Yahya ARSLAN
Akif Doğu’yla Batı’nın kesiştiği noktada, İstanbul’da dünyaya geldi.
İlk eğitimini Fatih Camii çevresinde aldı. Ruh yapısı ve düşünce sistemi burada şekillendi. Devlet–i Aliyye’yi içten ve dıştan yıkmak isteyenleri yakından müşahade etti.
Akif, Kur’anla dolu bir ruha, pazarlıksız bir imana sahipti. Bu yüzden İslam’ın egemen olmadığı her anlayışa mesafeli durdu. Savaş sonrası kazanılan zaferin sevincini henüz yaşayacaktı ki gelişen olaylar ruhunu derinden sarstı, onu inkisar-i hayale uğrattı. Gidişat hiç de Akif’in istediği gibi gelişmedi.
Cephede savaşan, mücahitlerin yanında yer alan Akif ve arkadaşları yalnız kaldı. Şartlar Onu, Mısır’a hicret etmeye zorladı. Zira Sebilürreşad’ın yayınına “Takrir-i Sükun Kanunu” gerekçe gösterilerek son verilmişti. Artık şair ve fikir adamı kimlikleriyle Anadolu insanına hitap etmesi mümkün değildi. Ayrıca “rejim düşmanı” zannıyla peşine hafiyeler takılmıştı. Ömrünü bu milletin dirilişine adayan o büyük dava adamının vatan hainleri gibi muamele görmesi tahammülü kabil değildi.
Akif, İstanbul’da başlattığı destanın bakiyesini Mısır’da ikmal edecekti. Müslümanların bu kokuşmuş halden nasıl kurtulup yeniden o kudretli maziye dönebileceklerini yazacaktı. Derdine ortaklar arayacaktı. Sesinin yankılarını solukladı. Baktı ki İstanbul’dan kahraman görünen Efgani ve adamları Mısır’da İngiliz imparatorluğunun gönüllü işbirlikçileri olarak faaliyet gösteriyorlar. Abduh’un Mason olduğunu öğrenmesi, Meraği’nin Türkçeye tercüme edilen Kur’an ile namaz kılınacağını savunması Onu muslihlerden iyice uzaklaştırdı. Gördü ki diriliş yine Anadolu’dan başlayabilirdi. Tek ümidi Anadolu’ydu. Bu sıralarda Diyanet İşleri Başkanlığı bir Kur’an-ı Kerim meali ve tefsiri yazdırılmasını kararlaştırmıştı. Tefsiri Elmalılı Hamdi Yazır’a, meali ise Akif’e teklif etti. Fakat O, bu iş için kendini yeterli görmüyordu. Hatırını kıramayacağı dostları araya girince teklifi kerhen de olsa kabul etti. Gayesi çok şeyler beklediği milletinin irfanına katkıda bulunmaktı.
Tercümeyi yaparken Kur’an’ın Farsça ve Fransızca meallerini de görmüş kendi tercümesinin onlardan kat kat üstün olduğu kanaatine varmıştı. Fakat bu onun edebi zevkini tatmin etmedi. Kur’an’ın nazmındaki i’caza baktıkça hayranlığı artıyor, kendi tercümesini basit ve zevksiz buluyordu. Bu vaziyette ki bir meali Anadolu halkının eline teslim edemezdi. Çalışmayı bitirdi fakat Ankara’ya göndermedi. Zira çekingeleri için daha başka sebepler de vardı. O yıllar da Türkçe’ye tercüme edilen Kur’an ile namaz kılınacağı tartışılıyor hatta bazı selatin camilerinde ilk uygulamalarda yapılmıştı. Hadisenin bu noktaya gelmesi Akif’i meali piyasaya sürmekten büsbütün alıkoydu. Böyle bir olaya alet olması durumunda Kur’an’a ihanet edeceğini düşünüyordu.
İyi derecede Arapça bilen, Türkçe’ye vukufiyeti ise tartışma götürmez olan Akif’in yaptığı mealin değeri herkesçe malumdur. Ne var ki Akif, Mısır’a bir daha dönmemek üzere Anadolu’ya gelirken Meali, çok güvendiği bir dostuna bırakmış “ Dönebilirsem, üzerinde yeniden çalışır, neşrederiz; dönemezsem, yakarsın” diyerek teslim etmişti.
Akif’in yaptığı mealin yakılmasını istemesi iki sebebe dayanmakta idi. Birincisi Meali yetersiz buluyor, ikincisi ise, Türkçe Kur’an şeklinde ki yanlış terkiplerle mealin ibadet metni haline getirileceğinden korkuyordu. Akif, Mısır’a tekrar dönemeyince dostu vasiyetini yerine getirmiş yani meali yakmıştır.
Ömrünü bu milletin diriliş davasına adayan Akif’in son yolculuğunda ne Devlet Erkanı ne de resmi tören vardı. Fakat Asım’ın nesli Onu yalnız bırakmadı. Edirne Kapıdaki makberine giderken Kabe Örtüsü ve al bayrağa sarılı tabutunu on binler taşıdı.