toplum sende temel ve bina
Ne getirdin, götürdün bildirdinse amenna.
ya da
Sözümün dostu fikrimin yabancısı
Yok mu sizin köyde çeken fikir sancısı.
Kırbaşoğlu ‘mitoloji’ dediği hakikatin tevatür derecesine nasıl ulaştığına, ulema nezdinde niçin bu derece kabul gördüğüne gerekçe tayin ederken şunları söyler: “Ortaçağ İslam uleması, bu hadisleri piyasaya sürenlerle aynı veya yakın tarihsel şartlarda yaşadıkları ve o çağda dogmatik ve mitolojik zihniyet egemen olduğu için, bunu gerçekleştirmemiş olabilir.”[109]
İslam’ın erken asırlarında yaşayanları mitoloji kurbanları olarak niteleyen kişi bir ilahiyat profesörüdür. Eğer Profesörün söylediği gibi, Hz. İsa’nın bakışlarının ölüme sebebiyet vermesi ortaçağ zihniyetin bir kalıntısı ise, Peygamber’in çamurdan kuş yapıp ona hayat vermesi, ölüleri diriltmesi mitoloji kelimesinin dahi ifadede yetersiz kaldığı bir ameliye olmalıdır. Bu durumda Kur’an’ın bildirdiği bu hakikatler de ortaçağ zihniyetinin bir eseridir mi denilecek?!
Ortaçağ nitelemesinde bulunan yazarın bilinç altında Aydınlanma artığı “İlerlemeci Tarih Anlayışı”nın hakimiyeti vardır. Söz konusu anlayışa göre geriye doğru gidildikçe mitoloji ve dogma artar. Yarın, bu gün ve dünden hep daha ilerdedir. Fakat İslam’da “Dairesel Tarih Tasavvuru”nun hakimiyeti mevcuttur. Buna göre ilerici olmanın gelecek zamanla bir ilişkisi yoktur. Dün, bu günden daha kamildir. Nasıl ışığın kaynağına doğru gidildikçe aydınlık artar tıpkı bunun gibi İslami İlimlerin menbaı Allah Resulü’nün çağına doğru ilerlendikçe de ilmin irtifaı artar.
Hoca, bu tahlillere girişmeden önce mucize bahsini bir daha okumuş olsaydı hakikati anlamada böylesine zorlanmayacaktı. Ne ki bildiğini zannetmesi onu en bedihi hakikati anlama bahtiyarlığından dahi alıkoymuştur.
“YABANCI KAYNAKLAR”
Kırbaşoğlu, yanlış yere merdiven dayadığından ne kadar yukarıya çıkarsa hakikatten o kadar uzaklaşmaktadır. Nitekim isnad ve metin tahlillerinde kısmi tenkitlerde bulunurken, yabancı kaynaklar başlığı altında bütünüyle hadisleri reddeder. Problemli olduğunu söylediği merviyyatın Yahudi ve Hristiyan kültürü başta olmak üzere, çevre kültürlerden etkilenerek ortaya çıktığını iddia eder; Hz. İsa’nın Deccal’i öldürmesi, adaletle hükmetmesi, yeryüzüne güvenin hakim olması; arslanların develerle, kaplanların ineklerle, kurtların koyunlarla bir arada yaşaması şeklindeki anlatımların m. ö. vııı. yüzyılda yaşadığı tahmin edilen Ben-i İsrail peygamberlerinden İşaya’nın kitabındaki kurtarıcı Mesih hakkındaki malumatla benzerlik arz ettiğini “söz konusu hadislerin İşaya kitabının ifadelerinin Hz. Peygamber’e izafe edilmesinden başka bir şey olmadığını”[110] söyler.
Allah Resülü’nün tebliğ ettiği hakikat bir yönüyle Hz. Adem’e bir yönüyle de kıyamete uzanır. Kur’an-ı Hakim’de Hz. İbrahim’den Müslüman olarak bahs edilmesi, semavi dinlerdeki bir çok hakikatin değişmeden İslam’da da var olması, ilahi bütün dinlerin İslam üst başlığında cem edilmesi, İlahi hitabın esas itibariyle değişmeden bütün zamanlarda aynı kaldığını göstermektedir. Bu yüzden ‘Şer’u men kablena’ (bizden önceki peygamberlerin şeriatı) bir Usul ilkesi olarak tesbit edilmiştir. Nitekim Kur’an’ı Hakim bu bapta şöyle demektedir: “Sana ancak senden önceki peygamberlere söylenenler söylenmektedir.”[111]
Kur’an, İslam’ın bir çok hususta önceki semavi dinlerle müştereklerinin olduğunu bu yüzden belli kriterle ‘Şer’u men keblena’nın meşru addedildiğini ihsas eder. Bu yüzden nüzülü İsa hakikati’nin önceki kitaplarda mevcut olması, meselenin tarihselliğine değil evrenselliğine işaret eder. Madem ki önceki kitaplar da bozulmamış halleriyle ilahidirler, o halde itikadi ve ihbari hükümlerinde Kur’an ve Sünnet’le benzerlik arz edilebilmelidirler. Çünkü her ikisinin de kaynağı aynıdır. Şu da bilinmelidir ki; Mesih ile alakalı bir takım malumatın önceki medeniyetlerde yer almasını nüzulü İsa meselesinin reddine sebep kabul etmek, müşrikler de önceden yapıyordu diye Kabe’yi Muazzama’yı tavaf etmeyi gayri meşru addetmeye benzer. Nasıl ki Allah Resülü Mekke’lilerden gördüğünden dolayı değil, Allah Teala’nın kadim emrinin bir tekrarı olarak tavaf etti ve etmeyi emretti ise, Mesih ile alakalı malumatı da tamamen ilahi menşeli bir bilgi olarak bildirmiştir. Hakikat bu minval üzere iken, hadisleri İşaya kitabına isnat etmek yazarın İslam’ın kaynak meselesiyle alakalı ciddi krizler yaşadığını göstermektedir.
***
Bir tarafta Hz. İsa’nın inişiyle alakalı mütevatir hadisler ve onların zaruri bilgi ifade ettiğini söyleyen alimler diğer tarafta ise Kırbaşoğlu; yani temkin ve ihtiyattan bahsedip harcı alem tedkikat[112] ile top yekün Sünnet ve Cemaat Alimlerini cehalet, taklit ve bağnazlıkla itham eden büyük müteceddit…
Gerçeğe aykırı istidlallerde bulunan sonra da onlar üzerine hüküm bina eden yazar, bahse konu makalesiyle Hz. İsa’nın inmesini inanç alanından çıkardığını düşünür. Açtığı aydınlık yolda(!) bütün müşkiller çözülecek, bundan böyle kimse çıkıp ta nüzül-ü İsa’nın akidevi bir mesele olduğunu söyleyemeyecektir. Ez cümle der ki: “Yüzyıllarca Hz. İsa’nın inebileceğini kabul eden, bir beklenti içerisine giren, konuyu ciddiye alarak pek çok eser yazan İslam ulemasının bu incelememizde işaret edilen problemlere bakarak, konuyla ilgili rivayetleri artık ciddi bir delilmişçesine sunmaktan da vazgeçmeleri gerektiğine inanıyoruz.”[113]
Hz. İsa’nın inmesini imkan ve vuku’ bağlamında değerlendiren yazar, vuku’ için kesin deliller arar, ayetlerin açık delaletlerini mütevatir hadislerin tanıklığını, icmanın mevcudiyetini tamamen indi kriterlerle reddeder. Hz. İsa’nın inmesinin ‘imkan’ı için Allah Teala’nın Hakim oluşunun arkasına sığınır. Ona göre, Hz. İsa’nın göğe çıkarılıp tekrar indirilmesi Sünnetullah çerçevesinde değerlendirildiğinde Allah Telaa’nı Hakim oluşuyla pek de bir uygunluk arz etmemektedir.
Yazarın mantığı dikkate alınırsa birçok hakikat hurafeye dönüşür. Nitekim Sünnetullah insanların babalarının olmasını amirdir. Fakat Kur’an’ın açık şehadetiyle Hz. İsa’nın babasız olduğu müsellemdir. Bu durumda Sünnetullah’a aykırı diye Hz. İsa’nın babası olmalıdır mı denilecek?!
Yazar, doğru bilgiye ulaşmayı arzuluyorsa öncelikli olarak mu’cizenin ne olduğunu bir daha tedkik etmelidir. Madem mu’cize Allah Tela’nın alışılmışı değiştirerek[114] küfre karşı peygamberlerinin ellerini kuvvetlendirmesidir. O takdirde, İbrahim’in ateşte yanmaması, Musa’nın Nil’i geçmesi, Hz. İsa’nın ikinci defa yeryüzüne gelmesi Cenab-ı Hakk’ın Hakim oluşunun bir gereği olarak telakki edilmelidir.
Her bir mu’cizede Hakim sıfatının onlarca tecellisi mündemiçtir. Nitekim Hz. İsa’nın göğe çıkartılıp tekrar indirilmesi, Onu öldürdüklerini iddia eden Yahudilerin yalanını çürütecek ve Hristiyanların batıl davalarında ki sahteliği ortaya çıkaracaktır.[115]
SONUÇ
Hz. İsa gelecek ve İslami diriliş onunla taçlanacak. Onun gelmesiyle insanların uhdesindeki kulluk vazifesi ortadan kalmayacak. Yine her mükellef, kendi hususi dünyasında sorumluluğunu ifa edecektir. Nitekim Sünnet ve Cemaat anlayışına mensub hiçbir meşreb, Hz. İsa gelecek diye çözüm bekleyen meselelerini tehir etmemiştir. İslam ümmetinin madden en güçlü olduğu yıllar itibariyle yazılan itikadi eserlerde ihtilafsız ve istisnasız nüzül hakikati işlenmiştir. Öyle ki sibyan talebelerine dahi Hz. İsa’nın ineceği öğretilmiştir. Fakat kimse Hz. İsa gelecek diye yapması gerekenleri terk etmemiştir.
Hz. İsa çocukken konuşmuş, annesinin beraetine sebep olmuştu. Kıyametin arefesinde tekrar konuşacak; Bu defa İslam’ın değişmeden değiştirebileceğini ilan ve isbat edecektir. Allah Resülü’nün Şeriatıyla amel edecek olması da Sünnet’e ittibayı gereksiz gören mütecedditlere verilen peygamberce bir ders olacaktır.
Hz. İsa’nın yeniden yeryüzüne gelmesi –iddia edildiği gibi- ‘toplumsal talepleri gerçekleştirmek’ gibi bir gayeye değil, mutlak hakikatin mahşeri Kur’an ve Onun tercümanı Sünnet’e dayanmaktadır. Eğer ihtiyaç bu hakikatin vücuduna sebep olsaydı, İslam milletinin madden dünyanın en güçlü medeniyeti olduğu yıllarda telif edilen eserlerde nüzulü İsa yer almazdı.
Ayetlerin sarahaten delaleti ve hadislerin tevatür derecesine ulaşması nüzulün “Zarurat-ı Diniyye”den kabul edilmesine ve bu kabul çerçevesinde iman edilmesi zorunluluk arz eden hususlardan addedilmesine medar olmuştur.
İnsanlık tarihinde yer alan bazı hususi oluşumların oturup Mesih beklemesine bakarak İslam’ın nüzulü İsa hakikatini inkar etmek, iki çarpı iki Moskova’da da dört ediyor diye bu riyazi hakikati reddetmeye benzer. Hz. İsa’nın geleceği Kur’an ve Sünnet’in şehadetiyle öylesine muhkem olmuştur ki riyazi kat’iyet bile onun yanında sönük kalmaktadır.
——————————————————————————–
[1] Hayri Kırbaşoğlu, Hz. İsa’yı Gökten İndiren Hadislerin Tenkidi, İslamiyat Dergisi, Ankara, Ekim-Aralık 2024, III, sy. IV, s. 166.
[2] Kırbaşoğlu, a.g.m., s. 147.
[3] Kırbaşoğlu, a.g.m., s. 148.
[4] Kırbaşoğlu, a.g.m., s. 148.
[5] Kırbaşoğlu, a.g.m., s. 148.
[6] Muhammed Zahid Kevseri, Nazra ‘Abira fi Meza’imi men Yünkiru Nuzüle ‘İsa (a.s.) Kable’l-Ahira, Kahire, 1987, s. 91.
[7] Zemahşeri, Esâsu’l-Belâğa, Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1989, s. 684; Ayrıca bkz. Muhammed Said Ramazan el-Buti, Kübra’l-Yakiniyyati’l-Kevniyye, Dımeşk, 1993, s. 329.
[8] Mes’ud b. Ömer Sa’duddin Teftazani, Muhtesaru’l-Meani, İstanbul, ty., s. 327; Abdulaziz Atik, ‘İlmu’l-Meani el-Beyan el Bedi’, Beyrut, ty., s. 333.
[9] Bkz. ‘Atik, a.g.e., s. 334; Ali el-Carım, Muhammed Emin, el-Belağatu’l-Vazıha, Mısır, 1975, s.70.
[10] Kur’an, Nisa(5): 159.
[11] Buti, a.g.e., s. 324.
[12] Kur’an, Zuhruf(43): 61.
[13] Kur’an, Al-i İmran(3): 46: Ayrıca bkz. Maide(5): 110.
[14] Kehl ile alakalı daha farklı tayinler için bkz. Ebu’l-Fadl Cemalüddin Muhammed İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, Beyrut, 1994, XI, 600.
[15] Benzer anlamlar için bkz. Muhammed b. Ömer Fahruddin Razi, Mefatihu’l-Gayb, Beyrut, 1990, VIII, 46; Abdullah Muhammed b. Ahmed Kurtubi, el-Cami’u li Ahkami’l-Kur’an, Beyrut, 2024, IV, 58; Muhammed b. Yusuf Ebu Hayyan, el-Bahru’l-Muhid, Beyrut, 1993, II, 483.
[16] Kur’an, Nahl(16): 44.
[17] Kırbaşoğlu, a.g.m., s. 148.
[18] Ebu Hayyan, a.g.e., II, 497.
[19] Kevseri, a.g.e., s. 135.
[20] Abdulaziz Ahmed Buhari, Keşfu’l-Esrar an Usuli’Fahri’l-İslam el-Bezdevi, Beyrut, 1991, III, 440 vd.
[21] Kur’an, Bakara(2): 143.
[22] Kevseri, a.g.e., s. 143.
[23] Kırbaşoğlu, a.g.m., s. 148.
[24] Kevseri, a.g.e., s. 69.
[25] Misfir b. Gurmullah ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi Metodları, (ter. İ. Çelebi, A. Bebek, A. Yücel), İstanbul, 1997, s. 11.
[26] Daniel Brown, İslam Düşüncesinde Sünneti Yeniden Düşünmek, (ter. S. Kızılkaya, S. Özer), Ankara, 2024, s. 139.
[27] Brown, a.g.e., s. 139.
[28] ed-Dümeyni, a.g.e., s. 55.
[29] Kur’an, Talak(65): 1.
[30] Müslim, Talak, 46.
[31] Şihabuddin Ahmed b. Muhammed İbn Hacer Askalani, Fethu’l-Bari, Beyrut, 1998, IX, 397.
[32] Kur’an, Talak(65): 6.
[33] Müslim, Hayız, 59.
[34] Örnekler için bkz. Muhammed b. Abdilbaki ez-Zürkani, Şerh-u’l-Manzumeti’l-Beykuniyye, Beyrut, 1999, s. 196 vd.
[35] Muhammed Enver Şah el-Keşmiri, et-Tasrih bima Tevatere fi Nüzuli’l-Mesih, Kahire, 1982.
[36] el-Keşmiri, a.g.e., (Abdul Fettah Ebu Ğudde’nin takdiminden), s.7.
[37] el-Keşmiri, a.g.e., s. 6.
[38] el-Keşmiri, a.g.e., s. 29.
[39] Kadim usulde eğitime devam eden medreselerde şöyle bir söz mütedaveldir: “La te’huzi’l-Kur’an’e min mushafiyyin ve la’l-Hadise min sahafiyyin” (Kur’an’ı şeyh ve kurralara gitmeden kendiliğinden okuyan kişiden öğrenme, Hadisi de muhaddisler olmaksızın kendiliğinden kitaplardan öğrenenlerden alma!).
[40] Kırbaşoğlu, a.g.m., s. 149.
[41] Kırbaşoğlu, a.g.m., s. 150.
[42] Hayreddin Zirikli, el-A’lam, Kahire, 1954, II, 301.
[43] Hakim, Müstedrek, III, 584.
[44] Hakim, Müstedrek, III, 583.
[45] Hakim, Müstedrek, III, 585.
[46] Hakim, Müstedrek, III, 586.
[47] Buhari, Enbiya, 50; Ebu Davud, İlim, 11.
[48] Kevserî, a.g.e.., s. 49.
[49] Buhari (Ayni Şerh-i İle birlikte), İlim, II, 231.
[50] Şemsuddin Muhammed Ahmed ez-Zehebi, Siyer-u ‘Alami’n-Nübela, Beyrut, 1998, III, 189.
[51] ez-Zehebi, a.g.e., III, 191.
[52] İbn Hacer, el-İsabe fi Temyizi’s-Sahabe, Beyrut, 1995, II, 39.
[53] İzzuddin İbn Esir, Usdu’l-Ğabe, Beyrut, ty. I, 706.
[54] ez- Zehebi, a.g.e., III, 169.
[55] Kırbaşoğlu, a.g.m., s. 150.
[56] Kırbaşoğlu, a.g.m., s. 151.
[57] Kırbaşoğlu, a.g.m., s. 151.
[58] Eser için bkz. Şafii, el-Ümm, VII, 87 vd.
[59] Bkz. Ebu’l-Ferec İbn Nedim, el-Fihrist, Beyrut, 2024, s. 344.
[60] Ebu Hanife Nu’man b. Sabit (oğlu Hammad’ın rivayet ettiği nüsha), el-Fıkhu’l-Ekber, (Aliyyu’l-Kari Şerh-i ile birlikte),Beyrut, 1984, s. 166.
[61] Kevseri, a.g.e., s. 119-120.
[62] Yahya Murad, Mu’ceu Teracim-i ‘Alami’l-Fukaha, Beyrut, 2024, s. 188.
[63] Abdullah b. Muhammed b. es-Sıddık el-Haseni, ‘Akidet-u Ehli’l-İslam fi Nüzul-i ‘İsa, ‘Alemü’l-Kütüb, Beyrut, 1987, s. 20.
[64] Muhammed b. Resul el-Berzenci, el-İşa’a li Eşrati’s-Saa’a, Beyrut, 2024, s. 133.
[65] Kırbaşoğlu, a.g.m., s. 152.
[66] Kırbaşoğlu, a.g.m., s. 153.
[67] Edvard Said, Oryantalizm, (ter. Selahattin Ayaz), Pınar Yayınları, İstanbul, 1999.
[68] Kırbaşoğlu, a.g.m., s. 166.
[69] Kırbaşoğlu, a.g.m., s. 153.
[70] Kırbaşoğlu, a.g.m., s. 154.
[71] el-Keşmiri, a.g.e., s. 272.
[72] el-Keşmiri, a.g.e., s. 294.
[73] Ali el-Kari, Şerh-u Şerh-i Nuhbeti’l-Fiker, Beyrut, ty, s. 605;Tahhan, a.g.e., s. 130.
[74] Abdulâli Muhammed b. Nizameddin Muhammed Leknevi, Fevâtihu’r-Rahemut bi Şerh-i Müsellemi’s-Subût, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 2024, II, 233.
[75] Tahhan, a.g.e., s. 131.
[76] Kırbaşoğlu, a.g.m., s. 154.
[77] Kırbaşoğlu, a.g.m., s. 154, (7 nolu dipnot).
[78] Kırbaşoğlu, a.g.m., s. 157.
[79] Bkz. Kevseri, a.g.e., s. 120; Ayıraca bkz. Ebu Bekir Sifil, İslam ve Modern Çağ-1, İstanbul, 2024, s. 89-90.
[80] Bkz. İşraf: Mani’ b. Hammad el-Cüheni, el-Mevsu’etu’l-Müyessere fi’l-Edyan-i ve’l-Mezahib, Riyad, 2024, I, 66 vd.
[81] el-Cüheni, a.g.e., I, 417.
[82] el-Keşmiri, a.g.e., s. 43.
[83] Muhammed Ebu Zehra, Mukaddimatu’l-İmami’l-Kevseri, Dımeşk, 1997, s. 12-16.
[84] Vehbe Zuhayli, Usulu’l-Fıkhi’l-İslami, Beyrut, 1998, I, 452.
[85] el-Kari, a.g.e., s. 163.
[86] Kırbaşoğlu, a.g.m., s. 157.
[87] Kırbaşoğlu, a.g.m., s. 158.
[88] Bedruddin Ebu Muhammed Ahmed el-Ayni, ‘Umdetu’l-Kari Şerh-u Sahihi’l-Buhari, Beyrut, 2024, XII, 49-50.
[89] Ayni, a.g.e., XII, 50.
[90] Kur’an, Tevbe(9): 29.
[91] Cizyeyi düşüren sebepler için bkz. Abdullah b. Ahmed b. Kudame, el-Muğni ‘ala Muhtasari’l-Hıraki, Beyrut, 1994, VIII, 349 vd.
[92] el-Keşmiri, a.g.e., s.179.
[93] Kırbaşoğlu, a.g.m., s. 158.
[94] Kur’an, Kehf(18): 9 vd.
[95] Kur’an, Kehf(18): 83 vd.
[96] Kur’an, İsra(17): 85.
[97] Kur’an, Lokman(31): 27.
[98] Ayni, a.g.e., II, 300.
[99] Buhari, Rigag/81: 6503; Tefsiru’l-Ku’an/65: 4936; Ayrıca bkz. Ayni, a.g.e., XIX, 398.
[100] Kur’an, Kamer(54): 1.
[101] Kur’an, Muhammed(47): 18.
[102] el-Keşmiri, a.g.e., (Abdulfettah Ebu Ğudde’nin takdim yazısı), s. 8.
[103] Kırbaşoğlu, a.g.m., s. 158.
[104] İbn Mace, Sünen, II, 1361.
[105] Sifil, Nüzulü İsa, Milli Gazete, 2 Ekim, 2024.
[106] el-Keşmiri, a.g.e., s. 116-117.
[107] Kırbaşoğlu, a.g.m., s. 159.
[108] Kur’an, Al-i İmran(3): 49.
[109] Kırbaşoğlu, a.g.m., s. 159.
[110] Kırbaşoğlu, a.g.m., s. 163-164.
[111] Kur’an, Fussilet(41): 43.
[112] Kırbaşoğlu, a.g.m., s. 163.
[113] Kırbaşoğlu, a.g.m., s. 167.
[114] Teftazani, Şerhu’l-Mekasıd, Beyrut, 2024, III, 273.
[115] el-Keşmiri, a.g.e., s. 94.