Ahmet AÇIKGÖZ
Alimler irfan şehirlerinin kurmaylarıdır. Rütbelerin en büyüğü “ilim” onların payesidir. Medeniyetin önünde onlar vardır. İnsanlık tarihi müsbet kazanımlarını onlara medyundur. Çünkü onlar, insanlığın en büyüğü; Allah Resulü’nün (s.a.v.) varisleridir. İslami değerler adına sahip oldukları her şeyi Peygamber’den (s.a.v.) aldılar. Fıkıh, tefsir, kelam gibi izzet, itibar da Peygamber (s.a.v.) menşelidir. Hakim güce karşı koymayı, “hayır” demeyi O’ndan (s.a.v.) öğrendiler. Önce ilme belendiler sonra saltanata, zulme, müşrik idarelere karşı dik durdular. Habil’den, İbrahim’den, Hazret-i Resulullah’tan gelen muazzez bir sünnetti bu dik duruş.Bütün mevcudiyetleriyle Allah’a bağlanan ilim erleri, gerektiğinde başlarını ortaya koydular fakat Hakk’a, hakikate muhalif fetvaların altına imza atmadılar. İlim tarihi, bu nev’i kahramanların destanlarıyla doludur. Müctehit İmamlar, o kahramanlar mahşerinin “kubbe-i hadra”larıdır. Her biri kendi semasında hoş sedalar bırakarak ayrıldı bu dünyadan.
Kimin ne kadar büyük olduğu zor zamanlarda aldığı karalarla ortaya çıkar. Devlet-i Aliyye’nin tarihi de zor zamanlarda isabetli kararlar alabilen alimlerle doludur. Zembilli Ali Cemali Efendi’den Ali Haydar Efendi’ye uzanan mubarek bir silsele vardır Devlet-i Aliyye’nin mündericatında.
Hali Sorgulayan Adam
Fatih’in, Yavuz’un muhkem iradesiyle on dokuzuncu yüzyılda zuhur eden Sultan II. Abdülhamid, eğer Molla Gürani gibi alimlerle meclis kurabilseydi, muhakkak ki tarihin hükmü bu günkünden daha farklı olacaktı.
Ali Haydar Efendi, Abdulhamid sonrası devri sorgulayan bir Molla Gürani bir Zembilli Ali Cemali Efendi’ydi.
Abdulhamid
1900’lü yıllar… Mustağribler içerden, müstevliler dışardan saldırıyor Abdülhamid’e. Jön Türkler, Yunanlılar, Yahudiler hep bir ağızdan meşrutiyet diye bağırıyor. Sayı itibariyle çoğunluğu gayr-i müslimlerin elinde olan basın, Sultan’ı hal’ etmek, Osmanlı-İslam medeniyetini parçalamak için, bütün kalemleriyle kin kusuyor. Ne hazindir ki, birkaç dönmenin oyununa gelen Elmalılı Hamdi Yazır, Mehmed Akif gibi İslam’i cephenin şehir kalemleri de Abdülhamid’in karşısında yer alanlar arasındadır.
Abdülhamid, aldatan ve aldananlardan oluşan bu ittifakı yarabilmek için, Doğu’dan, Batı’dan, Afrika’dan, Himalaya’lardan alimleri, mürşidleri, İstanbul’a davet etti. Yıldız Sarayı’nda onlara, dirilişin amentüsünü anlattı. Halifenin etrafında oluşacak İslam birliğinin sosyo-politik gücünden bahsetti. Aldatanların ve aldananların etkisiyle yaralanan, dağılan ümmeti tek noktada yeniden toplamanın zihni, siyasi, itikadi koordinatlarının nasıl olması gerektiğini anlattı. Bu çerçevede yaptığı ve birlikte yapılması gereken çalışmalardan söz etti. Ulemadan bu hayati projeye için gayret sarf etmelerini, katkıda bulunmalarını istirham etti.
Abdulhamid, Yıdız’da topladığı alimlerden, ulu hocaların eserlerini yeniden hayata taşımalarını ve yeni çağa, onların ruhunu aşılamalarını taleb etti. Alimler Yürekli Sultan’ın, onlara verdiği imkanlarla, ihsanlarla yurtlarına, yeni görevlerini kuşanmak üzere geri gittiler. Şeyhleri, alimleri, dervişleri, hasılı bütünüyle ümmeti bir heyecan kapladı.
Alem-i İslam Gazali’yi, İmam Rabbani’yi yeniden keşfetti. Zira Abdülhamid’in emriyle Süleyman Hasbi Efendi “Tehafüt”ü, Mardinli Yusuf Sıdkı Efendi “İhya”yı, Hoca Zihni “el-Münkiz min’ed-Delal”i, terceme etti. İslam Hukukundan, Hikemiyat’tan mühim kitaplar Türkçeye, Urduca’ya, Farsça’ya aktarıldı. Ulu hocaların kitaplarını okuyan nesle öz güven geldi. Batıyla hesaplaşabileceklerine inandılar. Fikren, ruhen bir yenileşme başladı.
İlmi ve ictimai hayattaki bu güzel gelişmelerin aksine, siyasi arenada farklı şeyler oluyordu. İttihat ve Terakki’nin komitacı üyelerinin siyasi nüfuzu her geçen gün biraz daha artıyordu. Dış ve iç güçlerin baskısı karşısında yalnız kalan Sultan Abdulhamid 1908 yılında, daha önce yürürlükten kaldırdığı Meşrutiyet’i tekrar kabul etmek zorunda kaldı. Bu arada İttihat ve Terakkiciler, uydurma bir seçimle, Meclis-i Mebusan’a kendi adamlarını doldurdular. Mebusların çoğu Jön Türkler, Bulgarlar, Yunanlılar, Ermeniler ve Yahudiler’den oluşmaktaydı. Yani aldananlar ve aldatanlar mecliste aynı saftaydılar. Her ikisi de Meşrutiyet’i savunmada ve Abdülhamid’e düşman olmada hemfikirdi.
Abdulhamid’e karşı, hürriyet adına yürüyenler, gerçek istibdadı II. Meşrutiyet’le tanıyınca şaşkına döndüler. Çünkü her tarafı İttihat ve Terakki terörü kaplamıştı. İstanbul uleması ise hayretle, olan biteni seyretmekteydi. Hürriyet için Meşrutiyet isteyenler lal-i ebkem olmuşlardı. Zira konuşan behemahal bir komitacının kurşunuyla hayatını kaybediyordu.
Klas Duruş
Neşredilen dergi ve gazetelerde Allah ve Resul buyruğu tahkir ediliyor, Meclis, İslam’a muhalif kanunlar çıkarıyordu. Ulema arasında Meşrutiyet’e karşı bir muhalefet oluşmuştu fakat herkes korkudan sukut orucuna girmişti. Birisinin çıkıp Hakk’ı müdafaa etmesi, hali sorgulaması gerekiyordu. O gün için bu onurlu duruşa en müsait yer Padişah huzurunda, meşhur ulema ve devlet erkanının katılımıyla yapılan “huzur dersleri” idi. Dersin baş mukarriri Gümüşhanevi Hazretlerinin bağlılarından Tikveşli Yusuf Efendi. Baş muhatabı ise Ahıskalı Ali Haydar Efendi’dir.
Tikveşli, -her zaman olduğu gibi yine- dersten önce Ali Haydar Efendi’den siyasi açıklamalar yapmaması ya da bu meyanda sorular sormaması ricasında bulundu. Fakat Meşrutiyet’le gelen zulüm öyle bir noktaya varmıştı ki, susmak, Hakk’a ihanet etmekle eş değerdi. Bu yüzden Ali Haydar Efendi ders esnasında meseleyi, “Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenlerin, kafirlerin ta kendileri olduklarını” ifade eden ayete getirir ve Kuran’a rağmen kanun yapan Meclisi Mebusan’ın ve o kanunları uygulayanların durumunun ne olduğunu sorar. Tikveşli, bedeli ağır bu sual karşısında sükute bürünür. Ali Haydar Efendi, cevabını alamadığı bu suali usul gereği “baş muhatab” ünvanıyla etraflı bir şekilde izah eder. Ders bu izahla sona erer. Dersten sonra herkes Meclis-i Mebusan-ı Kur-an’a göre illegal ilan eden Ali Haydar Efendi’nin akıbetini merak etmektedir.
Padişah huzurunda akdedilen dersin ertesi günü, genellikle idamlıkların çağırıldığı Yedi-sekiz Hasan Paşa Karakolu Ali Haydar Efendi’yi davet eder. Karakolda ifadesi alınan Ali Haydar Efendi doğruca Sultan’ın huzuruna çıkarılır. Sultan, Ali Haydar Efendi’yi yanına davet eder, yer gösterir ve ona hitaben şöyle der; “Şayet etrafımdaki ulema senin vakarına ve ilmine sahip olsaydı, İslam ümmeti bu gün bu halde olmayacaktı.”
Sultan, Ali Haydar Efendi’ye hale dair düşüncelerini, çözüm önerilerini sorar, ayrılırken de ona bir kese altın hediye eder.
Sultan’ın hediye ettiği bu kese, Ali Haydar Efendi’nin hanımının çeyizinde, klas duruşun bir şahidi olarak hala durmaktadır.
Müteakib yıllarda, İttihat ve Terakki’nin İstanbul’un en eski Halidi Tekkesi olan İsmet Efendi Tekkesi’ni işgal etmesi ve Ali Haydar Efendi Hazretleri’nin postnişinliğini 1919’a kadar engellemesi bu dik duruşun bir anlamda rövanşıdır.
Ali Haydar Efendi, çete kafasıyla devlet yöneten, dışı müslüman, içi mason olan komitacılara baş eğmedi. İslam’ın izzetini muhafaza etti.
O, Devleti Aliyye’nin ahirinde zuhur eden bir Zembilli Ali Cemali, bir Molla Gürani’ydi. Seleflerinin sünnetini yaşatan birkaç onurlu alimden biriydi. Konjoktür dik duruşuna mani olamadı. Bu yüzden tarih onu, Peygamber makamını çiğnetmeyen vakur bir alim olarak anıyor.
***
ZOR ZAMANLARIN ŞEYHİ
Fatih’in soyundan, Avrupa’lı adamın ellerini ilk önce öpme şerfine! nail olan mustağriblerin çoğu Mekteb-i Sultani (Galatasaray) menşeliydi. Ne Doğulu ne Batılıydılar. Dünya tarihinin Araf’ta yaşayan ilk nesli olma özelliğini taşımaktadırlar.
Mustağriblerin Batı Medeniyeti’ni tahlil edip, tecrübesini ve müsbet neticelerini millet yapısına aktarmak gibi ne bir dertleri ne de böyle bir girişim için kabiliyetleri vardı. Tek gayeleri, cemiyetten bütünüyle İslam Medeniyeti’nin izlerini silmekti.
Devlet-i Aliyye tarafından, Batı’nın teknolojik değişimini takip etmek için gönderilenler, geriye ilim adamı kisvesi yerine, edebiyatçı, gazeteci etiketiyle döndüler. Baki’yi, Fuzuli’yi tanımayanlar Goethe’ye, Rimbaud’a amele oldular. “Mefahir”İ unutanlar ya da hiç duymayanlar Batı kültürünün gönüllü savunuculuğuna soyundular.
Ameleler, efendileri için çalıştı. Millet vicdanında kalabilen irfanı son şubesine varıncaya kadar kurutabilmek için ellerinden ne geliyorsa yaptılar. Bin yıllık Osmanlı-İslam Medeniyeti’nin yerine var ettikleri lise seviyesinde bile olmayan şu sun’i kültür onların eseridir.
Zihnen durduramadıkları medeniyeti parayla, komployla, istibdatla, cebirle, durdurdular. Medresenin, tekkenin karşısına, fuhuş ve şöhret kaleleri kurdular. Oralarda yetişen nesil, bütün kurumlarıyla irfana düşman oldu.
Batı, mustağriblere önce kendini taklit etmeyi sonra komployu öğretti. Günü gelince de güç ve silahla konuşmayı.
Amele kültürüyle yetişen aydınlar milletinin idealleri yerine efendilerinin menfaatleri için çalıştı. Hem milletin ideallerinden onlara ne idi ki? Hukuk doktrini, sanat anlayışı, ruh yapısı vesaire… Kim uğraşacaktı bunlarla? Onların vazifesi masum Anadolu çocuklarının genlerinden İslam Ruhu’nu söküp çıkarmaktı. İlk mektebe gelen çocuğa küfür nasıl aşılanacaktı, onların uhdesine bu tevdi edilmişti.
Kurtuluş Köprüsü
İhanet ve cehaletin en şaşalı dönemini yaşadığı yıllarda Ali Haydar Efendi’nin yürüdüğü yol, İslam Ruhu’na sadık kalanlar için kurtuluş köprüsü oldu. Çevreleri küfür gangasterleri tarafından kuşatılan çocuklar kurtuluş için o köprüyü kullandılar. Köprü, ezan sesleriyle büyüyen Devlet-i Aliyye’nin çocuklarını, ezanla bütünleşmeye taşıdı.
Her gün İttihat ve Terakki markalı muallimlerin şu hain, şu kahraman, şu ilerici, şu yobaz tasnifini dinleyen çocuklar müthiş bir zihin kirlenmesi yaşıyorlardı. Mektepte, sinemada, gazetede gördükleri hoca tiplemeleri iğrençti. Karikatürize edilen hocalar, ellerine tutuşturulan kocaman sopalarla dehşet(!) saçıyorlardı.
Yeni hayatı özendirebilmek için eskiye sövmek mubahtı, beklide zorunluydu. Çocuklar söz konusu karalamanın öylesine etkisinde kalmış ve öylesine ürkmüşlerdi ki, camilerin ya da tekkelerin sokaklarından geçmeye bile cesaret edemiyorlardı.
Amele kafasıyla yetiştirilen çocukların bir gün yolları Çarşamba’ya düşerde orada İsmet Efendi Dergahı’na uğrarsalar, öğretmenin söylediklerinin tam zıddına ak sakalıyla bir sevgi dağının oturduğunu görürlerdi. O sevgi dağı, söylenildiği gibi elinde sopa değil gülleri, kitapları tutmaktaydı.
İsmet Efendi Tekkesi
Etrafı tahta tarabalarla çevrili İsmet Efendi Tekkesi’nin içinde hayat bir başkaydı. Orası, Ahiretin dünyaya yansıyan yüzü gibiydi. Fakat amele kültürünün zehirlediği çocukların çok azına o güzel iklimi tanımak nasip olmuştu. Bütün çocuklar, mustağriblerin söylediklerini tekzip eden bu hayatı tanıyamadı. Çünkü, yeni hayat böylesine bir tanışmaya maniydi. Zira Ali Haydar Efendi’yle buluşmak, konuşmak suçtu. Baskılar karşısında mazlum halk yorgun düşmüştü. Kimsenin “neler oluyor, niçin ulema tecrit ediliyor” diye soramaya ne mecali ne de cesareti kalmıştı.
Anadolu halkı, Çanakkale’de düşmanla göğüs göğse bizzat çarpışan Büyük Veli’nin ahir ömrünün tahta tarabalarla çevrili Tekke’de göz hapsinde geçmesine üzülüyordu, fakat susmaktan başka ne yapabilirdi?
Küfür barikatlarını aşıp Ali Haydar Efendi’yle buluşan çocuklar, onun yanında gerçek huzuru kuşandılar, ruhlarıyla barışık kalmanın ne demek olduğunu öğrendiler.
“Bu Can Bu Yola Adanmıştır”
Ali Haydar Efendi ömrünü, küfrün kirletmeye çalıştığı zihinleri arındırmaya, tekrardan İslam’a kazandırmaya adadı. Onlara İslam’ın gerçek yüzünü gösterdi. Okudu, okuttu bir irfan denizi oldu. Yaşının verdiği yorgunluğu bir ders verirken bir de sohbet ederken unuturdu. Onun ilim-irfan azmine dair, talebelerinden Muhterem Emin Saraç Hocaefendi şunları söylüyor: “Ali Haydar Efendi’den Molla Hüsrev’in “Mir’at”ını okuyordum. Ders için her gün Tekke’ye giderdim. Yine bir gün gitmiştim ki, Üstadım’ı aşırı derecede yorgun buldum. Konuşmaya, ders takrir etmeye mecalleri yoktu. Bu yüzden “Evladım! Bundan sonra ders okutamayacağım, senin de gördüğün gibi sağlığım buna müsait değil.” dedi.
Ses tonundan, ders okutamamaktan dolayı son derece muzdarip olduğu anlaşılıyordu. Öyle ki zindan, zulüm ve tecritler ona ders okutamamak kadar ağır gelmemişti. Ali Haydar Efendi’nin bu hal beyanı üzerine “peki” dedim ve müsaade isteyerek huzurundan ayrıldım. Doğruca ikamet ettiğimiz “Üç baş Medrese”sine gittim. Hadiseden bir gün sonraydı, saat sabahın sekizi, medresenin o ilk odasında dersimi mütalaa ediyordum. Arkadaşlardan biri yanıma gelip dışarıda bir yaşlı kadının benimle görüşmek istediğini söyledi. Görüşmek için dışarıya çıktım, bir de ne göreyim! Ali Haydar Efendi Hazretleri’nin Hanımı. Hocam’ın beni istediğini söyledi. Ne buyuracaklar diye koştum, huzuruna vardım, buyurdular ki, “Evladım! Seni gönderdikten sonra halim daha da ağırlaştı. Öyle ki gözlerime uyku girmedi. İlmini ketm edenlerden olmaktan korktum. ‘Her kim ki, kendisine bildiği bir mesele sorulurda cevap vermekten istinkaf ederse, Allah Teala ona kıyamet günü ateşten bir gem vurur.’ hadisine muhatab olmaktan korktum. Ders okut(a)mamanın hesabını verememekten korktum. Bu can bu bedendeyken nasıl olur da bir tâlib-i ilmi reddederim! Binaenaleyh, ahir nefesimize kadar derse devam edelim. Bu can bu yola adanmıştır.”
Hal ve Kâl İç İçe
Ali Haydar Efendi, kapısında “Halidi” yazan tekkenin içinde talebelerine, İslam’ı bütün bir surette öğretti. Tasavvufi hayatın en güzel anlatımını yapan “Mektubat”ın yanı sıra, ağırlıklı olarak usul, usul-ü fetva, kavaid-i fıkhıyye, furu’ fıkıh gibi fıkhi dersleri de okuttu.
Ali Haydar Efendi’nin ders halkasına katılan talebeler, onu dinlerken fıkhın, “modern çağın ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak olduğunu” savunanların iddialarının ne kadar gülünç olduğuna tanık olurlardı.
Fıkhın çağdışı olduğunu iddia ederek talebelerin zihinlerini kirletenler Ali Haydar Efendi gibi fakihlere hangi problemi getirmişlerdi de onlar bunun cevabını vermekten aciz kalmışlardı?! Tek bir mezhepten (Hanefi) dünya hukuk tarihinin en pratik eserlerinden birini çıkaranlar (Mecelle) fakihler değimliydi?
Ali Haydar Efendi’nin başkanlığını yaptığı “Te’lif-i Mesail Heyet”i, hayatın önünü açmada yetersiz mi kalmıştı ki, Batı Kanunları’nı “kes, kopyala, yapıştır “ şeklinde alıp milletin önüne sürdüler? Elbette ki hayır. Nitekim, “Telif-i Mesail Heyet”i reisliğini yürüttüğü yıllarda Ali Haydar Efendi’nin katipliğini yapan Ömer Nasuhi Bilmen’in kaleme aldığı “Hukuk-u İslamiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamus”unun mükemmelliği, İslam’a mesafeli duran bir çok modern hukuk profesörünü hayrette bırakmıştır.
Bilgileri ancak lise kültürüyle sınırlı olan son devir aydını, İslam’ı, Reşat Nuri, Halide Edip gibi yazarların romanlarındaki olaylardan, hoca, müderris tiplerinden tanıdığından ulemaya karşı mesafeli durdu. Mezkür zevatın eserleriyle büyüyenlerin zihinlerinde ki hoca tipi, halkın parasını sömüren, bir ziyafetten diğerine giden kişilerden oluşmaktaydı. Onlara göre cami ve medreseler hurafelerin anlatıldığı mekanlardı. Dolayısıyla oralara gitmek, oralarda hocalarla aynı meclisi paylaşmak ve hayatın sorunlarına çare aramak, vakit israfıydı.
Böylesine yoğun bir dezenformasyon altında yetişen yeni nesil, çağdaşlık adına kendi değerlerinden koparıldı. Yeni hal, her şeye milat kabul edildi. O muhteşem tarih sanki hiç yaşanmamıştı. Ebu’s-Suud’un, İbn Kemal’in, İbn Haldun’un yerini Dukheimler aldı. Gerçek kahramanların kürsüsünü aldatanlar işgal etti. Dolayısıyla da baştan başa bir nesil aldananlardan oluştu.
Zaman, yaşananlara tanıklık ettiği gibi bir gün yaşananlarla ilgili gerçek hükmünü de verecektir. Ne zaman mı? Ali Haydar Efendi’nin mübarek ellerinden gül devşiren ak sarıklı “Büyük Veli”nin ektiği beyaz güller bütün bir alemi kaplayınca.
***
ALİHAYDAR EFENDİ ve CEMİYET
Allah Resulü (s.a.v.), insanın bütün hasselerine olduğu gibi, görme hassesine de hitap eden bir “üsve-i hasene”dir. O, İslam toplumu için en güzel örnektir.
Peygamber, kürsüde, İslam’ın ne olduğunu, devlet idaresinde, yargıda, çarşıda da nasıl uygulanacağını bizzat yaşayarak anlattı. Medeniyet, İslami ve insani bütün değerleri O’ndan öğrendi.
Görme hassesinin önemindendir ki, Allah Resulüyle sohbet eden ya da onunla aynı meclisi paylaşan sahabi, velayetin zirvesinde olan Veysel Karani ve Ömer Mervani’den daha üstün kabul edilir. Çünkü, sahabi, seferde-hazarda kendileriyle birlikte yürüyen, namazda onlarla aynı mekanı paylaşan, çarşıda alış-veriş yapan, hasılı cemiyetin her noktasında onlarla birlikte olan Allah Resulü’nün talebesiydi.
İslam, Babil Kulesine çekilip hasbi tefekkür edebiyatı yapmayı hoş görmüyor. Çünkü, Hazret-i Resulüllah’ın duruşu, alim-arif kimliğine sahip herkesi cemiyetle kucak kucağa olmaya çağırıyor.
Alim-arif, yazdıklarından ziyade yaşadıklarıyla cemiyeti etkiler. Bu yüzden tekkeler, çok amaçlı ıslah evleri, irşat evleri konumundadır. Oralarda ruhlar masivadan arınır, hece hece seyr-i suluk’ün elif bası okunur, sonra Allah’a varan yollarda mesafe kat’ edilir.
Manzara
Yirminci yüz yılın eşiğine gelindiğinde, kimi tekkeler modern zamanın hakim düşüncesine uyup gayri meşru duruşları İslamileştirdi! Kimi, cenneti parselledi, kimi bez parçalarına “Urve-i Vüska” diye sarıldı. Bir çok tekkenin ehliyet ve liyakat yoksunu müteşeyyihlerin eline geçmesini fırsat bilen batılı adam; gönüllü iş birlikçileri vasıtasıyla zındıkları şeyh diye tanıttı. Günü gelince de, şeyh olarak tanıttığı bu adamların sufi kimliklerini cerh edip, “işte tasavvuf budur.” dedi. Yakın geçmişte ekranlardan seyrettiğiniz olayların kahramanları hep bu cinsten adamlardır. Kimdirler, nereden ve niçin geldiler, bunca şenaati hangi vicdanla yaptılar? Bütün bu suallerin temelinde İslam toplumuna Sünnet ve Cemaat akidesini en güzel şekilde öğreten ve onları bu doğrultuda yaşmaya teşvik eden hakiki tekkelerin gücünü kırmak ve halkın zihnindeki müspet izleri silmek vardır.
Selin Vuramadığı Yamaç
Ali Haydar Efendi, müteşeyyihler vasıtasıyla oluş(turul)an yanlışları tasavvufi hayatın içinden ayıkladı ve onu doğrularıyla hale, istikbale taşıdı. Onun çevresi, selin vur(a)madığı yamaçları andırıyordu. Bütün güzellikleriyle İslam’ı teşhir ediyordu o yamaçlar.
Bilindiği gibi, Nakşi şeyhlerin arka planında iyi bir zahiri eğitim vardır. Ulema meşreplidirler. Bu yüzden Osmanlı Medeniyeti’nin son asırlarında ortaya çıkan medrese tekke çatışması, ancak tekkelerin çoğunluğunun Mevlana Halidi Bağdadi Hazretleri’nin halifelerine teslim edilmesiyle sona erdirilebilmiştir.
Vaazları
Nakşi şeyhler, Şeriat’a vakıf olduklarından, ulemanın tenkidini değil tasvibini kazanmışlardır. Yazı ve konuşmalarında muktezayı hale dikkat etmişler ne, neyi, nasıl anlatmayı gerektiriyorsa ona göre bir duruş sergilemişlerdir. Bir meseleyi doğrudan tenkit edip karşı tarafın nefretini kazanmaktansa hadiseyi etraflıca izah edip yanlışı doğrudan ayıklamışlardır. Ali Haydar Efendi’nin konuşmalarında da hep bu üslup hissedilirdi. Meselenin doğrusunu anlatır, yanlışını idrak etmeyi ise cemaate bırakırdı. Allah demenin bile yasak olduğu bir devirde böyle konuşmak, konuşma üsluplarının en doğru olanıydı.
Perşembe günleri, Sultan Selim’de, Salı günleri Nişanca camiinde öğle sonraları vaaz verirdi. Kuran ve Sünnet’in İslam Medeniyeti’nin iki esası olduklarını ve kıyamete kadar da vazgeçilmezliklerini koruyacaklarını anlatırdı. Konuşmalarını irticalen yapar, cemaat üzerinde azim tesirler bırakırdı.
Kudema bezmine ahirde gelen bu alimi şehir-i, yeni hayat, irticadan sabıkalı görüyordu. Bu yüzden peşine hafiyeler takmışlardı. Vaazlarını cemaatin yanı sıra hafiyeler de dikkatle izlerdi. Müslümanlar için su gibi hayat olan ifadeleri, kıptilere kan gibi görünürdu.
Mürşit
Ali Haydar Efendi, medresede yetiştirdiği, cami kürsüsünde irşad ettiği çağının tanıklarını sosyal hayatta da yalnız bırakmaz, hayatın içinde rol alarak onları eğitirdi. Bu çerçevede, her Çarşamba günü zembilini arkasına alır, küçük oğluyla birlikte Çarşamba pazarına gider, ihvanı ve tekkeye gelecek misafirleri için sebze-meyve, vesaire satın alırdı.
Yine bir Çarşamba günüydü, zembili arkasında küçük oğluyla birlikte pazara gidiyordu ki, tam Çarşamba Karakolu’nun yanında, acuze bir kadın 15-16 yaşlarındaki kızıyla Ali Haydar Efedi’nin karşısına çıktı. Kadın, tesettürlü fakat kızı aşırı derecede açıktı. Manzara, Ali Haydar Efendi’nin Hazret-i Ömer (r.a) vari bir şecaat arz etmesine sebep oldu. Kızın annesine hitaben şöyle dedi; “Behey gafil kadın! Sen, kendine merhamet ediyor kapanıyorsun da bu masume yavruya bir kastın mı var ki onu bu halde dolaştırıyorsun. Bu nasıl bir anneliktir ki, göz göre göre yavrunu ateşe atıyorsun.”
Saadettin Kaynak Vesilesiyle
Ali Haydar Efendi Sultan Selim Camii civarında ikamet ettiğinden bu camide müezzinlik yapan Saadettin Kaynak’ı iyi tanırdı. Hafız olması hasabiyle ona muhabbet besler, müşkillerini halletmeye çalışırdı. Kırılgan bir yapıya sahip olan Kaynak, hocalar içerisinde İslam’ın değişmezlerini değiştirmede en aktif davrananlardan oldu. Şapka taktı, simokin giydi, içkili salonlarda sanat icra etti. Vakta ki ezan Türkçe okutulmaya başlayınca bu işe de öncülük etti. “Tanru Uludur” diye ezan okumaya başladı. Ali Haydar Efendi bir zamanlar muhabbet beslediği bu müezzini şapkayla sokakta görünce, bostonunu kaldırıp “Hain Adam din-i mübin-i tahkir ediyorsun” diyerek kovaladı.
Sokaktan geçen birisini uyarmak, ona İslam’ın hakikatini anlatmak bugünün mantığına tuhaf gelebilir. Bu yüzden modern zamanın aşındırdığı kalpler bu duruşu “doğru” okuyamazlar. Fakat, Mekke sokaklarında, Zü’l-Mecaz panayırında karşılaştığı her insanı uyaran Hazreti Resulullah’tan Anadolu erenlerine her zemin ve zamanda İslam’ı anlatmak müminlerin değişmez bir sünneti olmuştur.
Hayatın küçük gibi görünen ayrıntıları, bazen cemiyetin mühim muharrikleri olabilirler. Cemiyet içinde müslümanca yaşamak, olaylara müdahil olmak, avam açısından güçlü bir iman, alim açısından ise kompleksiz bir irfan ister. Üstat, o irfanın yaşadığı vatandı.
Gül Hanife Hatun
Ali Haydar Efendi’nin, zembille sırtında taşıdığı pazarlıkları, hanımı Gül Hanife Anne ambara yerleştirir, zamanı gelince de pişirir, misafir ve ihvana ikram ederdi.
Gül Hanife Anne, gündüzleri ihvana yemek hazırlar, gece de sabahlara kadar Ali Haydar Efendi’yle oturur, tesbih çekerdi. Uzun yıllar bu hal üzere devam etmesinden dolayı, sırtı kamburlaşmıştı.
Ali Haydar Efendi, hanımının İslam’la olan münasebetini anlatırken şunları söylüyor; “Eğer, kadınlardan şeyh olsaydı o Gül Hanife Hatun olurdu.”
***
İsmet Efendi Tekkesi, barınma ve yemek ikramının yanı sıra sosyal içerikli başka hizmetlerde verirdi. Örneğin tekkede büyük çamaşır leğenleri vardı. Fukara onlarda külle çamaşır yıkardı.
Ali Haydar Efendi, ihvanın ticari ve ailevi ilişkileriyle de alakadar olur, ahlaki açıdan birbirlerine güvenmeyenlerin ticari ortaklık yapmamalarını öğütlerdi.
Tarikat dersini değişmeye gelenlere ya da ders almak isteyenlere, hanımlarını kastederek; “Oğlum! Leyla’n ile aran nasıl” diye sorar, müspet cevap alamadığında; “Git! Aranı düzelt, gönlünü al, öyle ders verelim” derdi. Ailevi ilişkilerin iyi olmasına çok önem verirdi.
***
O, nemli gözleri, gündüz sıyamı, gece kıyamı yanında, sırtında ki zembili, çarşı-pazardaki sohbetiyle cemiyete “insan-peyamber”i taşıdı.
Pazardan aldığı nevaleyi tasnif edip ambara yerleştirmesiyle, Hanife Anne’nin pişirdiği yemekleri ihvanın sofrasına taşımasıyla; on dört asır evvel Medine’de elbisesinin söküklerini kendi elleriyle diken, Suffe Ashabı’na kasedeki sütü bizzat takdim eden Kainatın Efendisi’ni (s.a.v.) hatırlattı. Ardında yaşanmaya değer bir hayat bıraktı.
O, modern zamana İslam irfanını haliyle, kaliyle anlatan bir büyük öğreticiydi. Sarığı, cübbesi ve tekkesiyle cemiyete İslam’ı sundu. Bakışlarında Medine sıcaklığını yaşattı. Gül’ün(s.a.v.) ikliminde Gül’ün kokusunu almıştı, bu yüzden Gül’ün kokusunu dağıttı.