Alim YÜCER
Hiç şüphesiz sözün en hayırlısı Allah’ın kitabıdır. En hayırlı yol ise Muhammed (s.a.v.)’in yoludur. İşlerin en kötüsü, sonradan ortaya çıkarılan bid’atlardır. Her bid’at sapıklıktır.[1]
İnsanların ayıplarını araştırmak dinimizde yasaktır. Fakat mesele din ve ilim olunca durum değişir. Özellikle muhaddislerin cerh ve tadil konularında hadis rivayet eden kişilerin tüm hallerini araştırdıkları ve haklarında adildir veya değildir hükmünü verdikleri erbabınca malumdur.
Hadis kriterlerine göre güvenilir olabilmek, gerçekten herkesin ulaşamayacağı çok büyük bir değerdir. Bu kriterlere göre güvenilirlik şartını elde edebilmiş kişinin şaz rivayeti kabul edilmiyorsa, bu kriterlere ulaşıp ulaşmadığı belli olmayan kişilerin din adına ortaya koydukları şaz görüşlerine nasıl bakmamız gerektiği sanırım daha iyi anlaşılmış olmaktadır. Esasen günümüzde din adına ahkam kesen ve bir çok garip görüşler orya atan kişilere, işte bu usulü hadis ilkesine göre bakmak, dinimiz adına çok daha güvenilir olacaktır.
Şurası bir gerçek ki biz kullar asla mükemmel olamayız; haliyle yaptıklarımız da mükemmel olamaz. Bu noktada İmam Malik (r.h.)’in şu tespiti gerçekten çok önemlidir: “Allah Rasûlü (s.a.v)’den başka herkesin sözü alınır da, terk de edilir. Ancak Peygamber (s.a.v) bunun dışındadır.”[3]
İslamoğlu’nun “Yahudileşme Temayülü” kitabındaki maksadı aşan ifadeleri ve bir takım yanlışlıkları reddederken genel anlamda kitabın konusuna ve yazarının dile getirdiği bir kısım doğrulara -başta sahabe ve alimlerimiz olmak üzere geçmiş Müslümanlara- şöyle dua ederek katılıyorum:
“Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki sen çok şefkatli, çok merhametlisin!”[4]
Bu duamdan da anlaşılacağı gibi, geçmişi masum olarak görmüyorum. Ancak geçmiş alimlerimize Peygamber (s.a.v)’in şu sözünü esas alarak bakıyorum:
“Hakim ictihat ederek hükmeder de doğruya isabet ederse onun için iki ecir vardır. İçtihat ederek hükmeder de yanılırsa ona da bir ecir vardır.”[5]
İçtihatlarında yanılan alimlerimize Peygamber’imiz (s.a.v) sevap vaat ederken, bizlerin hakaret etmesinin nebevi ahlak ile ne kadar örtüştüğünün takdirini sizlere bırakıyorum.
Aşağıda sıralayacağımız başlıkların yanı sıra yazarın en belirgin hatalarından birisi ve en önemlisi kaynakları anlamada ve olduğu gibi yansıtmada sorunlu olmasıdır.
Bu kısa makalede yazarın bütün yanlışları değil; sadece belirgin olanları ele alınmaya çalışılmıştır. Bu nedenle ele alınmayan konuların tamamına katıldığımız anlaşılmamalıdır. Özellikle de, eleştirdiğimiz bu kitapta ehli kitap ile ilgili verilen kaynakların incelenmesinden sarfı nazar edilmiştir.
Yazarın adı geçen kitabındaki çelişkilerini ve tuhaf görüşlerini, dergi sayfalarının müsaade ettiği kadarıyla, ana başlıklar halinde ele almaya çalışalım:
Sünnetin Tahrif Edilmesi İddiası
Sayın İslamoğlu diyor ki:
“…Allah Teâlâ’nın, Kur’an’da, Hz. Peygamber’i örnek göstermesi, bir şeyi bize garanti etmesi anlamı taşımaktadır: Örneklik müessesesinin tahrif olunmaktan korunması… Yok eğer örnek gösterilen kaynak korunmayacaksa, örnek göstermenin pratikte geçerli bir yanı kalmamaktadır. Tahrif edilmiş bir kaynağı örnek almak hem caiz değil, hem de mümkün değildir. Allah ise kuluna imkansız bir şeyi yapmasını emretmez. O halde tahrif edilmemiş sünnet nedir? Elbette o “ameli sünnet”tir. Hadise gelince…
İsrailoğulları kendi kitapları üzerinde yaptıkları tahrifatın aynısını bu ümmet de hadise yapmıştır.”[6]
Burada böyle söyleyen yazar biraz sonra şöyle diyor:
“Rasûlullah’ın kesin emirle “Benden bir şey yazmayın. Benden Kur’an dışında bir şey yazan hemen onu imha etsin” buyurması, Sahabenin kendi sözlerini yazmak için izin istediklerinde bu isteği defaatle reddedip buna izin vermemesi hep bu ümmetin kitabı tahrif ederek Yahudileşeceği korkusu yüzündendir.” [7]
Şimdi yukarıdaki görüşlerden hangisini doğru kabul edeceksiniz? Bizim de katıldığımız “örneklik müessesinin tahriften korunmuş olması”na mı? Yoksa:
“Hadise gelince… İsrailoğulları kendi kitapları üzerinde yaptıkları tahrifatın aynısını bu ümmet de hadise yapmıştır.”a mı?
Bunun neresi çelişki demeyin? Çünkü hadisler hakkında yazarımız aynı konunun iki sayfa sonrasında, yani yukarıdaki sözlerinin arka sayfasında şöyle demektedir:
“Sünnetin temiz ırmağını bulandırmak için, onun bir bölümünü oluşturan hadisleri tahrif etmek en uygun yoldu.”[8]
Şimdi de yazarımızın tahrif konusunun sonuç bölümündeki şu ifadelerine bakın:
“İsrailoğulları’nın en ünlü tahrif biçimi olan uydurmacılığı Kur’an’da gerçekleştiremeyenler, sünnetin büyük bir bölümünü oluşturan “hadis”te gerçekleştirmişlerdir”[9]
Yukarıda verdiğimiz yerlerdeki ifadelere göre örneklik müessesesi tahriften korunmuştur; o müessese “ameli sünnettir” ve onu da bize ulaştıran hadis kaynaklarıdır. Hadis kaynakları tahrif edilmiş olduğuna göre Allah, Resulünü bize nasıl örnek göstermiş oluyor? Acaba sayın İslamoğlu ne demek istiyor veya bu yazdıklarını hiç böyle yan yana koyup düşünmüş müdür?
Acaba yazarımıza göre sünnetin tanımı nedir? Sonra bu sünnet nerden öğrenilmiştir? Bu sünneti bizlere kimler ulaştırmıştır? Ulaştıranlar tahrif yapmışlarsa bizler tahrif olanını ve olmayanını nereden ve nasıl öğreneceğiz? Böyle bir mantık sahibi birisi kalkıp da: “Efendim tabi ki Kur’ân’dan öğreneceğiz” diyemez. Öyle ya hadisi, sünneti bize getiren tahrifçilerin, bize getirdikleri Kur’ân’ın tahrif olmadığı ne malum?
Netice olarak yazarın hadisler hakkındaki bu görüşleri cevap bekleyen pek çok şüphe ve kuşku meydana getirmektedir.
Hadisleri Kabul ya da Reddederken Hadis Usulünü Değil, O Hadisin Ele Alınan Konuya Uyup Uymamasını Esas Alması
Mesela aşağıdaki hadise yaklaşımına bakalım:
“Kur’an’ın en büyük müfessiri olan Peygamber Fatihanın son ayetindeki “Gazaba uğrayanların ve sapıkların yolu”nu “Yahudilerin ve Hıristiyanların yolu” olarak tefsir ediyordu:”[10]
Sayın İslamoğlu böyle dedikten sonra Tirmizî, Sünen, Kitab-u Tefsiri’l-Kur’an, 1/1(2953) hadisini veriyor; dipnotta da Tirmizî’nin bu hadis hakkında hasen-garip dediğini ve Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde geçen şeklini (4/378-379) veriyor. Sonra “Hadisin Kritiği” başlığı altında şöyle diyor:
“Tirmizî bu hadise “hasen–garip”tir der. Garip olmasına gösterdiği gerekçe ise ravileri arasında bulunan Semmak b. Harb’tir. Ravilerin hayatını anlatan kitaplar bu zatın ömrünün sonunda bunadığını kaydeder. Bu hadisin başka bir silsileyle gelmesi hadise getirilen tüm eleştirileri boşa çıkarmaktadır. Bu silsileyi delil gösteren İbn Hibban hadise “sahih hadistir” hükmünü koymuştur.”[11]
Tüm bu anlattıklarından sonra da yazarımız şunu ekliyor:
“Bu hadisi anlamak yerine reddetmeyi tercih eden bazı “çağdaş” ilim adamları, ilmî olmaktan çok hissi davranmışlardır.”[12]
Gerçi Tirmizî’nin “hasen-garip” demekle neyi kastettiği açık değildir. Ancak garip lafzını kullanması hakkında senet yönünden olabileceği gibi, metin yönünden de garip olabilir, denilmiştir. Garip ise, ravilerden birisinin o hadiste tek kalmasıdır.[13]
Sayın İslamoğlu, Tirmizî’nin rivayet ettiği bu Adiy b. Hatem hadisini incelerken kullandığı metodu -ki bizim de benimsediğimiz bir metottur- diğer hadislere yaklaşırken kullanmaması açık bir çelişkidir. Yani yazarımızın, ilerleyen bölümlerde de görüleceği gibi, bir hadisi kabul veya reddederken ölçü aldığı kıstas net olarak görülmüyor. Hani insanın aklına şu gelmiyor değil: İşime gelirse sahih, gelmezse sahih değildir ya da işlediğim konuyu destekliyorsa sahih, değilse gayri sahih.
“Bu hadisi anlamak yerine reddetmeyi tercih eden bazı “çağdaş” ilim adamları, ilmî olmaktan çok hissi davranmışlardır.” diyen sayın İslamoğlu’na şimdilik “Ya siz?!” demekle yetinelim.
Yukarıdaki ifadelere ve hadisin tahricine yönelik gayretlere bakınca gerçekten ilmi bir yol benimsendiğini söyleyebileceğimiz bu tavır ve yazarımızın ele aldığı kitabın konusuyla ilgili olan bu hadis hakkında yapılan eleştirileri reddederken sarf ettiği ifadeler, diğer hadislere yaklaşırken aynen kendisine yöneltilebilir. İşte bu hissi yaklaşımlara örnekler:
“Bir kere bu bölümde geçen Ceyhan, Fırat ve Dicle ırmakları Aden (Yemen)’den değil Anadolu’dan çıkmaktadır. İkincisi, Yemen’den çıkan bir ırmak nasıl Kızıldeniz’i geçip de Habeşistan (Kuşili)’ı baştan başa dolaşır? İslam hadis külliyatına Tevrat’ın bu bölümünden alındığı belli olan Yahudi kültürüne ait bir “hadis” de girmiştir.”[14]
Sayın İslamoğlu yukarıdaki açıklamayı yapmış ve hadislerin ne olduğunu vermeden kaynak olarak Müslim, Cennet 26; Ahmed b. Hanbel, 2/261, 289 numaralı hadisleri göstermiştir. Tabi bu kaynaklara kaç kişi bakabilir bilinmez. Yukarıdaki ifadelerinde okuyucuları yanıltma var. Zira okur, sayın İslamoğlu’nun ifadelerini okuyunca, kaynak olarak verdiği yerlerde gerçekten böyle ifadeler olduğunu sanacaktır. Öyle ya, her okur ne bilsin kaynak olarak verilen hadislerin metinlerinin şöyle olduğunu:
“Seyhan, Ceyhan, Fırat ve Nil her birisi cennet nehirlerindendir.”[15]; “Fırat altından bir dağı ortaya çıkaracaktır. Bunun (altın) için insanlar savaşacaklar da her on kişinin dokuzu öldürülecektir.”[16] “Seyhan, Ceyhan, Nil ve Fırat her biri cennet ırmaklarındandır.”[17]
Şimdi İslamoğlu’nun söyledikleriyle kaynak verdiği hadislerin ne alakası var? Bilemiyorum bunu ne amaçla yapıyor? Bu hadisin Yahudi kültürüne ait olup Tevrat’tan alındığı nereden, nasıl belli oluyor? Bu bakış açısı, hadisi anlamak yerine hadisi reddetmek ve hadis kaynaklarına karşı güveni sarsmak olmuyor mu?
Kaldı ki Buhari, Savm 52’ye atfen verdiği hadiste,[18] Aşure orucunu Nebi (s.a.v.)’in Yahudilerden aldığı geçmektedir. Hal böyleyken ve Müslim’deki hadisin onlardan alındığı hiç de belli değilken, neden bu ifadeyi kullanıyor? “Yahudi kültüründen alındığı belli” türünden ifadeler ne anlama geliyor? Bu türden farklı bakışlar hadislere yaklaşımında bir çelişki içerisinde olduğunu göstermiyor mu?
“….ibareleri benzer bir şekliyle, Rasûlullah’ın Tevrat’taki vasıfları olarak İslam kaynaklarında da geçmektedir.”[19]
Bunlara da –yukarıda söylediğine göre- Yahudi kültüründen girmiş denemez mi? Kaldı ki biz Yahudilerden gelen her haberin yalan olduğu görüşünü de benimsemiyoruz. Tıpkı yazarımızın aşağıdaki hadisi delil göstererek dediği gibi:
“İsrailoğulları hakkında konuşun. Bu konuda konuşmanızda bir sakınca yoktur” [20]
Yine yazarımızın söylediği gibi:
“Ne ki elbette Tevrat’ın tümü tahrif edilmemiştir…”[21]
Başka bir yerde de yazarımız aynen şöyle der:
“Hz. Peygamber hiçbir taassuba kapılmadan onlara yaklaşır, doğrularını tasdik etmekten kaçınmazdı. Hz. Aişe’nin başından geçen şu olay hayli manidardır” (Yazar burada, yer almasın diye metnini vermediğim, Aişe annemizin bakışını ve efendimizin sözlerini verir.) [22]
Buna da Yahudilerden alınmıştır denilemez mi? Demek ki Yahudilerden alınan her şey yanlıştır, denemez. Öyleyse Müslim, cennet, 26 hadisi de Yahudilerin dediği gibi değil; belki onların tahrif ederek verdikleri olayı tashih ederek veriyor, dememiz gerekiyor. Sayın İslamoğlu bunu coğrafi duruma aykırılıkla da reddedemez. O halde bu hadis kaynaklarına bu kadar rahat, hiçbir kıstas olmadan nasıl eleştiri getiriyor ve bunların güvenirliklerini nasıl töhmet altında bırakıyor? Bunu hangi ölçüyle yapıyor? Kendi ifadeleriyle, hadisleri anlamak yerine hissi yaklaşım sergilemiyor mu? Yazarın hadislere yaklaşırken sergilediği çelişki, yukarıda verdiğim birkaç örnekle sınırlı değildir. İşte aşağıdaki konu bu çelişkinin en çarpıcı örneklerinden birini oluşturmaktadır.
Muteber Hadis Kaynaklarına Bakışı
Sayın İslamoğlu “Musa ümmetinin Tevrat’ı tahrifi” başlığı altında Tevrat’ın beş şekilde tahrif edildiğini beşincisinin de uydurma yoluyla olduğunu belirterek şöyle der:
“Yahudilere kendilerine hükmü açıkça beyan edilen Tevrat” gönderildi, Allah’ın kitabıyla yetinmeyip gereksiz bir çok soru sordular. Sorularının cevaplarını Tevrat’ta bulamayınca uydurmaya başladılar. Nitekim bunun sonucu “Mişna: Söz” ve “Gemara: Pratik” denilen rivayetler çıktı. Aynı tip tahrifi Müslümanlar da kendi şeriatlarında yaptılar. Hadis uydurmacılığı bunun en tipik örneğiydi. Allah’ın koyduğu haramlarla yetinmeyip uydurma hadislerle yeni haramlar ihdas etiler. Allah tarafından korunmuş kitaplarının tahrif olduğu sonucunu doğuracak yalan rivayetleri en güvenilir kitaplarına aldılar. Selman Rüşti ve Turan Dursun gibi kendi inancına düşman edilmiş zavallıların eline İslam’a karşı birer koza dönüşecek “Garanik” türü rivayetlerle doldurdular kitaplarını.”[23]
Sayın İslamoğlu hadis uydurmacılığından hareketle en güvenilir hadis kaynaklarının bile yalan yanlış uydurmalarla doldurulmuş olduğu sonucuna varmaktadır. Öyleyse en güvenilir kitapları da reddetmemiz gerekmektedir. Sonra sayın İslamoğlu kaynaklar hakkında bu dediklerine kendisi inanıyorsa şu ifadelerini nasıl açıklarlar acaba:
“Asr-ı saadetteki Müslüman-Yahudi münasebetlerini mümkün olduğunca muteber kaynaklara dayanarak vermeye çalıştık.” “Şimdi, tüm muteber hadis kaynaklarını tarayarak binlerce hadis arasından seçtiğimiz…”[24]
Şayet Sayın İslamoğlu bu kaynakların yalan rivayetlerle dolu olduğu sözüne kendisi inanıyorsa, yalan rivayetlerle dolu kaynakları bu ümmete nasıl muteber kaynaklar diye sunabiliyor? Sayın İslamoğlu’ndan en güvenilir kaynaklarda Kur’an’ın tahrif olduğu sonucunu doğuracak hadislerin listesini vermesini, Garanik türü rivayetleri de göstermesini istiyoruz. Aksi takdirde Sayın İslamoğlu’nun bir iftiracı ya da Yahudi mezhebi olan “saduki” mantığından bir “temayül” içerisinde olduğunu söyleyerek kitabındaki tezine bir delil de biz eklemiş olacağız. Bir tutarsızlık örneği daha:
“Ne gariptir ki tüm rivayetler vahyin Hz. Peygamber zamanında yazdırıldığı konusunda ittifak etmesine rağmen, Kur’an’ın cem edilmesi esnasında bu ana malzemenin ne olduğu konusunda hiçbir bilgi vermemektedir. Bunun yerine birçok asıllı ve asılsız rivayetler zikreden hadis kaynakları, naklettikleri içerisinde Kur’an’ın korunmuşluğuna gölge düşürecek rivayetlere yer vermekten kaçınmamışlardır.”[25]
Pes doğrusu denir de, ben “pes yanlışı” diyeceğim. Çünkü bu satırlarınızın hemen gerisinde yani karşı sayfasındaki şu satırlar size ait değil mi? Orda şöyle diyen siz değil misiniz?:
“İnen her ayet zaman geçirilmeden vahiy katipleri tarafından kayda geçiriliyordu. Bu iş için deri parçaları, yassı tabletler, ağaç kabukları, hurma dalları ve kürek kemikleri gibi o dönemde yazıya elverişli malzemeler kullanılıyordu. Kur’an’ın vahiy katiplerince yazılımı gerçeği, bize kadar ulaşmış bir çok sahih rivayet tarafından da tasdik ediliyordu. Bu durum Kur’an’ı kendisinden önceki ilahi kitaplardan ayıran bir özellikti.”[26]
Yazarımızın hangi ifadelerini doğru, hangilerini yanlış kabul edeceğiz? Burası galiba okuyucuya bırakılıyor olsa gerek (!).[27]
Hadislerin Yazılmasına Bakışı
Sayın İslamoğlu Darimi’yi kaynak vererek ele aldığı bu konuya şu hadisi delil olarak sunar:
“İbn-i Mes’ud’a insanların yanında, hadis yazılı metinler olduğu haber verilince şaşırdı. Tuhafına gitti. Bu şaşkınlığı, o metinler getirilip imha edilinceye kadar geçmedi. Ardından dedi ki: “Sizden önceki kitap ehli, alimlerinin kitabına sarılıp, Rablerinin kitabını terk ettikleri için helak oldular.”[28]
Yazarın tercümesinde iki yanlış var. Birincisi: İnsanların yanında hadis yazılı metinler olduğu. İkincisi: İbn-i Mes’ud’a haber verilince şaşırdığı. Halbuki metnin doğrusu şöyledir:
“İnsanların yanında beğendikleri bir kitap olduğu İbn-i Mes’ud’a ulaştı. Bunun üzerine onlardan o kitabı getirmelerini ısrarla istedi. Nihayet onu getirdiler de o da onu imha etti. Sonra da şöyle dedi: Sizden önceki kitap ehli ancak alimlerinin kitaplarına yönelip Rablerinin kitabını terk ettikleri için helak oldular.”
Şimdi sormak lazım, örnek verdiğiniz metinde “hadis” lafzını nereden çıkarıyorsunuz?
Oysa sayın İslamoğlu Darimi’ye biraz daha dikkatli baksaydı ya da hadisleri reddetme merakını bir kenara koyarak bakmış olsaydı veya hadislere -kendi ifadelesiyle- hissi yaklaşmamış olsaydı, aynı kitabın aynı konusunun 483’ncü hadisinde, yine İbn Mes’ud’dan aynı meselenin şöyle açıklandığını görecekti:
“…Ebu Murra el-Kindî Şam’dan bir kitap getirdi ve onu götürüp Abdullah b. Mes’ud’a verdi. O da ona baktı sonra bir leğen istedi. Ardından su istedi ve o leğende o kitabı ıslatıp sildi. Ve şöyle dedi: ‘Sizden öncekiler ancak, kitaplara uyup kendi kitaplarını bırakmalarından dolayı helak oldular.’ Husayn dedi ki: Murra şöyle dedi: Elbetteki o, şayet Kur’an’dan veya sünnetten olsaydı (Abdullah) onu imha etmezdi. Ancak o ehli kitabın kitaplarındandır.”[29]
İnsanın bir kaynaktan işine gelenleri alıp diğerlerini görmezlikten gelmesinin bırakın ilmi olmayı, edebi izahı bile yapılamaz.
Yazılmışı Yazılmamanın Delili Görmek
Sayın İslamoğlu yine çelişki içerisinde, şu yazılmış olan hadisleri, hadislerin yazılmamasının delili olarak kullanarak şöyle diyor:
“Rasullulah kesin emirle, “Benden bir şey yazmayın, benden Kur’an dışında bir şey yazan, hemen onu imha etsin.” hadisini ve sahabenin kendi sözlerini yazmak için izin istediklerinde, bu isteği defaatle reddedip buna izin vermemesi, hep bu ümmetin, kitabı tahrif ederek, Yahudileşeceği korkusu yüzündendir.” [30]
Sayın İslamoğlu’nun verdiği hadisler doğru, ama aynı kitaplarda şunlar da var:
“Hz. Aişe dedi ki: “Rasûlullah hastalandığında bana şöyle buyurdu: Bana Ebu Bekir ve kardeşini çağır da bir yazı yazacağım.”[31] “Getirin size bir yazı yazayım; ondan sonra sapmazsınız, buyurdular.”[32] Yazarımız Tirmizi, Kitabu’l İlim, 11. Bab, 2665 hadisini veriyor: “Biz nebi’den yazmak için izin istedik, vermedi.” Bir sonraki 12. Bab 2666, 2667 ve 2668 numaralı üç hadisi acaba neden görmüyor? Oysa bunların üçü de açıkça yazmayı emretmektedir. İşte onlardan biri:
“Ensâr’dan bir adam Peygamber’in yanında oturur, Peygamber’den hadislerini dinler, hoşuna gider fakat ezberleyemezdi. Bu durumunu Rasûlullah (s.a.v.)’e şikayet etti ve, ‘Ey Allah’ın Rasûlu!’ dedi; ‘senden bir hadis işitiyorum, hoşuma gidiyor fakat ezberleyemiyorum.’ Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.): ‘Elinin yardımına müracaat et.’ buyurdu ve eliyle yazı yazmaya işaret etti.”
Diğerleri ise: Peygamber (s.a.v) Ebu Şah için (hutbeyi) yazın, demesi ve Ebu Hüreyre’nin Abdullah b. Amr’ın hadisleri yazdığını anlattığı meşhur hadistir.[33] Bu son hadis Buhârî, İlim: 17; Dârimî, Mukaddime, 27’de geçer. Şimdi size soruyorum: Aynı kitabın aynı sayfasındaki bir hadis verilir de diğerleri neden verilmez? Bunun neresi ilmîliktir? Ha, yazarımız belki de: “Efendim, ben kabul etmediğim hadisi niye vereyim? Ben zaten o hadisleri içerisinde barındıran kitapların bir çok asıllı asılsız, Garanik türü rivayetlerle doldurulduğunu söylüyorum. Hadislerin yazılmasını gösterenler de işte bu uydurma rivayetlerdendirler. Fakat benim görüşüme uyan, yani hadislerin yazılmasını yasaklayan hadisi kabul ediyorum; benim verdiğim hadisler sahihtir; diğerleri uydurmadır” diyebilir.
O zaman da kendisine şöyle deriz: Yazılmayı yasaklayan hadisleri kabul ediyorsunuz da niçin yazılmışı delil olarak veriyorsunuz? Size göre yazılan yanlış, öyleyse sizin delil getirdiğiniz de yanlış! Yanlışı neden delil diye kullanıyorsunuz? Yazılan uydurmaysa neden uydurulmuşu delil olarak kullanıyorsunuz? Her yazılana uydurulmuştur, demiyorum diyorsanız; öyleyse bunun ölçüsü nedir? Kur’an’dır, derseniz; Kur’an yazıya karşı değildir; aksine onu teşvik etmektedir.
Recm Meselesine Yaklaşımı
Sayın İslamoğlu müslüman zinakârlara bu konuda Peygamber döneminde en az bir defa recmin uygulandığını fakat bu hükmün Tevrat’a dayanıp dayanmadığının kesin olmadığını, sorunun çözümünde a) Cezanın illetinin, gayesinin ve onunla ilgili hususi şartların tahlili, b) Medine’de recm cezasının uygulandığı zamanın doğru tespiti şarttır, der.
Birinci sorunun cevabı için Maiz olayını incelendiğinde olayın sıradan bir zina vakası değil mücahitlerin ailesine tecavüz olduğunu, ikinci sorunun cevabında ise olayın sahabe zamanında bile tartışıldığını söyleyerek şu neticeye varır: Netice olarak recm Tevrat’ın bir hükmü olabilir ve muhtemeldir ki Tevrat’ın bu hükmünü Hendek savaşı öncesinde inen Nur suresinin 2. ayeti nesh etmiş ve Kur’an bu konuda en son sözü söylemişti.
“Kur’an’ın bu konudaki hükmü inmezden önce, bu konuda Tevrat’la hükmeden Nebi eğer rivayet doğruysa daha sonra şöyle buyuracaktır: “Siz Tevrat ve İncil’le amel etmekle mükellef değilsiniz. Ancak onlara iman edip hakikatini Allah’a havale etmekle mükellefsiniz.”[34]
Buradan benim anladığım ve okuyucuların da anlayacağı şudur: Recmin delilleri o kadar kesin değildir; o halde İslam şeriatında recm cezası diye bir şey yoktur. Yazarımızın ihtimalle de olsa kabule pek yanaşmadığı belli olan bu konu gerçekten de söylediği gibi midir?
Recm Cezası Resûlüllah (s.a.v.) Zamanında Kaç Kez Uygulanmış?
1) Sayın İslamoğlu, en azından bir zina olayında recm uygulandığını kaynaklar veriyor, diyerek Maiz olayını örnek olarak gösteriyor. Oysa yine yazarımız kitabının ileriki sayfalarında şöyle demektedir: “Hz. İsa’nın bu sözü, zina suçundan recm cezasına çarptırılan Gamid’li kadının cenaze namazını kılan Rasulullah’ın, “Hem zina etsin hem de cenazesini mi kılalım?” diyen Hz.Ömer’e söylediği şu sözüne ne kadar da benziyor: “O öyle bir tevbe etti ki, eğer onun tövbesi Medine halkından 70 kişiye paylaştırılsa yine fazla gelirdi.”[35]
Burada da görüldüğü kadarıyla yazarımızın dediği gibi recm olayı en az bir değil, yazarın kendi kitabında kendisinin verdiğine göre üç oluyor. Her ne kadar en az bir recm olayının gerçekleştiğini söylüyorsa da, Sayın İslamoğlu’nun delil olarak sunduğu Müslim hadisinde Gamid’li kadın diyerek verdiği bu hadis 25. değil, 24. hadistir. Ayrıca kadın Gamidli değildir, Cüheyne kabilesindendir. Kaynak adeta Sayın İslamoğlu’nun yanılgısını haykırıyor. Çünkü Sayın İslamoğlu’nun hadis numarasını yanlış vererek iki kadının recmedildiğini göstermiş oluyor. Netice Müslim, Hudud kitabındaki hadislerden recm cezası en az dört defa uygulandığı ortaya çıkıyor. Buhârî, Kitabul Muharibin, bab:21, Hz. Ali’nin Resûlüllah (s.a.v.)’ın sünnetiyle onu recmettiği hadisi de geçmektedir ve sayılan had cezalarına dahil değildir. Ne gariptir ki, Sayın İslamoğlu’nun Medine’de recm cezasının uygulandığı zamanın doğru tespiti, deyip bunun zamanının sahabe döneminde de tartışıldığını söylediği ve sözüne delil olarak verdiği 6813 nolu hadis, bizim yukarıda verdiğimiz 6812 nolu hadisin tam da altındadır. Sayın İslamoğlu yine görmezlikten gelerek, kaynaklar recmin en az bir defa uygulanmış olduğunu göstermektedir, demektedir.
Bir sonraki yani Buhârî, 6814 nolu hadiste de şöyle geçmektedir: “Eslem’den bir adam Rasulullah’a geldi ve zina ettiğini anlattı. Dört defa da kendi aleyhine şahitlik etti. Resulullah’ın emriyle recmolundu. (Ravi) O adam “muhsandı” diyor.” Yani yazarımızın recm olayının sahabe döneminde tartışıldığının delilini verdiği Buhârî, 6813 nolu hadisin bir altındaki 6814 nolu hadis olması ve bunu yazarın görmemesi gerçekten de gariptir. Buhârî’nin aynı kitabında Hz. Ömer’den uzunca nakledilen bir hadiste şu da geçmektedir: “Rasûlullah (s.a.v.) recmetti, ondan sonra biz de recmettik.”[36]
2) Yazar, Maiz olayının normal bir zinadan başka, farklı boyutlarının olduğunu söylüyor ve gazilerin geride bıraktığı aileye karşı bir tecavüz olduğunu dile getiriyor. Maiz olayını Müslim’deki hadislerle incelediğimizde yazarın dediği gibi olmadığı ortaya çıkıyor. Bir kere olay tecavüz değil. Çünkü Peygamber (s.a.v) şöyle diyor: “Bunlardan biri (kadına) bir şeyler verir.”[37] Bir sonraki hadiste ise, “O, kadınlardan birine bir şeyler verir.” diye geçmektedir.[38]
İkinci olarak Maiz dört defa kendisi zina ettiğini itiraf ediyor. Üçüncüsü; 19. hadiste Resulullah, Maiz’e: “Senin hakkında bana gelen doğru mudur?” diye sordu. O da, “Benim hakkımda sana gelen nedir?” dedi. Resûlüllah: “Bana ulaştığına göre falan oğullarının cariyesiyle cinsi temasta bulunmuşsun.” dedi. O da: “Evet” dedi ve dört defa şahitlik etti. Sonra da Resûlüllah’ın emriyle recmolundu.”[39]
Bu da gösteriyor ki kadın gazilerden birisinin ailesi değil, cariyesiymiş. Zira kadının recmedildiğinden hiç bahsedilmiyor. Şayet bütün bu saydığım gerekçeleri yazarımız kabul etmiyor ve hala “Hayır, bu bir tecavüzdür.” diyorsa; kendisine “Peki, sizin de kitabınızda delil diye verdiğiniz “Gamid’li” kadın kime tecavüz etmiş(?) de Rasûlullah (s.a.v.) onu recmetmiş?” sorumuza ne diyeceklerdir?
Resûlüllah (s.a.v.) Recmi Ne Zaman Uygulamıştır?
Sayın İslamoğlu’nun ikinci sorunun cevabı dediği, sahabe ve tabiin zamanında, Resulün recmi Nur suresinden önce mi, sonra mı uyguladığı konusundaki sahabeye sorulan bu soruyu tartışma olarak sunması hiç de doğru değil.
Sayın İslamoğlu’nun “Sahabe ve tabiinin tartıştığı” şeklindeki sözüne gelince, bunun sanki gerçekten sahabe arasında böyle bir tartışma varmış gibi lanse edilmesi kesinlikle doğru değildir. Çünkü, recm olayının varlığını ispatlayan o kadar hadis arasından sadece “tabiînden” bir zatın bu sorusunu tartışma diye sunmanın hiçbir güvenilir yanı yoktur. Yok illa da vardır diyorsanız, o zaman Hz. Ömer’in minberde insanlara “Kur’an’da recm vardı, Rasûlullah (s.a.v.) uyguladı, biz de uyguladık.” sözünü niçin icmaya delil vermiyorsunuz? Öyle ya Hz. Ömer bunu cemaatin içinde söylemiş ve kimse de itiraz etmemiştir. Gerçi biz Hz. Ömer’in cemaate böyle söylemesini icmaya delil getirmiyoruz. Muhtemeldir ki sayın İslamoğlu’nun savunduğu konuyu Hz. Ömer cemaatin içinde söyleseydi o, bunu da bize icma diye sunardı. Halbuki yazarın tartışma dediği bu soru hakkında İbn Hacer, şu açıklamayı vermektedir:
“Abdullah b. Ebi Evfa’nın ‘Bilmiyorum’ sözünden anlaşılan o büyük sahabeye bazı açık şeyler gizli kalmış olabilir. Hem de faziletli insanın “bilmiyorum” diye cevap vermesi, onun için bir ayıp değildir; aksine bu onun konuyu araştırıp, incelediğini gösterir ki bununla da övülür.”[40]
İmam Nevevî de şöyle der: “Bekar zaniye yüz değnek, muhsan ve dul olana da recmin vücubiyetinde ulema icma etmiştir. Bu hususta, Kadı İyâz ve diğerlerinin hikâye ettiğine göre, ehli kıbleden sadece hariciler ve Mutezile’den Nazzam gibi bazıları buna muhalefet etmişlerdir. Çünkü onlar recmi kabul etmezler.”[41]
Kaldı ki meseleye biraz dikkat etmek, bu sorunun cevabını ortaya çıkarmaya yeterdi. Sayın İslamoğlu’nun delil olarak verdiği sayfa 304-351’deki Müslim, Hudud hadisini rivayet edenlerden biri, özellikle yazarın “Hz. Ömer’in: Hem zina etsin hem de cenazesini mi kılalım” diye delil olarak sunduğu hadisi rivayet eden ve bu olayın tanıklarından biri olan İmrân b. Husayn’dır. İmrân b. Husayn ise Hayber fethi yılında Müslüman olmuştur.[42] Yine aynı kaynak olan Müslim, Hudud, 16. hadisin ravisi de Ebu Hüreyre’dir. Ebu Hureyre’nin müslüman olması da Hayber’in fethi yılındadır.[43]
“Efendim, Ebu Hüreyre, önceden olmuş olan recmi bize aktarıyordur.” denemez, çünkü aynı konu Buhârî’de de şöyle gelmiştir: “Bize Ali b. Abdillah anlattı, bize Süfyan b. Uyeyne anlatıp şöyle dedi: Biz bunu Zühri’nin ağzından ezberledik; o şöyle dedi: Bana Ubeydullah haber verdi ki, kendisi Ebu Hureyre ve Zeyd b. Halid’den işitmiş. Onların ikisi de şöyle demişlerdir: “Biz peygamberin yanında bulunuyorduk. Bir adam ayağa kalkıp: “Senden Allah adına, aramızda sadece Allah’ın kitabıyla hüküm vermeni istiyorum” dedi. (arkasından da ücretle çalıştığı adamın karısıyla zina eden gencin olayı anlatılır) ve: “Ey Uneys, bu adamın karısına git, suçunu itiraf ederse onu recm et, diye emretti. Uneys kadına gitti, kadın suçunu itiraf etti. Uneys de onu recmetti.”[44]
Bu da gösteriyor ki hicretin yedinci yılına tekabül eden Hayber’in fethi yılında Müslüman olan Ebu Hureyre, recmin tatbik edildiği olayda bizzat Peygamber (s.a.v)’in yanında hazır bulunuyormuş. Demek ki recm Nur suresinin inmesinden çok sonraları da uygulanıyormuş. Sayın İslamoğlu diyor ki: “Muhtemeldir ki Tevrat’ın bu (recim) hükmünü Hendek savaşı öncesi inen Nur suresinin 2. ayeti neshederek bu konuda Kur’an en son sözü söylemişti:”[45]
Hendek savaşı Hicret’in 5. yılında olmuş ve Nur suresi de bundan önce inmiş ise demek ki Nur suresi sayın İslamoğlu’nun, “Tevrat’ın hükmü” dediği recmi kaldırmamıştır. Bu konuda İbn Hacer şöyle diyor: “Recm’in Nur suresinden sonra olduğuna dair kesin delil vardır. Çünkü Nur suresinin nüzulü ifk hadisesinden sonradır. Açıklaması geçtiği üzere onun 4, 5 veya 6. senesinde olduğu ihtilaflıdır. Recm ise bundan (suresinin nüzulünden) sonradır. Çünkü Ebu Hureyre recmde hazır bulunmuştur. Ebu Hureyre ise hicretin yedinci yılında müslüman olmuştur. İbn-i Abbas ise ancak hicretin dokuzuncu yılında annesiyle beraber Medine’ye gelmiştir.”[46]
Maiz olayını anlatan hadisin ravilerinden birisi de İbn-i Abbas’tır. İmam Müslim aynen şöyle der: “Bize Kuteybe b. Saîd ile Ebu Kâmil el-Cahderî rivayet ettiler. Lafız Kuteybe’nindir. Dediler ki: Bize Ebu Avâne, Simâk’tan o da Saîd b. Cübeyr’den o da İbn Abbas’tan naklen rivayet etti ki, Peygamber (s.a.v) Maiz b. Malik’e şöyle dedi:
“Senin hakkında bana gelen doğru mudur? Maiz: Benim hakkımda duyduğun nedir? dedi. Duydum ki filan oğullarının cariyesi ile cinsi münasebette bulunmuşsun, dedi. Maiz: Evet, dedi. İbn Abbas: Bunun üzerine dört defa şahadette bulundu. Sonra Rasûlullah (s.a.v.) onun hakkında emir buyurdu ve recmolundu.”[47]
Buraya kadar recmin bizzat Peygamber (s.a.v)’in hayatında, tespit edebildiğimiz kadarıyla, en az dört defa vuku bulduğunu ispatlamış, sayın İslamoğlu’nun, “Muhtemeldir ki Tevrat’ın bu hükmünü Hendek savaşı öncesinde inen Nur suresinin 2. ayeti neshederek bu konuda Kur’an en son sözü söylemiştir.”[48] diyerek ortaya koyduğu şüphesindeki yanlışını, recmin Nur suresinin inmesinden çok sonraları da uygulandığını açıklığa kavuşturup düzeltmiş olduk.
Sayın İslamoğlu’nun kitabındaki şu satırları okuyalım:
“Kur’an’ın en büyük müfessiri olan Peygamberimiz, Fatiha’nın son ayetindeki “Gazaba uğrayan ve sapıkların yolu”nu “Yahudilerin ve Hıristiyanların yolu” olarak tefsir ediyordu:”[49]
Yazar, bu sözünden sonra bu hadise Tirmizî’nin hasen garip dediğini, Hakim’in ise sahih dediğini, dolayısıyla da hadisin sahih olduğunu delillendirerek hadisin kritiğini yapar. Tamam bunlar doğru, biz de kabul ediyoruz. Ancak, recm olayında bu hassasiyetlerini göremiyoruz. Üstelik Kur’an’ın en büyük müfessiri olan Rasûlullah (s.a.v.)’ın şu sözü ortada iken: “Ubade b. Samit Rasûlullah (s.a.v.)’in şöyle dediğini söyler: “Benden öğrenin benden öğrenin, Allah o kadınlara çıkar yol gösterdi. Bekârla bekârın (zinasında) yüz sopayla bir sene sürgün, evliyle evlinin zinasına da yüz sopa ve recim vardır.”[50]
Neshi Kabul Eden Alimleri Tahrifçi Olarak Göstermesi
Sayın İslamoğlu, “b) Nesh” ve “tahsis” adı altında yapılan tahrifat” başlığı altında Bakara suresinin 85. ayetini veriyor ve şöyle diyor:
“Bu ayetin içerisinde bulunduğu ayetler gurubu İsrailoğulları’nın Yahudileşme sürecinden söz etmektedir. Bu ayetin tamamını göz önüne aldığımızda, Allah’ın hükümlerinin bazısını tutmamanın ya da geçersiz saymanın adı “Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkar etmek” olarak konulmaktadır”… “Ümmeti Muhammed de “nesh” meselesinde İsrailoğulları’nın düştüğü yanlışa düştü.”[51] diyen sayın İslamoğlu, sonrasında da: “İslam şeriatında nesh vaki olmuştur. Ancak bu yukarıda verdiğimiz sahih rivayette görüldüğü gibi tamamen kaldırılma ya da unutturulma şeklinde gerçekleşmiştir. Sahabe ve tabiinden bir çokları da bu görüştedir Onların nesh ayetinde ki “ev nünsiha” ibaresini nasıl tefsir ettiklerini yukarıda dipnotta verdik. Kur’an’ın iki kapağı arasında yazılı olup da hükmü geçersiz olan hiçbir ayet yoktur. Şeriatların maksatlarından biri olan “tedricilik” sünnetini göz önüne almayan bir kısım ulema, bazı ayetler arasında çelişki olduğunu zannedip bir kısmını bir kısmıyla mensuh addetmişlerdir.”[52] demektedir.
“Allah’ın hükümlerinden bazılarını tutmamanın ya da geçersiz saymanın adı kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkar olarak konulmaktadır” ifadesindeki bu “geçersiz saymayı” acaba yazarımız nerden çıkarıyor? Bu ayete işkence değil midir? Sonra bunun “Şer’i bir hükmün sonra gelen şer’i bir hükümle kaldırılması” olan nesh ile ne alakası vardır? Öyle ya, birinde bile bile Allah’ın hükümlerinin bir kısmı tatbik ediliyor, bir kısmı da tatbik edilmiyor. Diğerinde ise Allah’tan geldiği kabul edilen bir hükmün, yine Allah’tan geldiği kabul edilen bir hükmü yürürlükten kaldırdığı (nesh) kabul ediliyor.
Bu durum yukarıdaki ayetle nasıl bağdaştırılıyor? Çünkü nesh konusunda, ikisinin de Allah’ın emri olduğu, Allah öyle istediği için kaldırılan ayetin hükmüyle amel etmeme vardır.
“Biz, bir âyetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturursak (ertelersek) daha iyisini veya benzerini getiririz. Bilmez misin ki Allah her şeye kadirdir.”[53]
Ne yani, şimdi biz de bu ayeti kendimize hareket noktası yaparak, sayın İslamoğlu’nun da dediği gibi, “Kaldı ki ayet siyak- sibak ilişkisi içerisinde değerlendirildiğinde İsrailoğulları’nın Yahudileşme sürecini anlatan ayetler içerisinde gelmiştir”[54] diyerek, ve yazarımızın “Yahudiler Rasûlullah (s.a.v.)’ın peygamberliğini kabul etmemek için neshi inkar ettikleri halde Tevrat’ta neshin olduğuna dair bir çok delil vardır.”[55] ifadesine bakarak, Kur’ân’da nesh yoktur diyenleri Yahudileşmiş mi kabul edelim? Aslına bakarsanız bu ve sonraki ayetler “neshi” kabul etmeyip ve nesh hakkında sorular soranlar hakkında gelmiştir. Yani burada bir “temayül”den bahsedilecekse “nesh”i kabul etmemek bir “Yahudileşme Temayülü”dür. Söylemek istediğimiz bundan ibaret değil. Ne ki, sayın İslamoğlu’nun adeta ayetleri işine geldiği gibi konuşturuyor olmasına dikkat çektim. Çünkü “önce benimseyip sonrada benimsenen fikre delil bulma mantığı” kişiye, olanı değil, olmasını istediği şeyleri gösterir.
Gerçekten de sayın İslamoğlu’nun ifrat görüş olarak nitelediği neshi, ümmetin büyük çoğunluğunu oluşturan Ehli Sünnet ittifakla kabul etmiştir. Kendisinin benimsediği görüşü ise Mutezile’den Ebu Müslim el-İsfahanî, (ö.322h.) kendisinden nakledilen bir görüşe göre, benimsemiştir.[56]
Bizim de benimsediğimiz bu görüş, yazarın dediği gibi ifrat değil, aksine Rabbimizin Kur’an’daki buyruğunu olduğu gibi kabul etmektir. Çünkü biz kendi kafamızdan bir kural koyup Kur’an’ı bu kurala uydurma yerine, Kur’an ne diyorsa, Rasûlullah (s.a.v.) ne söylüyorsa ve sahabeden gelen sahih rivayetlerde nasıl aktarılıyorsa öylece inanırız.
Şunu belirtelim ki, nesh adına yığınlarca ayeti mensuh kabul edenlerin görüşlerini kabul ediyor değiliz. Çünkü nesh ancak iki ayet arasında görünen çelişkili bir durumda[57] var kabul edilir.
Nitekim İmam Suyutî’nin mensuh dediği yirmi ayete bile, Dehlevî ve çağdaş araştırmacılardan Dr. Mustafa Zeyd, “Sadece beş tanesinde nesh vardır, diğerlerinde yoktur” demişlerdir.
Sayın İslamoğlu burada da meseleyi enine boyuna araştırmadan neshi kabul eden herkese tahrifçi yaftasını yapıştırmıştır. Şayet neshin ne manada kullanıldığına bakmaksızın neshi kabul etmek, İsrailoğulları’nın düştüğü tahrif yanlışına düşmekse, yazarımızın kendisi de aynı tahrif yanlışlığına düşmüştür. Çünkü şartlı da olsa kendisi de neshi kabul etmektedir.
Şimdi sayın İslamoğlu’nun, esasta “nesy” denen unutturmaya nesh adı vererek benimsediği neshe dönelim. O şöyle diyordu:
“İslam şeriatında nesh vaki olmuştur. Ancak bu yukarıda verdiğimiz sahih rivayette görüldüğü gibi tamamen kaldırılma ya da unutturulma şeklinde gerçekleşmiştir. Sahabe ve tabiinden bir çokları da bu görüştedir. Onların nesh ayetinde ki “ev nünsiha” ibaresini nasıl tefsir ettiklerini yukarıda dipnotta verdik.”[58]
Oysa Taberi’den verdiği bu dipnotta (Bk: Taberî Camiu’l-Beyan, c.1, s. 475- 477) isimleri zikredilenlerin -sahabe ve tabiin de dahil olmak üzere- hepsi de neshi kabul etmektedirler. Ne ki sayın İslamoğlu kaynak verdiği kitaba ve ele aldığı ayete de yanlı baktığı için ne ayetin dediğini ne de kaynağın dediğini objektif olarak görebilmektedir. Çünkü Bakara 85’nci ayette iki ifade yer almaktadır; birisi unutma anlamına gelen “nesy” diğeri ise ortadan kaldırma anlamına gelen “nesh”. Haliyle büyük müfessir Taberî’de tefsirinde önce neshi sonrasında da nesy’i vermek suretiyle her ikisi hakkında sahabe ve tabinin görüşlerini açıklamıştır. İslamoğlu ise sadece -hadislere yaklaşımındaki gibi- benimsediği konuya uyan noktayı öne çıkararak diğerini görmezden gelmiştir.
Burada yazarın objektif olmadığını göstermekle yetiniyorum. İtirazlarına cevap ise daha geniş bir çalışma konusudur. Ayrıca yazarın kadı Ebu Bekir İbn Arabi’yi de yanlış anladığını belirtelim. Çünkü nesh konusunda İbn Arabi’nin sayın İslamoğlu’nun bahsettiği gibi abartılı görüşleri yoktur. Yazar kitapta çeşitli görüşleri serd eden İbn Arabi’nin ifadelerini anlamadığından olsa gerek bu görüşlerin ona ait olduğunu sanmıştır.[59]
İslamoğlu’nun Diğer Bazı Tuhaf Görüşleri:
“Kur’an’da Tevrat isminin Musa’ya izafe edildiği tek bir ayet dahi bulunmamaktadır. Fakat, her ne hikmetse, Tevrat hep Hz. Musa’ya indirilen kitap olarak şöhret bulmuştur.” “Bütün bu ayetlerden anlaşılan Kur’ân’ın “Tevrat” adını verdiği kitap, Hz. Musa’ya da verilen kitaplar başta olmak üzere Beni İsrail Peygamberlerine gönderilen tüm kitapların ortak adıdır.”[60]
Burada da sayın İslamoğlu’nda “sadukiyen” bir “temayül” gözlemliyoruz. “Her ne hikmeti” ise “recm” meselesini işlerken kaynak olarak verdiği[61] “Sahihi Müslim”de geçen Resûlüllah (s.a.v.)’ın şu sözleridir:
“Peygamber (s.a.v)’in yanına yüzü kömürle karartılmış, dayak atılmış bir Yahudi getirdiler. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v) Yahudileri çağırarak: Siz zina eden kimsenin haddini (cezasını) kitabınızda böyle mi buluyorsunuz? diye sordu. Evet, dediler. Ardından onların alimlerinden birini çağırdı ve:
“Sana, Tevrat’ı Musa’ya indiren Allah aşkına soruyorum!…”[62]
Fıkhın İnsanca ve İslamca’sı Yerine Erkekçesi
“İslam ümmetinin klasik çağlarındaki kadına bakış açısıyla[63], Yahudi bakış açısının çakıştığı çok bariz bir biçimde görülmekte. Yahudiler adet halini bahane ederek kadını aşağıladılar. Sonraki asırlarda yer eden erkeksi fıkıh da, konuyu aynı bakış açısıyla ele aldı. Asıl Yahudileşme temayülü dediğimiz olgu işte böyle tezahür ediyordu.”[64]
Burada yazarımızdan bu konuyla alakalı bir örnek istesek, yazarımızın neyi, hangi kaynaktan örnek vereceğini doğrusu çok merak ediyorum?
İslamoğlu’nun Anormal İfadeleri
“Muhammed ümmetinin Kur’ân’ı tahrifi”,[65] “tefsir ve te’vil adı altında yapılan tahrif, belki de İslam ümmetinin Yahudileşme alametlerinden birincisi olan tahrif sürecinde en büyük yeri işgal eder.”[66]
“Ümmeti Musa’nın Tevrat’a yaptığının benzerini Ümmeti Muhammed de Kur’an’a yaptı.”[67]
Ümmetin Yahudileşme Temayülüne bir örnek: Cuma suresi,[68]…“Ehli kitaplaşacaksınız,”[69]
Yukarıda bir iki tanesini örnek verdiğim bu ve benzeri ifadeleri çok rahat ve bolca kullanan sayın İslamoğlu, kendisinin de “Ümmeti Muhammed’in” bir ferdi olduğunu unutmuş gibi konuşuyor.
Sayın İslamoğlu’nun dilinden günümüzden başlayarak ta tabiine hatta sahabe’ye varana kadar bir çok İslam alimi kurtulamazken, İslam aleminde ilk defa sapık görüşlerini devlet eliyle halka zorla kabul ettirmeye çalışan ve tarihe mihne olayı diye geçen 15 senelik istibdat döneminin mucitleri olan Mutezile’ye “Dahası Mutezile, değil işgalci emperyalist bir yabancı gücü desteklemek, bazı imamları eliyle yerli yöneticilerin zulümlerine karşı mücadele vermişlerdir.”[70] diye yumuşak bakması, yine kendi ifadesiyle Müslüman bir yöneticiyi ABD başkanına şikayet edecek kadar ecnebi hayranı ve müsteşriklerden beslenen istişraki fikirleriyle Müslümanların gerçek gündemlerini saptıran Fazlurrahman’ı “ilim dünyamızın değerli ismi ve bir yanıyla reformist sayabileceğimiz,”[71] diyerek değer vermesini anlamak gerçekten zor. İnsan “acaba” demekten kendisini alamıyor.
Sadukilik
“Bu ümmetin tarihinde, Sadukiyen bir sapma tüm boyutlarıyla modern çağda ortaya çıkmıştı. Bilindiği gibi Sadukiler’in bariz özelliği Yahudi modernizmini temsil etmeleridir. İslam ümmetinin içinden çıkan bazı guruplar da aynen sadukilerin Yahudilikte yaptığını İslam’da yapmaya çaba gösterdiler. Önce hadis konusundaki tereddütten yola çıkarak, hadisi tümden reddettiler. Ardından sünneti şaibe altında bırakıcı tehlikeli bir tavır takındılar. Sadukiyen Müslümanlar, oryantalistleri, sünnete karşı savaşımlarında yanlarında buldular. Bu savaşta kullandıkları cephanenin çoğu Batı’lı müsteşriklerden geliyordu. Sadukiyen yöneliş, bu dönemde aynen Sadukiler’in gaybe ilişkin haberleri reddedişleri gibi, sünnetle sabit olanları redde, Kur’ân’la sabit olanları te’vile girişti…”[72]
Burada böyle diyen sayın İslamoğlu gerideki bölümlerde şöyle diyordu:
“Allah tarafından korunmuş kitaplarının tahrif olduğu sonucunu doğuracak yalan rivayetleri en güvenilir kitaplarına aldılar. Selman Rüşti ve Turan Dursun gibi kendi inancına düşman edilmiş zavallıların eline İslam’a karşı birer koza dönüşecek “Garanik” türü rivayetlerle doldurdular kitaplarını.”[73] “…Bunun yerine birçok asıllı asılsız rivayet zikreden hadis kaynakları, naklettikleri içerisinde Kur’ân’ın korunmuşluğuna gölge düşürecek rivayetlere yer vermekten de kaçınmamışlardır.”[74]
Bu ifadelerin sahibi sayın yazarımız, acaba hangi “temayül” içerisindedir. Çünkü yazarımız hadislerin yazılmamasını savunuyor; fakat yeri geldikçe savunduğu düşünceye uyan hadisleri sahih olarak sunmaktan hiç de geri kalmıyor. Sayın yazarımızın en güvenilir hadis kaynakları hakkında yukarıdaki ifadeleri kullanıp ardından da hadisleri delil olarak kullanmasını en iyi kendi ifadesiyle nitelendirebiliriz: “Görüldüğü gibi, Yahudileşmiş mantık, reddettiği bir kitabın ayetini işine geldiği yerde delil olarak kullanmaktan geri durmuyordu.”[75]
Belki sayın İslamoğlu bize “Siz hangi temayüldesiniz?” diyebilir. Geçmiş ümmetlerden birisinin içerisinde bulunduğu temayülde bulunmak zorundaysak, biz şu ayetteki gibi olmayı kabul ediyoruz:
“Allah uğrunda, hakkını vererek cihad edin. O, sizi seçti; din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi; babanız İbrahim’in dininde (de böyleydi). Peygamberin size şahit olması, sizin de insanlara şahit olmanız için O, gerek daha önce (gelmiş kitaplarda), gerekse bunda (Kur’an’da) size “müslümanlar” adını verdi. Öyle ise namazı kılın; zekâtı verin ve Allah’a sımsıkı sarılın. O, sizin mevlânızdır. Ne güzel mevladır, ne güzel yardımcıdır!”[76]
Sonra bizler Sayın İslamoğlu’nun zaman zaman kullandığı aşırı ifadelere zaten katılmıyoruz. Ümmetin hepsinin Yahudileşme temayülüne girebileceğini kabul etmiyoruz. Çünkü Yahudileşmeye karşı bizi uyaran Peygamberimiz şöyle de buyurmuştur:
“Ümmetimden bir taife hakka yardımcı olmaktan ayrılmayacaktır. Onları yardımsız bırakan (onlara muhalefet eden)lar, onlara zarar veremeyecektir. Nihayet onlar bu haldeyken Allah’ın emri gelecektir.”[77]
İmam Malik’in şu muazzam tespitleriyle yazımızı noktalayalım:
“Sünnet Nuh’un gemisidir. Ona binen kurtulur, ondan geri kalan suda boğulur.”[78]
“Her kim İslam’da güzel görerek bir bid’at ortaya çıkartırsa, Muhammed (s.a.v.)’in risaleti edâ etmekte hainlik ettiğini iddia etmiş olur. Çünkü yüce Allah: “Bugün sizin için dininizi tamamladım.” diye buyurmaktadır. O bakımdan o gün din olmayan hiçbir şey bugün de din olamaz.”[79]
————————————————————–
[1] Müslim, Cuma, 43, 867, İbn Mace, Mukaddime, 42, 45, 46.
[2] Talat Koçyiğit, “Hadis Istılahları”, AÜİF Yayınları, 1985, Ankara, s.405.
[3] İbn Abdilberr, “Camiu beyani’l-ilm ve fadlihi” Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, ts. c.2, s. 91. Gerçi bu kaynakta Mücahid’in sözü olarak verilmiştir. Fakat başka kaynaklarda bu sözün İmam Malik ile şöhret bulduğu bilinmektedir. Bk. “Hadislerle Hz.Peygamberin Namaz Kılma Şekli”, M. Nasıruddin Elbanî, trc: Osman Arpaçukuru, Beka, 2024, s.77.
[4] Haşr, 10
[5] Buhârî, İ’tisâm, bab, 21, H. 7352
[6] Yahudileşme Temayülü, 172- 206
[7] Yahudileşme Temayülü, 173- 208
[8] Yahudileşme Temayülü, 174- 209
[9] Yahudileşme Temayülü, 210- 253
[10] Yahudileşme Temayülü, 29 - 36
[11] Yahudileşme Temayülü, 31- 38
[12] Yahudileşme Temayülü, 31- 38
[13] Bk: “Hadis Istılahlarının Doğuşu ve Gelişimi” Dr. Ahmet Yücel, İFAV, 1996, İstanbul, s.181; Ayrıca bk. Prof. Dr. Talat Koçyiğit, “Hadis ıstılahları”, s.130, 131.
[14] Yahudileşme Temayülü, 110, 111-133.
[15] Müslim, Cennet, 26.
[16] Ahmed b. Hanbel, 2/261.
[17] Ahmed b. Hanbel, 2/268.
[18] Yahudileşme Temayülü, 117- 137.
[19] Yahudileşme Temayülü, 101- 122 .
[20] Yahudileşme Temayülü, 35 - 43, Bk. “Fethu’l-Barî”, 6/575-576.
[21] Yahudileşme Temayülü, 74- 88
[22] Yahudileşme Temayülü, 118- 140. hadis, Buhârî, Da’vat 37,
[23] Yahudileşme Temayülü, 156- 185
[24] Yahudileşme Temayülü,12, 51 - 12, 61
[25] Yahudileşme Temayülü, 156, 158 - 187
[26] Yahudileşme Temayülü, 156- 186
[27] Vahyin cem edilmesi esnasındaki ana malzemeler için bk: Buhari, Ahkam, Bab, 37, Ahmed b. Hanbel, 5/185, Hadis no: 21663
[28] Yahudileşme Temayülü, 57- 69 Darimi 42 / 475. Yazarımız bu hadisi “Sünnetin Tahrifi” bölümünde de vermektedir. Bk.Yahudileşme Temayülü, 173, 174- 208
[29] Darimî, Mukaddime, Bab, 42, H. 483
[30] Yahudileşme Temayülü, 173- 208
[31] Müslim, Fadailu’s-Sahabe, 11, 2388.
[32] Müslim, Vasaya, 22, 1637.
[33] Tirmizî, İlim, bab, 12, 2266, 2267, 2268
[34] Yahudileşme Temayülü, 123- 146, 147
[35] Yahudileşme Temayülü, 304 - 351; Hadis: Müslim Hudud 25 2/1324
[36] Buhârî, Kitabul muharrebin, bab 31, H. 6830 Bk: Tirmizi, Hudud, 7/ 1431
[37] Müslim, Hudud 17.
[38] Müslim, Hudud 18.
[39] Müslim, Hudud, 1693
[40] Fethu’l-Bârî, c. 14, s. 139
[41] Nevevî, Minhâc, s. 189
[42] İbn Abdilber, el-İstîâb, Daru’l-Cîl, Beyrut, 1412c.3, s.1208, Madde no: 1969; İbn Hacer, el-İsabe, Daru’l-Cîl, Beyrut, 1412, c 4, s.705, no: 6014.
[43] A.g.y
[44] Buhârî, Hudud, bab, 30, Hadis, 6827, 6828
[45] Yahudileşme Temayülü, 123- 147
[46] Fethu’l-Bârî, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1416, c. 14, s. 79
[47] Müslim, Hudud, 19, H. No: 1693
[48] Yahudileşme Temayülü,123- 147
[49] Yahudileşme Temayülü, 29-36
[50] Müslim, hudud, 3/ 12, 13, 14 / 1690
[51] Yahudileşme Temayülü,164-195.
[52] Yahudileşme Temayülü, 164, 166 - 196, 198 .
[53] Bakara, 106
[54] Yahudileşme Temayülü, 165 - 197
[55] Yahudileşme Temayülü, 165 - 198
[56] Vehbe Zuhaylî, “Usulü’l-Fıkh”, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1406, c.2, s. 947; Gazalî, “el-Mustasfa” Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1403, c. 1, s. 111.
[57] Kur’ân’da neshi kabul etmeyenlerin iddialarından birisi de şudur: “Neshin varlığı ayetler arası çelişkiyi zorunlu kılar, bunu kabul etmekse Kur’ân’ ın Allah’tan gelmiş olma ilkesine aykırıdır.” Oysa Kur’ân’ da çelişkili görünen Müşkil ayetler nasıl anlaşılıyorsa Nesh de böyle anlaşılmalıdır. Kur’ân’ın Müşkil ayetleri hakkında bk. Elmalı, Hak Dini, Azim Dağıtım, c, 3, s. 35
[58] Gazetenin dağıttığı nüshada “ev nünsiha” diye geçer. Son baskı bu olduğundan bunu esas aldık. Benim elimdeki Ocak 1995 yılına ait olan nüshada burası “ما ننسخ” diye geçmektedir.
[59] Geniş bilgi için İslamoğlunun “Ahkamul Kur’an”dan kaynak gösterdiği yerlere ve yine İbn Arabi’nin “en-Nasih ve’l-Mensuh” Kahire: Mektebetü’s-Sekafeti’d-Diniyye, 1992, c. 2, s. 206’ ya bakılabilir.
[60] Yahudileşme Temayülü, 70 - 83
[61] Yahudileşme Temayülü, 121, 122 – 144, 145
[62] Müslim, Hudud, 6/28. Hadis kitaplarında on dört defa geçen bu ifade için bk. Müslim, Hudud, bab 6, H. 1700, Ebu Davud, Hudud, Recmu’l-Yehudiyeyn, H. 4436, 4438, Akdiye, Keyfe yehlifu’z-Zimmi, 3624, 3626, İbn Mace, Ahkam, 10/ Bima Yestehlifu Ehlü’l-Kitab, H. 2327, 2328, Hudud, 10/ Recmu’l-Yehudi ve’l-Yehudiyyetü, 2558, Ahmed b. Hambel, “Müsned”, 1/ 273, 278, 4/ 286, 5/ 411
[63] Sayın İslamoğlu’nun kadınlardan da peygamberler gelmiştir, diye bir bakışa sahip oluşu, bilemiyoruz bu konuyu ele alışında ne kadar etkili olmuştur. Çünkü yazarımız kadın hakkında aynen şöyle demektedir: “Tarihte kadın peygamberler göndermiştir, Cenabı Hak. Yani tartışılır falan ya, tartışmaya hiç gerek yok, göndermiştir. Beni İsrailoğullarından göndermiş. Hz. Meryem’i göndermiş, daha başkalarını göndermiş ki, Asiye bunlardan biri olabilir.” (Sayın İslamoğlu’nun Adım Prodüksiyon’un yayınladığı ve on kasetten oluşan “İslam’da Aile Hayatı” adlı çalışmasının bir numaralı kasetin ikinci yüzünde aynen yukarıda ki gibi söylüyor.)
[64] Yahudileşme Temayülü 246- 288
[65] Yahudileşme Temayülü, 156 - 186
[66] Yahudileşme Temayülü, 158 - 188
[67] Yahudileşme Temayülü 152 - 181
[68] Yahudileşme Temayülü, 44 - 51
[69] Yahudileşme Temayülü, 51- 61
[70] Yahudileşme Temayülü, 289 - 335
[71] Yahudileşme Temayülü, 298, (401’nci dip nota bak) - 339
[72] Yahudileşme Temayülü 289 - 335
[73] Yahudileşme Temayülü 156, (185)
[74] Yahudileşme Temayülü 157; 158, (187)
[75] Yahudileşme Temayülü, 225 -263
[76] Hac, 78
[77] Müslim, İmare, 53/ 1920; Buhârî, İ’tisam bi’l-K’itab, 7311
[78] Suyutî, “Miftahu’l-Cenne Fi’l-İ’tisam bi’s-Sünne” Daru’n-Neşr, Medine, 1409, s. 76,
[79] Şâtıbî, “İ’tisâm” Daru’l-Hani, Riyad, 1416, c. 1, s. 61.