Halit İSTANBULLU
Yanlış anlamak kolay, zor olan ise doğru anlamak. Hakikati lekelemeden korumak, kapsamlı bir düşünce sisteminin faal olması ile mümkündür. Ferdi zuhurlar mütefikkirleri nafile gayretlere kurban eder. Eşyayı doğru anlamak “ben-u adem”in en baş meselesidir. Önemine binaendir ki Allah Resulü “Ya Rabbi’ bana eşyayı gerçek duruşuyla göster” diye dua etmiştir.
Doğru anlamanın ilk şartı, anlamayı “efradını cami’ ağyarını mani’” bir şekilde tanımlamaktır. Bunun içindir ki bilimsel değeri haiz eserler ilk olarak söze anlatılmak istenen mevzunun tanımıyla başlarlar. Tanım açıklandıkça meselenin çerçevesi ortaya çıkar, söylenenler meşruiyet kazanır. Kur’an-ı Kerim’i doğru anlamakta O’nun ne olduğunu, nereden geldiğini bilmekle yakından alakalıdır. Meselenin bu boyutunu önemseyen usulcüler, eserlerinde Kur’an tanımına mutlaka yer açmışlardır. Çünkü Kur’an’ı İlahi oluşuyla tanıyanlar zihinlerinde ona göre bir ön hazırlık yapacaklardır.
KUR’AN
Kur’an-ı Kerim deyince müslümanın bilincinde ‘vahyedilen, içinde beşeri müdahele bulunmayan, kendisi ile ibadet olunan ilahi kitap’ anlamı belirir. Fakat Kur’an’ın diğer isimleri “Mushaf”, “Kitap” gibi kelimeler kullanıldığında mana ilkinde olduğu kadar açık değildir. Çünkü bu kelimeler başka anlamlara da şamildir. Mesela Buhari “Cami’u’s-Sahih” adlı meşhur hadis mecmuasının ilk nüshalarının her bir cildinin üzerine “Birinci Mushaf”, “İkinci Mushaf”, “…” diye yazmıştır.[1] “Kitab” kelimesi de farklı disiplinlerde değişik anlamlarda kullanılmıştır. Nahivde mutlak olarak zikredildiğinde Sibeveyh’in “el-Kitab”ı[2] Hanefi mezhebinde Kuduri’nin furu’ fıkıhla alakalı kaleme aldığı “el-Kitab”ı anlaşılır. Usul ilminde ise “Kitab” kelimesi Kur’an-ı Kerim’in müradifi olarak kullanılır.[3] Görüldüğü gibi Kur’an’a müradif olan diğer isimler farklı anlamları içermektedirler. Muhtemel bir karışıklığının önüne geçebilmek için –özellikle- usulcüler Kur’an tanımı üzerinde ayrıntılı bir şekilde durmuşlardır.
Genel anlamda ayniyet arz eden tanımlar özelde bir takım nüanslar içermektedirler. Tariflerde Kur’an’ın Allah Resulü’ne lafız ve mana olarak indirildiğine, sahifelerde yazıldığına ve mütevatir olarak günümüze ulaştırıldığına vurgu yapılmaktadır. Kur’an’ın lafız ve mana olarak Efendimiz sallellh-u aleyhi ve sellem’e indirildiği noktasında usulcü, fakih, dilbilimci, ve kelamcılar ittifak etmişlerdir. Mevcut tanımları bir araya getirerek şöyle bir terkip oluşturmak mümkündür. Kur’an; “Allah’ın Resul’ü Muhammed sallallah-u aleyhi ve selem’e Arapça olarak indirilen, rivayet ve yazı yoluyla mütevatiren bize ulaştırılan, karşıtlarını, benzerini getirmekten aciz bırakan, tilavetiyle ibadet edilen, Fatiha Suresi ile başlayıp, Nas ile sona eren Allah kelamıdır.”[4]
Kur’an’ın Allah Kelamı olması, indiği zaman süreci içerisinde kayda geçmesi, mütevatir yolla günümüze kadar ulaşması, onu diğer kitaplardan farklı kılmaktadır. Bundan dolayı kısmen insana ait olan muharref semavi metinler, Onunla aynı anlama usulüne tabi tutulamazlar.
Nüzulü
Kur’an-ı Kerim insanı yaratan dolayısıyla onu bütün yönleriyle tanıyan Allah’ın kelamıdır. İçerisinde ve inişinde insanın fiziki ve ruhi algılarının yansımaları vardır. “Levh-i Mahfuz”dan dünya semasında ki “Beyt-u İzze”ye bir defada inmesine rağmen, oradan yeryüzüne parça parça gelmesi[5] insanın algılamasıyla direkt alakalıdır. Allah Teala Kur’an’ın ayet ayet inişinin gerekçesine dikkat çekerken şöyle buyurmaktadır: “Biz Kur’an’ı, insanlara dura dura okuyasın diye ayet ayet ayırdık ve onu peyder peyder indirdik.”[6] Görüldüğü gibi Kur’an-ı Kerim’in tedrici olarak indirilmesinin perde arkasında O’nun muhatapları tarafından anlaşılabilmesi vardır.
Tedricen İnmesi
Ayetlerin bir defada değil de tedricen inmesi bağlamında şunlar söylenebilir:
* Mekke müşrikleri Kur’an’ın bir defada inmesini istiyorlardı: “İnkar edenler ‘Kur’an ona bir defada toptan indirilseydi ya!’ dediler.”[7] Müşriklerin bu talebine Allah Teala’nın cevabı şu şekilde oldu: “Biz Kur’an’la senin kalbini pekiştirmek için onu böyle kısım kısım indirdik.” Vahyin 23 yıla yayılması Efendimiz sallellah-u aleyhi ve sellem’in vahye muhatap olan kalbini güçlendirdi. Her hadisede vahyin yenilenmesi, meleğin Hz. Peygamber’in yanına gelmesi, risalet ahdinin tazelenmesi O’nun (s.a.v.) Kur’an’ı anlamasını kolaylaştırdı.
* Kur’an-ı Kerim okuma-yazma bilmeyen “ümmi” bir toplumda inmişti.[8] Ayetlerin parça parça inmesi ashab tarafından kolay bir şekilde ezberlenmelerine dolayısıyla da anlaşılmalarına yardımcı oldu.
* Kur’an’ı Kerim sosyal hayatın çözüm bekleyen bütün sorunlarının üstesinden gelebilecek bir donanıma sahiptir: “Onlar sana hiçbir misal getirmezler ki (buna karşılık) sana gerçeği ve en güzel açıklamayı getirmiş olmayalım.”[9]
* Kur’an Kerim hasta cemiyeti normal hayata döndürmeye taliptir. Fakat bunun ilk ve örnek uygulamasını belli bir zaman diliminde yapması gerekmekteydi. Bunun için tedriciliği esas aldı. Bu, ön yargıların, gelenekten kaynaklanan peşin kabullerin kırılmasına zemin hazırladı. Öncelikle iman ile alakalı esasları; Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe inanmayı telkin etti. Böylece müşrik toplumun iç dünyasındaki batıl inançları kökünden söküp attı. Kişiyi kötülüklerden uzaklaştıran güzel ahlakı emretti. Helal ve haram sistemini İman ve ahlak temelleri üzerine bina etti.
Kur’an’ın tedriciliğe riayet etmesi hem muhataplarının idrak seviyelerine hem de O’nu hazmetmelerine yardımcı oldu. Aksi bir sistem sahabenin Kur’an’ı özümsemesini güçleştirirdi. Nitekim bu noktada Hz. Aişe şöyle demektedir: “İlk olarak cennet ve cehennemden bahseden ayetler indi. İnsanlar İslam’a dönünce helal ve haramdan bahseden ayetler nazil oldu. Eğer ilk olarak: “İçki içmeyiniz.” hükmü inseydi insanlar “Asla içkiyi bırakmıyoruz.” derlerdi. “Zina etmeyin” ayeti içinde aynı yaklaşım söz konusu olurdu.[10]
Kur’an’ın Kerim’in insanlıkla buluşmasının 23 yıla yayılması hem anlaşılmasını hem de yaşanmasını kolaylaştırmıştır.
Cemiyetle Münasebeti
Hayatın sorunlarını ancak Kur’an’ı Kerim çözer. O cemiyetin yegane kurtuluş kaynağıdır.[11]
Beşeriyeti direkt ya da dolaylı yoldan kulluk bilincini kuşanmaya çağıran ayetlerin genel özelliği insanın yaşadığı sorunlardır. Kur’an’ın ilk muhatabı olan sahabenin ilahi hükümleri müşahhas bir şekilde anlayabilmeleri için bazı ayetler, vuku’ bulan fakat hükmü bilinmeyen hadiselerin ardından nazil olmuştur. Bu bağlamda ayetleri iki kısma ayırmak mümkündür: Birincisi Kur’an’ın çoğunluğunu teşkil eden fakat hiçbir hadiseye bağlı olmaksızın inen ayetler, iman ve İslam’ın esaslarıyla ilgili ayetler bu cümledendir. İkincisi ise bir olay ya da sualin ardından nazil olan ayetler.[12]
Kur’an, cemiyet içerisinde cerayan eden hadiselere ve Allah Resulü’ne yöneltilen sorulara verdiği cevaplarla muhatapları tarafından anlaşılmayı öncelemiştir. “Sebeb-i Nüzül” terkibiyle ifade edilen Kur’an-insan ilişkisi, muhataplar nezdinde hükmü soyut bir yapıdan somut bir forma taşımıştır. Böylece vahyedilen her ayet kapsamlı bir şekilde temsil imkanı bulmuştur.
Ayetlerin “sebeb-i nüzülleri”, ya bir hadise ya da Hz. Peygamber’e yöneltilen bir soru üzerine ibtina eder.
İlkini şu örnek çerçevesinde izah edebiliriz: “(Önce) en yakın akrabanı uyar”[13] ayeti inince Efendimiz Safa Tepesi’ne çıkar ve “Ey Arkadaşlarım!” diye çevresine seslenir. Halk toplanır. Allah Resulü kalabalığa şöyle hitap eder: “Düşman atlarının şu dağın eteğine doğru çıktığını size bildirsem ne dersiniz, beni doğrular mısınız? Mekkeliler hep bir ağızdan: “Biz yalan konuştuğunu görmedik.” diye karşılık verirler. Bunun üzerine Allah Resulü “şedid bir azabın önünde size gönderilen bir uyarıcıyım.” der. Bu ifadeleri duyan Ebu Leheb: “Kahrolasın, bizi bunun için mi topladın.“ diyerek ayağa kalkar. Hadisenin hemen akabinde; “Ebu Leheb’in elleri kurusun. Zaten kurudu.”[14] diyen ayet iner. Ebu Leheb’in niçin laneti hak ettiği, nasıl bir karaktere sahip olduğu, benzer yapıdaki insanlarla hakkında inen ayetlerin ne tür bir ilişki içerisinde olduğu ancak böylesine müşahhas bir örnek bağlamında anlaşılabilir.
“Sebeb-i nuzül”ün diğer bir formatı olan soru-cevap şekline ise şu ayetler örnek teşkil eder: “Sana yetimlerden soruyorlar”[15], “Sana kadınların ay halini sorarlar.”[16], “Kadınlar hakkında senden fetva istiyorlar.”[17]
Muhatapların ilahi emirleri daha kapsamlı bir şekilde anlamasını hedefleyen “sebeb-i nuzül” terkibi özel sebeplere bağlı olarak inen ayetlerin nüfuz alanını daraltmaz. Çünkü belli sebeplerle inen ayetlerin lafızları umumi hükümler içerir.[18] Bu bağlamda Sa’d b. Ebi Vakkas’ın rivayet ettiği hadise söylenenleri aydınlatıcı mahiyettedir: O şöyle demektedir: “Biz insana, ana-babasına iyilik etmesini emrettik. Şayet onlar seni, hakkında hiçbir bilgin olmayan şeyi bana ortak koşman için zorlarlarsa, bu takdirde onlara itaat etme.”[19] ayeti benim hakkımda indi. Sebebi ise şu hadisedir: Ben anneme karşı hürmetkar bir evlattım. Müslüman olunca annem şöyle dedi:
- ‘Ey Sa’d! Nedir bu yaptığın? Ya sen bu dinini bırakırsın ya da ben yemem, içmem nihayet açlıktan ölürüm. Sen de benden dolayı annesinin katili diye ayıplanırsın.’ dedi. Ben ise
- Ey anne! Yapma, asla ben dinimi terk etmem dedim. Annem iki gün iki gece hiçbir şey yemedi. Onu bu halde görünce
-Vallahi anne iyi bil ki eğer senin yüz tane canın olsa ve her biri teker teker çıksa, yine de ben dinimi bırakmam. Dilersen ye, dilersen bu haline devam et. Annem kararlığımı görünce yemeye başladı.”[20]
Sa’d b. Ebi Vakkas hakkında inen ayet insan üzerinde herkesten daha fazla hak sahibi olan ve bu yüzden hürmete daha çok layık olan anneye nereye kadar itaat edilebileceğini somut bir örnekle izah etmektedir. Bu, İslam’ın anneye tanıdığı haklar çerçevesinde değerlendirildiğinde daha kolay idrak edilebilir.
Kelam-ı Kadim’in Anlaşılması
Kur’an, yaşanmak için gönderilmiştir. O’nun getirdiği öğretilerle amel etmek ancak O’nu anladıktan, üzerinde tefekkür ettikten sonra mümkün olur.[21] Zaten Kur’an da muhataplarından öncelikli olarak kendisini anlamalarını talep etmektedir: “Bu Kur’an, ayetlerini düşünsünler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır.”[22]
İnsanların Allah’a karşı sorumluluklarını yerine getirmeleri Kelam’ı Kadim’i ne kadar anladıklarıyla doğrudan alakalıdır. Çünkü insanlar ancak anladıkları bir kitapla İlahi rızaya uygun ameller yapabilirler. Fakat Kur’an’ın bütün yönleriyle anlaşılması her mükellefin üstesinden geleceği bir ameliye değildir. Çünkü Kelam-ı Kadim, ilahi çözümlerin bir kısmını esas ve prensip olarak ifade etmiş bunu yaparken de edebi sanatları çokça kullanmıştır. Hadisenin bu boyutu dikkate alındığında O’nun bir “mübeyyin” tarafından açıklanması kaçınılmaz olmaktadır.
Kur’an’ı Kerim “mutlak aklın” keşfedemeyeceği, deneyle de tespit edilemeyen hakikatlerden bahsetmektedir. Bu yüzden beşeri metinlere tatbik edilen anlama usulleriyle idrak edilemez. Kelam’ı İlahi’nin anlaşılmaya yaptığı vurgu, onu, ilahi kodlarını dikkate alarak açıklayacak bir anlama disiplininin yani tefsirin doğup gelişmesine zemin hazırladı.
Allah Resulü, sahabe ve onları takip eden devirlerde şifahi olarak var olan tefsir usulü, bir sonraki kuşakta yazıya geçirilmiş ve gelişerek günümüze kadar ulaşmıştır. Bunun ilk yazılı örneği -aynı zamanda bir tefsir usulü olan- İmam Şafii’nin “Risale” adlı kitabıdır.[23]
Murad-ı İlahi Çerçevesinde Anlama
Kur’an’ın İlahi murada uygun bir şekilde anlaşılması için yapılan gayretleri iki başlık altında toplamak mümkündür. Bunlardan ilki “tefsir” ikincisi ise “te’vil” dir.
Tefsir
Lügatte “tefsir” “fesr” kelimesinin “tef’il” kalıbında mastardır. “Fesr”, doktorun hastalığı teşhis edebilmek için hastadan aldığı suya bakmasına denir. “Fesr” kelimesi bundan başka “açıklamak”[24] “ortaya çıkarmak”, “kapalılığı açmak”[25] gibi anlamlara da gelir. Tef’il kalıbının çokluğa delalet ettiği dikkate alındığında “tefsir” kelimesinin mübalağa ifade ettiği de görülür. Buna göre anlam ‘bir şeyi iyice açıklamak, açmak’ şeklinde olur. Örtülü bir nesneyi açmak gibi somut anlamlarda da kullanılan “tefsir” daha çok “kapalı lafızdaki manayı ortaya çıkarmak”[26] gibi soyut anlam çerçevesinde isti’mal edilir.
Istılahta tefsir; “Allah Resulü sallellh-u aleyhi ve selleme indirilen Kur’an’ı anlama, manalarını açıklama, hüküm ve hikmetlerini ortaya çıkarma yollarını gösteren ilim.”[27] olarak tarif edilmiştir. Ebu Hayyan’a ait olan tarif ise tefsirin imkan ve sınırlarını daha net bir şekilde belirlemektedir: “Tefsir, Kur’an lafızlarının telaffüz şeklinden, delalet ettikleri anlamlardan, yalnız başına ve terkip halinde kullanıldıklarında kelimelerden çıkan hükümlerden, terkip halinde kullanıldıklarında oluşan manalardan ve bunları tamamlayan diğer hususlardan bahseden ilmin adıdır.”[28]
Tefsir, Kur’an’ın anlaşılma faaliyetlerinin tamamını kapsayan bir disiplin olduğundan diğer Kur’an ilimlerinden daha fazla bir önemi haizdir.
Te’vil
Lügatte “te’vil” “asla dönmek”[29], “yerini bulmak” gibi anlamlara gelen “tef’il” kalıbında mastardır. Te’vil, bir şeyi kendisinden kast edilen gayeye ulaştırmaktır. Bu, somut/zihni düzlemde olabileceği gibi fiilen de olabilir.[30] Hz. Aişe Allah Resulü’nün rukü’ ve secdede “Sübhanekellahumme ve bi hamdik” ifadesini çokça söyleyip Kur’an’ı “te’vil” ettiğini rivayet etmektedir. Buna göre Hz. Aişe, “te’vil” kelimesiyle ruku’ ve secdedeki tesbihin “Rabbine hamt ederek tespihte bulun ve O’ndan bağışlanmanı dile.”[31] ayetinden alındığını[32] bunun ise ilmi manada bir te’vil olduğunu ifade etmektedir.
Istılahta “te’vil” iki farklı şekilde tanımlanmıştır. Bunlardan ilki selefe aittir. Onlara gere “te’vil”: “Sözü açıklamak ve manasını belirlemek” anlamındadır. Sonraki devir alimlerine göre ise “te’vil”: “Lafzı, öncelikli manasında (racih) değil de, kendisine bitişen bir delilden dolayı ikinci derecede önem arz eden anlamında (mercuh) idrak etmek”tir.[33] Bu tanıma göre lafzı te’vil eden kişi, ikinci derecede önem arz eden anlamı niçin tercih ettiğini ve bunu yapmaya neden olan delilin ne anlam ifade ettiğini de açıklar.
Meâl kelimesi de “te’vil”in aslı olan “evl” manasında mimli mastardır. Bir şeyin varacağı gaye manasında yer ismi de olabilir ki, bu durumda “te’vil”den meydana gelen ürün demek olur. Meâl bir şeyi eksiltmek anlamında da kullanılır. Bunun içindir ki, örfe göre bir sözün manasını her tarzda aynı şekilde değil de biraz noksanıyla kendisinden elde edilen manaya göre söylemeye de “meâl” denir.[34] Kur’an-ı Kerim’in farklı dillere aktarılmasında “meâl” isminin tercih edilmesi bu eksiklikten dolayıdır.
Tefsir-Te’vil Münasebeti
“Tefsir” ve “te’vil” kavramlarının birbirleriyle olan münasebeti bağlamında farklı mütaalalar serd edilmiştir. İbn Habib en-Nisaburi “Devrimizde öyle müfessirler zuhur etti ki onlara tefsir ile te’vil arasındaki farkı sorsanız doğruyu bulup söyleyemezler”[35] demektedir. Ebu Ubeyd el-Kasım b. Sellam ikisinin de aynı anlamı içerdiğini ifade etmektedir.[36] Zerkeşi ise farklı manalara sahip olduklarını söylemektedir. [37] Bu, sonraki alimler arasında da şöhret bulan görüştür. Onlara göre, iki kavram arasında net bir farklılık vardır.
Rağıb el-Isfehani “tefsir”in “tet’vil”den daha kapsamlı, lafız ve kelimelerde kullanımının daha yaygın olduğunu belirtir.[38]
“Te’vil”in kullanım alanı daha çok manalar ve cümlelerdir. İlahi kitapların anlaşılmasında kendisine çokça müracaat edilir. Tefsir ise gerek bunlarda gerekse başka metinlerde kullanılır.[39]
Tefsir, Kur’an’da ve Sünnet’te belirgin ve açık olan anlamdır. Te’vil ise alimlerin istinbat ettiği manalardır. Bunun içindir ki “Tefsir rivayet ile te’vil dirayet ile alakalıdır.” sözü meşhurdur.[40] Çünkü tefsir’in anlamı –yukarıda da belirtildiği gibi- açmak ve açıklamaktır. Lafızlarda mündemiç olan ilahi muradın ne olduğunu kesin bir şekilde anlamak ise ya Allah Resulü sallellah-u aleyhi vesellem’den gelen Sünnet’e ya da vahyin gelişine şahit olan, konuyla alakalı hadiseleri yakından bilen, Resulullah ile aynı zamanı paylaşan sahabeden yapılan rivayeti bilmeyle mümkün olur. Te’vil’de ise delil yardımıyla lafzın imkan tanıdığı manalardan birini tercih etmek söz konusudur. Tercih ictihata dayanır.[41] Derin düşünmeyi gerektiren ayetlerin anlamları te’vil yardımıyla aşikar olur.
“Te’vil” ayetin zahir anlamına aykırı olmamalıdır. İslam’ın temel esaslarıyla çelişen izafi te’viller “lâdini” mütaalalar çerçevesinde değerlendilir. Çünkü tefsir ve te’vilin nihayi gayesi ilahi muradı ortaya çıkarmaktır. Fakat izafi te’villerde açıkça bunun ihlali söz konudur. Rafiziler’in “(Allah suları acı ve tatlı olan ) iki denizi salıvermiştir; birbirine kavuşuyorlar.”[42] ayetini Hz. Ali ve Fatıma “O denizlerin her ikisinden de inci ve mercan çıkar.”[43] ayetini de Hz. Hasan ve Hüseyin olarak te’vil etmeleri bunun uç örneklerindendir.[44]
Kelam’ı İlahiyi Anlamak
Kur’an anlaşılmak ve yaşanmak için inmiştir. Onu anlamanın anahtarı ise “tefsir”dir. Bu yüzden tefsir Müslümanların öğrenmeleri gereken en önemli ilimlerden biridir. Çünkü Allah Teala Müslümanlara Kur’an’ı anlamayı vacib kılmıştır: “Onlar Kur’an’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerin üzerinde kilitleri mi var?[45]
İmam Suyuti tefsirin önemini ifade sadedinde şunları nakleder: “Kur’an-ı Kerim Arab’ın en fasihlerinin mevcut olduğu bir zamanda Arabça olarak inmiştir. Onlar, Kur’an’ın zahirini anlıyorlardı. Fakat iç manalarını çoğunlukla Allah Resulü’ne sorarak idrak ediyorlardı. Nitekim ‘İman edip de imanlarına zulmü bulaştırmayanlar varya; işte güven onların hakkıdır. Doğru yolu bulmuş olanlar da onlardır.’[46] ayeti inince sahabe Efendimiz’e ‘Hangimiz nefsine zulmetmedi ki?” diye sordu. Onlar, zahirini anladıkları ayetin muradını kavrayamadılar. Allah Resulü sahabenin işkalini def etme sadedinde buradaki ‘zulüm’ kelimesini ‘şirk’ olarak tefsir etti.”[47]
Allah Resulü (s.a.v.), “Her kimin hesabı tartışmalı geçerse o azap görür.” buyurdu. Hz. Aişe bu ifadeyi anlayamadı, Efendimiz’e Allah Teala “Kime kitabı sağından verilirse, hesabı çok kolay görülecek.” buyurmuyor mu diye sordu. Bunun üzerine Efendimiz; “Ayetteki hesap arzdır.”[48] onlar, mahkeme sonucunu bildiren belgeyi ellerine alınca hiç tartışılmayan kolay bir hesap ile kurtulacaklar buyurdu.[49]
Adiy b. Hatim de “Ta siyah iplikten beyaz iplik size seçilinceye kadar yiyiin için”[50] ayetini anlayamamıştı. Sahur vaktinde siyah ipliğin beyaz iplikten ayırt edildiği zamana kadar yenileceğini zannetmişti. Hz. Peygamber ona ‘ben sana fecre kadar demedim mi? O, gündüzün ışığı gecenin ise karanlığıdır.’[51] buyurdu.[52]
Vahyin gelişine tanıklık eden ve Arapça’yı özel bir dil eğitimi almadan öğrenen sahabenin Kur’an’ı anlamak için tefsire bu derece ihtiyaç duyması dikkate alındığında görülecektir ki tefsir, Kur’an’ı anlamak için öğrenilmesi gereken zorunlu bir ilimdir.
KUR’AN’IN ANLAŞILMASINDA HZ. RESULULLAH’IN ROLÜ
Kelam’ı İlahi’nin anlaşılmasında en belirleyici unsur yine Kur’an’dır. Çünkü İlahi muradın ne olduğunu eksiksiz bir şekilde ancak Allah Teala bilir. Kur’an-ı Kerim’in kendi bütünlüğü içerisinde ayetler birbirlerini tefsir ederler. Bir yerde “mutlak” ya da “mücmel” gelen bir hüküm başka bir ayette takyit ya da tebyin edilir. Bir örnekle izah etmek gerekirse şu ayetler nakledilebilir: “Okunacak olanlardan başka hayvanlar, size helal kılındı.”[53] ayetinde “mücmel” olan ‘okunacak hayvanlar’ın neler olduğu bir başka ayette bildirilmektedir: “Ölü hayvan, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına boğazlanan, (henüz canı çıkmamış iken) kestikleriniz hariç; boğulmuş, darbe sonucu ölmüş, yüksekten düşerek ölmüş, boynuzlanarak ölmüş ve yırtıcı hayvanlar tarafından parçalanmış hayvanlar… haram kılındı.”[54]
Allah Resulü (s.a.v.) Kur’an’ı, söz ve fiilleriyle muşahhaslaştırıp insanların anlayacağı seviyeye aktardı. Onların görüp-örnek alacağı bir “üsve-i hasene” oldu. Kur’an’ı tebliğ ve tebyin etti. İlahi Kitab’ın farklı “teakkul” ve “tefakkuh”a sahip insanlar tarafından anlaşılacak olması Peygamber “tebyin”inin önemini artırdı.
Allah Resulü’nün yerinde açıklamaları, insanların örnek alacağı tavır ve davranışları ayetlerin ilahi murad çerçevesinde anlaşılmasını sağladı. -İmam Şafi’nin de belirttiği gibi- “Hz. Peygamber’in her ifadesinin Kur’an’dan anladıklarına dayanması”[55] Nebevi tefsiri vazgeçilmez kıldı.
Kur’an’ın ilahi kodları korunarak anlaşılmasında en büyük rol Sünneti’ndir. Bu yüzdendir ki Sünnet’in, Kur’an’dan hemen sonra gelen ikinci kaynak olduğu inancı genel bir kabul görmüştür.
Efendimiz sallellah-u aleyhi vesellemin Kur’an’ın anlaşılmasında üstlendiği rolü şu başlıklar altında incelemek mümkündür.
Sünnet Kur’an’ı Teyit Eder
Sünnet Kur’an’da var olan bir hükmü teyit eder.[56] Bunu yaparken Kelam-ı İlahi ile icmali ve tafsili açıdan birliktelik içinde olur. Örneğin namaz, zekat, hac, oruç gibi ibadetlerin vücubiyetini ifade eden hadisler bu noktadaki ayetlerle tam bir uygunluk arz etmektedirler.
“İslam, Allah’tan başka ilah olmadığına, Hz. Muhammed’in onun resulü olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekat vermek, hacca gitmek ve oruç tutmak gibi beş esas”tan[57] mürekkeptir diyen hadis-i şerifteki her bir hüküm bir ayeti teyit eder. Sünnet’in mana itibariyle teyit ettiği ayetler sırasıyla şöyledir: “Namazı kılacak, zekatı vereceksiniz.”[58], “Yolculuğuna gücü yetenlerin haccetmesi Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır.”[59], “Ey iman edenler! Oruç size farz kılındı.”[60] Gerek ayetler gerekse onları teyit eden hadisler emredilen ibadetlerin keyfiyetini bildirmeme açısından da uygunluk içerisindedirler.
Sünnet Kur’an’ı Açıklar
Sahabe Kur’an’ı Efendimiz sallallah-u aleyhi vesellemin tefsiriyle anlar, yanlış mütaalalarını yine O’nun (s.a.v.) tashihiyle düzeltirdi.
Allah Resulü Kur’an’ın yekünunu izah etme cihetine gitmemiş, özellikle sahabenin anlamada zorluk çektiği ayetleri açıklamıştı. Efendimiz (s.a.v.) herkesin kolayca anlayabileceği ve ilk okuyuşta manasını kavrayabileceği ayetleri tefsir etmediği gibi kıyametin vakti, ruhun keyfiyeti gibi Allah Teala’nın bilinirliklerini kendinde tutmayı tercih ettiği ayetleri de beyan etmedi. Allah Teala’nın insanların tamamından ya da bir kısmından manasını gizli tuttuğu, yalnız Peygamber’ini muttali kıldığı ve açıklanmasını da O’na emrettiği ile alimlerin içtihat gibi anlama usullerini kullanarak çözebilecekleri “mücmel”i beyan, “âmm”ı sınırlandırma, “müşkil”i açıklama bağlamında değerlendirilen ayetleri tefsir etti.
Kur’an, Allah Resulü’nün asıl vazifesinin Allah’ın Kitabı’nı açıklamak olduğunu söylemektedir: “İnsanlara kendilerine indirileni açıklaman ve onların da (üzerinde) düşünmeleri için sana bu Kur’an’ı indirdik.”[61] Bu ayeti teyit eden hadisler sayılamayacak kadar çoktur. Herkesin bilmesi hasebiyle zorunlu bilgi bağlamında değerlendirilebilecek bir hadis şöyledir: “Bana Kur’an’la birlikte onun bir benzeri verildi.”[62] Bu meyanda Mekhul şöyle demektedir: “Kur’an –anlaşılabilmek için- Sünnet’e, Sünnet’in Kur’an’a olan ihtiyacından daha fazla muhtaçtır.”[63] Çünkü Kur’an’ı Sünnet tefsir eder.
Allah Resulü’nün Kur’an’ı İzah Ediş Şekilleri
* Sünnet, Kur’an’ın “mücmel” ifadelerini insanların idrak seviyelerine göre açıklar.[64] Bu durumda “mücmel” ayetler “müfesser”e dönüşür. Dua anlamına gelen “salat” ve temize çıkarma manasını içeren “zekat” kelimeleri Efendimiz’in beyanıyla “mücmel”den “müfesser”e taşınarak malum ibadet formatında anlaşılmışlardır.[65]
“Allah alışverişi helal faizi haram kıldı.”[66] ayetindeki alışveriş ve faiz kelimeleri de “mücmel”dir. Hangi durumlarda alışverişin sahih, fasit ya da batıl olduğu, faiz çeşitlerinin neler olduğu Hz. Peygamber’in tefsiriyle anlaşılabiliştir.[67]
* Allah Resulü sallellah-u aleyhi vesellem Kur’an’ın “umum” olarak zikrettiği mevzuları da “tahsis” eder. Helal ve haramın imkan ve sınırlarını kesin bir şekilde belirler. Nitekim bir erkeğin evlenmesinin haram olduğu kişilerin tadat edildiği ayetlerde[68] “Bunların dışında kalanlarla evlenmeniz size helal kılındı.” buyrulmaktadır. Bu ifade, Allah Resulü’nün, kadının, halası ve teyzesiyle bir anda aynı kişinin nikahı altında bulundurulmasını yasaklaması[69] ile “tahsis” edilmiştir. Ayrıca evlenilemeyecek kadınları bildiren söz konusu ayetlerde sadece süt anne ve süt kız kardeşten bahsedilmektedir. ‘Bunların dışında kalanlarla evlenmeniz size helal kılındı.’ kaydının sütle alakalı mahremiyete getirdiği anlam genişliği Allah Resulü sallellah-u aleyhi vesellem’in “Neseb yoluyla evlenilmesi haram olanlar süt yoluyla da mahrem olurlar.”[70] hadisiyle “tahsis” edilmiştir.
“(Murisini öldüren) katil hiçbir şeye varis olamaz.”[71] hadisi, miras ayetlerini[72] “tahsis” eder. Mesela erkek, iki kız kardeşin payı kadar mal alırken babasının katili olması durumunda mirastan mahrum edilir.
* Allah Resulü sallellah-u aleyhi vesellem Kur’an’ın “mutlak” bıraktığını kayıt altına alır ya da ihtimale açık meseleleri beyan eder. “Hırsız kadın ile hırsız erkeğin ellerini kesin.”[73] ayetindeki “el” ifadesi kolun, koltuk altına kadar olan bölgesini kapsar.[74] Bu durumda hırsızın eli bilekten mi, dirsekten mi yoksa koltuk altından mı kesilecektir? İfade bütün ihtimallere açıktır. Efendimiz’in hırsızın elinin bilekten kesilmesini emretmesi bu noktadaki ihtimalleri ortadan kaldırır ve ayetin hükmü net bir şekilde aşikar olur. Ayetteki kapalılığı ortadan kaldıran ve “el”in kesilme noktasının bilek olduğunu bildiren hadis şöyledir: “Safvan b. Ümeyye b. Halef mescitte elbisesi başının altında olduğu halde uyuyordu. Bu sırada hırsız gelip elbisesini aldı. Bunun üzerine Safvan hırsızı kolundan tutup Hz. Peygamber’e (s.a.v.) götürdü. Hırsız, suçunu itiraf edince Efendimiz elinin kesilmesini emretti. Safvan: “Ey Allah’ın Resulü! Elbisemden dolayı bir arabın eli mi kesilecek?” dedi. Hz. Peygamber, Safvan’ın sualini şöyle yanıtladı: “Az önce onu bana sen getirmedin mi? Hırsıza suçu vali’ye intikal etmeden önce şefaat edin, valiye ulaşır da o affederse bu takdirde Allah Teala valiyi affetmez.” Sonra hırsızın elinin bilekten kesilmesini emretti.[75]
Abdestin farzlarını bildiren ayette uzuvların kaçar defa yıkanacağı, kollar yıkanırken dirseklerin kapsam alanına girip-girmeyeceği açık değildir. Çünkü “Yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın”[76] ayeti tekrara ve dirseklerin kapsam alanına girmemesine ihtimallidir.[77] Allah Resulü sallellah-u aleyhi vesellem ayetin sınırlarını kesin çizgilerle belirtmiştir. Nitekim Osman b. Affan Allah Resulü’nün abdest alma şeklini gösterirken her bir uzvunu üçer defa yıkamış ve “Peygamber’i tıpkı benim bu abdestim gibi abdest alırken gördüm.” demiştir.[78] Yine Hz. Osman bir başka hadiste Hz. Peygamber’in abdest alma şeklini tarif ederken “kollarını pazularının çevresiyle birlikte yıkamıştır.” Buda göstermektedir ki ayetteki “dirsek” kelimesi kolun yıkanacak bölgesine dahildir.
Sünnet Hüküm Koyar
İmam Şafii başta olmak üzere alimlerin çoğunluğu Allah Resulü sallellah-u aleyhi vesellemin, Kur’an’ın sustuğu konularda hüküm koyma yetkisine sahip olduğunu, bunu da kullandığını belirtmektedirler.[79] Şüf’a ile alakalı hükümler, evli olduğu halde zina edenlerin recm edilmesi, belli durumlarda ninenin varis olması, ramazan ayında kasten orucunu bozan kişiye keffaretin gerekmesi, erkeklere altın takmanın ve ipek elbiseler giymenin haram olması, fıtır sadakası, diyet/tazminat ödemelerinde akile sistemi, ehil eşek eti yemenin haram olması,[80] gibi hükümler Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından vaz’ edilmiştir.
Şatibi Allah Resulü’nün (s.a.v.) müstakil hüküm koyma gibi görünen sözlerinin gerçekte Kur’an’ın ya bir ayetine ya da bir kaidesine dayandığını dolaysıyla bu nev’i tasarrufatın Kur’an’ı anlama bağlamında değerlendirildiğini ifade etmektedir.[81]
Netice
Şüphesiz ki vahy edilen kitapların insanlar tarafından anlaşılmalarının gerçek mimarları peygamberlerdir. Zaten onların gönderiliş gayeleri vahyin insanlığın idrak seviyesine göre izah edilmesidir. Kur’an-ı Kerim bu noktaya dikkat çekerken şöyle demektedir: “Biz her peygamberi, ancak kendi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara (Allah’ın emirlerini) iyice açıklasın.”[82] Açıklama anlaşılma sürecinin kilit taşıdır.
Kur’an’ın anlaşılması sürecinde Allah Resulü’nün gerek sözlü gerekse de fiili tefsiri bağlayıcı kabul edilmiş ve muhataplar tarafından da aynı hassasiyetle dikkate alınmıştır. Yukarıdaki tespiti bir örnekle izah etmek gerekirse şunlar söylenebilir: Abdurrahman b. Zeyd üzerinde elbise olan ihramlı birisini görünce onu böyle yapmaktan nehy etti. Adam, Abdurrahman b. Zeyd’ten elbiseyi çıkarması için delil olarak bir ayet getirmesini istedi. Abdurrahman, Efendimiz’in uygulamasının önemine vurgu yapmak için şu ayeti okudu[83]: “Peygamber size ne verdiyse onu alın, neyi de size yasak ettiyse ondan vazgeçin. Allah’a karşı gelmekten sakının”[84]
Sünnet’in Kur’an’ın tefsirinde otorite olduğuna itiraz eden bir adama İmran b. Huseyn şöyle yanıt vermiştir: “Sen aptal bir adamsın. Her şeyi Kur’an’da nasıl ararsın. Allah’ın kitabında öğle namazını kıraati sessiz ifa edilen dört rekat namaz olarak bulabilir misin?! Sonra namaz, zekat vb. konular… bunları açıklanmış bir halde Kur’an’da bulabilir misin?” Kur’an bütün bunları kapalı geçmiştir. Sünnet ise onları tefsir eder.”[85]
Not: İbrahim kardeşim makalatın 1. yazısı 10 sahife olacak bold olanlar pencere olabilir pencerelerde dipnotlar silinecek.
Büyük harflı başlıklar ana başlıklar sadece ilk harfleri büyük olanlar alt başlıklar
Başlıklar puntoları 12-ya da 13 olbalir ama standart olsun .
———————————————————
[1] Alauddin Abdulaziz b. Ahmed el-Buhari, Keşfu’l-Esrar an Usuli’l-Fahri’l-İslam el-Bezdevi, Daru’l-Kitabi’l-Arabi, Beyrut, 1991, I, 71.
[2] Abdulali Muhammed b. Nizamiddin Muhammed Leknevi, Fevâtihurrehemût, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 2024, I, 9.
[3] Muhammed Seyyid Bey, Usul-i Fıkha Medhal, Asitane, ty, II, 47.
[4] Ahmed el-Buhari, a.g.e., (3Nolu Dipnot), I, 71; Ayrıca bkz. Vehbe Zuhayli. Usûli’l-Fıkhi’l-İslami, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1998, I, 421.
[5] Menna’ Halil el-Kattan, Mebahis fî Ulûmi’l-Kur’an, Mektebetu’l-Maarif, 2024, Riyat, s. 101.
[6] Kur’an, Kehf(18): 106.
[7] Kur’an, Furkan(25): 32.
[8] Kur’an, Cum’a(62): 2.
[9] Kur’an, Furkan(25): 33.
[10] el-Kattan, a.g.e., s. 111.
[11] Kur’an, Bakara(2): 2.
[12] Suyuti, Itkan, I, 27.
[13] Kur’an, Şu’ara(26): 214.
[14] el-Kattan, a.g.e., s. 111.
[15] Kur’an, Bakara(2): 220.
[16] Kur’an, Bakara(2): 222.
[17] Kur’an, Nisa(4): 127.
[18] Bkz. Bedruddin Muhammed b. Abdillah ez-Zerkeşi, el-Burhan fî Ulûmi’l-Kur’an, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 2024, I, 57.
[19] Kur’an, Ankebût(29): 8.
[20] Bedruddin Ebu Muhammed Mahmud b. Ahmed el-Ayni, Umdetu’l-Kari Şerh-u Sahihi’l-Buhari, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 2024, XXII, 127.
[21] Muhammed Ali es-Sabuni, et-Tibyan fî Ulûmi’l-Kur’an, Alemu’l-Kütub, Beyrut, 1985, s. 63.
[22] Kur’an, Sâd(38): 29.
[23] Hayrettin Karaman, “Tefsirde Eski Yeni Tartışması”, (Kur’an-ı Kerim, Tarihselcilik ve Hermenötik), Yeni Ümit Kitaplığı, İzmir, 2024, s. 22-23.
[24] Ebu’l-Fadl Cemalüddin Muhammed İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1994, V, 55; Ayrıca bkz. Rağıb el-İsfehani, Müfredat-u Elfazi’l-Kur’an, Daru’l-Kalem, Dımeşk, 1997, s. 636.
[25] el-Isfehani, a.g.e., s. 636.
[26] İbn Manzur, a.g.e., X, 55.
[27] Celaluddin Abdurrahman Suyuti, el-İtkan fi Ulûmi’l-Kur’an, Kahraman Yayınları, İstanbul, 1978, II, 223.
[28] Muhammed b. Yusuf Ebû Hayyan, el-Bahru’l-Muhît, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1993, I, 10.
[29] İbn Manzur, a.g.e., X, 32; el-Isfehani, a.g.e., s. 99.
[30] el-Isfehani, a.g.e., s. 99.
[31] Kur’an, Nasr(110): 3.
[32] İbn Manzur, a.g.e., X, 33
[33] Ebû Hayyan, a.g.e., I, 11.
[34] Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim, İstanbul, ty., I, 22.
[35] Muhammed Hüseyin ez-Zehebi, et-Tefsir ve’l-Müfessirun, Mektebet-u Vehbe, Kahire, 2024, I, 16.
[36] Ebû Hayyan, a.g.e., I, 11.
[37] Zerkeşi, a.g.e., II, 164.
[38] Zerkeşi, a.g.e., II, 164.
[39] Ebû Hayyan, a.g.e., I, 12.
[40] el-Kattan, a.g.e., s. 380.
[41] Ebû Hayyan, a.g.e., I, 12.
[42] Kur’an, Rahman(55): 19.
[43] Kur’an, Rahman(55): 22.
[44] Zerkeşi, a.g.e, II, 167.
[45] Kur’an, Muhammed(47): 24.
[46] Kur’an, En’an(6): 82.
[47] Suyuti, a.g.e., II, 223; Ebu Hayan, a.g.e., I, 13.
[48] Kur’an, İnşikak(84): 7-8.
[49] Suyuti, a.g.e., II, 223; Ebu Hayan, a.g.e., I, 13.
[50] Kur’an, Bakara(2): 187.
[51] Bkz. Bu konuda ki hadis için Ebu Ca’fer Muhammed b. Cerir Taberi, Cami’ul-Beyan fî Tefsiri’l-Kur’an, Daru’l-Kutübi’l-İlmiyye, II, 178.
[52] Suyuti, a.g.e., II, 223; Ebu Hayan, a.g.e., I, 13.
[53] Kur’an, Maide(5): 3.
[54] Kur’an, Maide(5): 3.
[55] Halid Abdurrahman el-Ak, Usulu’t-Tefsir ve Kavaiduhu, Daru’n-Nefais, Beyrut, 2024, s. 79.
[56] Vehbe Zuhaylî, Usûli’l-Fıkhi’l-İslami, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1998, I, 461; Siba’i, a.g.e., 379.
[57] Buhari, İman, 8; Müslim, İman, 16; Tirmizi, İman, 2612; Nesai, İman, 107.
[58] Kur’an, Bakara(2): 83.
[59] Kur’an, Al-i İmran(3): 97.
[60] Kur’an, Bakara(2): 183.
[61] Kur’an, Nahl(16): 44.
[62] Kurtubi, a.g.e., I, 29.
[63] Kurtubi, a.g.e., I,
[64] Kur’an’da ki mücmel bir ifade de ancak onu mücmel olarak ifade eden şari’ tarafından açıklanabilir.
[65] Bkz. Ahmed Buhâri, a.g.e., I, 144-7.
[66] Kur’an, Bakara(2): 275.
[67] Zuhayli, a.g.e., I, 462.
[68] Kur’an, Nisa(4): 24.
[69] Muhammed Ali Muhammed Şevkani, Neylü’l-Evtar min Ehadis-i Seyyidi’l-Ehyar, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1999, VI, 155.
[70] Buhari, Şehadat, 7- Nikah, 30; Müslim, Raza’, 1; Ebu Davud, Nikah, 6; İbn Mace, Nikah, 34; Darimi, Nikah, 48.
[71] Ebu Davud, Diyat, 18; Darimi, Feraiz, 41.
[72] Bkz. Kur’an, Nisa(4): 11-12.
[73] Kur’an, Maide(5): 38.
[74] Burhanuddin Ebu’l-Hasen Ali b. Ebi Bekr el-Merğinani, el-Hidaye Şerh-u Bidayeti’l-Mübtedi, (Nasbu’r-Raye ile birlikte), Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1996, III, 568.
[75] Cemaleddin Ebû Muhammed b. Yusuf Zeyla’i, Nasbu’r-Raye Tahric-u Ehâdisi’l-Hidaye, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1996, III, 567-8.
[76] Kur’an, Maide(5): 6.
[77] Zuhayli, a.g.e., I 463.
[78] Şevkani, a.g.e., I, 153.
[79] Siba’i, a.g.e., s. 380 vd.
[80] Karşılaştırmalı olarak bkz. Abdul Ğani Abdulhalik, Hucciyyetü’s-Sunne, Daru’l-Kur’ani’l-Kerim, Beyrut, 1986, s. 497; es-Sıba’i, a.g.e., s. 380; Zuhayli, a.g.e., I, 463.
[81] Şatibi,
[82] Kur’an, İbrahim(14): 4.
[83] Kurtubi, a.g.e., I, 29.
[84] Kur’an, Haşr(59): 7.
[85] Kurtubi, a.g.e., I, 30.