Ahmet TAŞ
O, şiir ve fikir semamızın kutup yıldızlarından. İstiklal Marşı’mızın şairi. İklim-i dilde sefirimiz. Kişiliğiyle müstesna bir şahsiyet. Düşünceleriyle, Müslüman Türk milletinin ruhuna kök salmış bir ulu çınar.
Hangi güzel vasfı onun isminin önüne getirsek yakışır. Çünkü, güzellik onun özündeydi, hakikat ruhuna sinmişti.
Akif, ilk eğitimini işte böyle bir aileden alır. Daha sonra okul yılları; Rüştiye, İdadi, Baytar ve Ziraat Mektebi… Bu yıllar şahsiyetinin oluşması dönemidir.
“Karşımızda yavaş yavaş bir şair, bir ülkü adamı Akif beliriyor. Her gelen gün, her sabah, dağların üstünden aşan bir gün ışığı, bu tablonun bir tarafını tamamlıyor, aydınlatıyor.”
Bu dönemde iş başında, devleti yavaş yavaş derleyip toparlayan bir padişah vardır: Sultan Abdülhamit.
“Avrupadan beslenen jön Türk hareketinin sorumsuz ve yıkıcı faaliyetleri, yaşlı kadronun beceriksizliği…” Bütün fatura Abdülhamit’e kesilir. “Akif’in de protestosuna katıldığı Sultan Abdülhamit yavaş yavaş giderken arkasından doldurulmaz bir boşluk bırakılır.
Devlete el koyan yeni kadronun elemanları, büyülü adaların sirenlerine kulaklarını kaptırmış odisseus tayfalarından farksızdı. Gerçeklere kulaklarını tıkamışlardı. Yeni yönetim, kökleri kopmuş bir ağaç gibiydi. Hem kendine yabancıydı, hem cemiyete.
Akif Sukût-ı hayâle uğrar. Daha karanlık bir dönem başlamıştır. Şiirleriyle, makaleleriyle, verdiği derslerle, aydınlara hakikatleri anlatmaya çalışır. İslam’dan kopmanın felaketlerini gösterir, sefaletimizin maddi manevi tablosunu çizer. Gittikçe resmileşmeye başlayan batıcı fikirlerin tenkitini yapar…
O, hayata müdahildir. Ne Yahya Kemal gibi tarihte teselli bulur, ne de çağdaşları gibi hayal aleminde gezinir. Cemiyetin içinde yürüyen, konuşan, ağlayan, gülen insandır. Bir cemiyet şairidir. Bu yüzden toplumu ilgilendiren her şey onu da ilgilendirmiştir. Gördüğü her yanlışın karşısındadır. Toprağından, irfanından kopan aydın sınıfı, şuursuzlaştırılan bir nesil, gittikçe küçülen Osmanlı… Bu sonbahar düşünceleri Akif’i sarsar. Türk milletinin üzerinden güneşin yavaş yavaş battığını, bir devrin sonuna gelindiğini görür.
Osmanlı, ipliği kopan bir kolye gibi dağılmaktadır. Altından toprağı çekip alınmış koca bir çınardır sanki. Günden güne solmakta, tükenmekte… Bu çöküşün sebeplerini, ahlaki, ruhi, içtimai bozuklukları “bir cerrah teşhirciliğiyle” ortaya koyan yine Akif’dir. “Akan kanı durdurmaya, yanlış doktor ve tedavi usulüne başvuran yaralıyı kurtarmaya çalışır.”
İslam birliği idealine meftun olan Akif, kurtuluşu, Müslüman Türk milletinin önderliğindeki İslam dünyasında görür.
1908 sonrası fikir ve siyaset alanında hemen hemen tutarlı olan tek insan yine odur. Sanatkârlık vasfı da o dönemde en çok kendisine yakışır. O, göründüğü gibi olan ve olduğu gibi görünen ender şahsiyetlerdendi. Ömründe bir kere bile bayağılığa düşmemiş, yalan nedir bilmeyen bir vatan evladı. Anadolu insanına hep doğruları söylemiş, onları hakikate, birlik beraberliğe çağırmış.
Hayatıyla eserleri arasındaki kuvvetli bağ, herkesi kendine hayran bırakmıştır. “Pek az eser Akif’inki kadar yazarının şahsiyetini aksettirebilir.”
O, kendini milletinin huzurunda gördüğü günden beri, sanattan ziyade, cemiyeti düşünen, sanatı hayat için bilen bir şair. Bu yüzden, devrinin yapma çiçeklerine benzeyen süslü edebiyatını onda göremezsiniz. O, acıları dindirmeye çalışıyordu, şarkı söyleyecek zamanı yoktu.
Çürük bir direğe yaslanacak kadar taassup sahibi olmayan Akif, Tanzimat’tan bu yana dini küçümseyen modernist düşüncenin de karşısındadır. Her fırsatta ilme, fenne önem vermemiz gerektiğinin altını çizer. Fakat, maddeye baş eğdirirken maddeleşmemeliydik.
Cemil Meriç onu, tufan anında insanları gemisine çağıran Nuh Peygambere benzetir. Ahmet Kabaklı, Hind kurtuluş hareketinin Gandi’sine. Sezai Karakoç, istiklal şairini iki kelimeyle özetler; İslam ve realite. O, “yüreği sızlayan, kalbi kanayan yegane İslam şairi.” Şairler Sultanı onu, haksızlığın karşısına dikilmesi bakımından büyük kahraman olarak tanıtır. Milletinin heyecanını, imanını, cesaretini, kahramanlığını, tarihini yüreğinde hisseder, cemiyetin kalbine gergef gergef işler. O, ışık dolu bir yürek, istikbâle aşık bir şair. Yazdıklarıyla yaşantısı bir elmanın iki yarısı. Dediğini yapan, yaptığını söyleyen, anlatan. düşünceyi şiire taşıyan, topluma aşılayan şair. “Havassı düşüne düşüne avam olup gitmişiz” diyen milli şairimiz, halkın diliyle millete hitap eder. Milletimiz, aradığı sıcak nefesi, dost sesi Akif’te bulur. Bu ses, Anadolu insanına bir nefes kadar yakındır. İstiklal Marşı’mızın yazarı bu sebeplerdir ki Yahya Kemal değildir de Akif’tir. Çünkü O, İslam akaidinin şairidir. Yahya Kemal tarihte gezinirken O, kanayan yaraları sarmakla meşguldü; yaşayanın ölmemesine çareler arıyordu:
“Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim,
Onu dindirmek için çifte yerim, kamçı yerim.
Adam, aldırma da geç git diyemem, aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim hakkı tutar kaldırırım.”
O, hakkı tutup ayağa kaldırmak için çırpınan, dövünen, çalışan, mücadele eden, emek sarfeden yürekli bir şair. Hiçbir şair, dönemini onun kadar şiirine yansıtamaz. Tufan, memleketini bir beşik gibi sallarken, Akif, zaptedilemeyen bir asker gibidir. Hemen vatanın hizmetine koşar. Dalga dalga heyecanıyla, hitabetiyle ruhları sarsar. Cemiyetin kalbindeki küllenen ateşleri alevlendirir. Kalemini, kelamını düşmana karşı bir kılıç gibi kullanır.
Şahsiyeti, kişiliği, prensipleri olan adamdır. “Ne sağlında ne de ölümünden sonra hiç kimse onun kendi prensip ve inançlarına aykırı yaşadığına dair tek örnek veremez.” Doğru olduğuna inandığı şeyleri söyler, yanıltmak istemez kimseyi. İnsanımızın sessizce düşündüklerini O, yüksek sesle telaffuz eder. Bu yüzden Akif’in şiirleri, düşünceleri toplumun vicdanında makes bulur.
Ömrü boyunca karıncayı bile incitmekten çekinen Akif, din vatan, bayrak söz konusu olunca bir arslan gibi kükrer:
“Cehennem olsa gelen göğsümüzde söndürürüz!
Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz yürürüz.
Düşer mi tek taşı sandın harîm-i namusun?
Meğer ki harbe giden son nefer şehid olsun…”
Acıma duygusu, başkalarını düşünme fikri, kendi vicdanı dışında İslam’ın, onda oluşturduğu imani bir hassasiyettir. İnsaf ve merhamet şairidir. Müslüman, başkalarını düşünecek, sadece kendi saadeti için yaşamayacaktır. Akif, işte bu düşünceleri teoriden pratiğe geçiren büyük bir şahsiyettir. Ömrünü, din için, vatanın ve milletin selameti için vakfeden fedakâr insandır. Bu yüzden onun özel hayatı yoktur.
Merhameti, sevgiyi, insandaki acıma duygusunu, yürekteki çaresizliğin sesini, “Seyfi Baba”daki şu mısralardan daha güzel bir ifadeyi beşer lisanı tanımış mıdır?
“O zaman koptu içimden şu tahassürü ebedi,
Ya hamiyetsiz olaydım ya param olsa idi.”
İNSAF VE MERHAMET ŞAİRİ
Mehmet Akif’in şiiri hakkında ilk olarak, onu dehay-ı sanat gören Cenap Şehabettin konuşsun: “Tarih-i edebiyat şimdilik büyük Akif’ten daha büyük bir İslam ve Türk şairi tanımaz.”
İsmail Habib de iddialı: “Elinde Safahat gibi bir şaheser olan herkes, şiirin mabedine, kendi eviymiş gibi rahatlıkla girebilir.”
Kadîm dostu Süleyman Nazif: “ Davut’un (A.S) elinde demir nasıl yumuşamışsa, Akif’in elinde de aruz aynı şeydir” diyor.
Safahat şairi, döneminin ortak vezni aruzu ustaca kullanır. Denilebilir ki O, aruzun Sinan’ıdır. Aruzla, akisleri yüzyıllarca şarkın ufuklarında çınlayacak muhteşem eserler vücuda getirmiştir. Onun şiirini “İslam ve realite” diye iki kelimeyle özetleyen Sezai Karakoç devam ediyor: “Akif’le birlikte aruz dilimizin öz malı olmuştur. Onun şiiri bir nevi günlüktür. Bütün bir cemiyetin günlüğü.”
Edebiyatımızda onun kadar hayatı şiire, şiiri hayata sokan ikinci bir şairimiz mevcut değil. Eseriyle müessiri arasındaki rabıtanın, ondaki kadar güçlü olduğu başka bir şair de yoktur. Seh-li mümteni denilen bir söyleyiş kolaylığı, akıcı bir üslup. Zaman zaman sakin bir akarsu. Bazan dalgalanan, coşan, çağlayan köpük köpük bir şelale. Bütün bunlar derin bir duygu sağanağı halinde akar safahatın altın yapraklarına.
Nihat Sami Banarlı konuşuyor: “Türk edebiyatında bir ahlak ve fazilet timsali, bir dini iman sanatkarı, bir milli heyecan şairi.” Gündem üzerine Fuat Köprülü’den bir hüküm: “Türk edebiyatının en kudretli nazımı!”
Mehmet Akif, döneminde yaşayan diğer şairlerden farklıdır. Sanki O, çocukluğundan beri farklı hava koklamış, başka yıldızları seyretmiş. Dili, düşüncesi, ufku onlardan farklıdır. Onun şiiri, gemiler geçmeyen bir ummanın bağrından yeni fışkırmış bir adanın çiçekleri kadar saf ve temiz. Tıpkı gönlü gibi. Onun şiirlerinde inanç vardır, coşku vardır, umut vardır. Ümitsizlik büyük bir ateşe değen su damlası halinde buhar olur, gider.
“Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın…
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.”
İşte İstiklal Marşı’mızın ümit ve inanç atlası.
Batı medeniyetinin iki yüzlülüğünü, ehli salibin iğrenç maskesini bir kalem darbesiyle indirir:
“Maske yırtılmasa hâlâ bize afetti o yüz…
Medeniyyet denilen kahpe, hakikat, yüzsüz.”
Şiirleriyle, fikirleriyle, emperyalizme karşı sesini yükselten ilk onurlu ses, ilk şairimizdir.
“Medeniyet!” dediğin tek dişi kalmış canavar?”
Onda, serveti fünuncuların aksine, batı edebiyatının tesirleri görülmez. İnançlı, vakarlı, şuurlu olarak yerlidir. Şiirinde şahsi kaygıları, üzüntüleri, arzuları yoktur.
“Bülbül”, “Seyfi Baba”, “Küfe”, “Çanakkale Şehitlerine”,… şiirlerini yazmak ona nasip olur. Cemiyetin yaralarını teşhis eden, dertlerini ortaya koyan bir “Mahalle Kahvesi” ni de yine o yazar. Çünkü Akif, akan kanı durdurmak gayretindedir. Zira, kendi kanı akmakta, cemiyet kan kaybetmektedir.
Kur’an ruhundan uzaklaştıkça gerileyen, hızla dağılan bir Osmanlı, kilisenin taassubundan kurtuldukça ilerleyen bir Avrupa… Şuursuzluk tufanı cemiyetimizi bir beşik gibi sallamaktadır. Akif bu müşahedelerini bir yüzüğün taşı gibi şiirine ustaca yerleştirmiştir.
Kulağını Anadolu insanının nabzına dayanan bu güzel insan, fikir susuzluğu, ideal hasreti içinde yüzen, ıstırap duyan insanımızın gözyaşlarını dindirmek ister. O, yıllar hayallerini solduruncaya kadar çiçekten çiçeğe koşan kelebek… Safahat’ı da o acıklı, o unutulmaz hüzünlü günlerin, acıklı destan sayfaları. Şairin dediği gibi: “Safahat, şark ufuklarında akisleri asırlarca dalgalanmaya namzet bir şaheser olarak kalacaktır.”
“Mum gibi yandı ciğer çünkü vatan türküsünü
Hep geçen kapkara günlerde terennüm etti.
Çıktı kırklar, bir ağızdan dediler tarihin
İçimizden vatanın şairi Akif gitti.”
“ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE”
“Çanakkale İçinde vurdular beni..”
Çanakkale destanı, kanla, inançla, gözyaşıyla yazılmış bir destan, bir abide. O abideyi inşa eden kahraman Mehmetçikleri destanlaştıran Safahat şairi yalnız bu şiiriyle bile büyük bir şairdir. Bu şiir bir zaferdir. Böyle bir şair çıkarabilen bir millet ancak böyle bir destan yazabilirdi. Bu şiir, ağustos ayında soğuk su içen bir yolcu gibi, şehadeti iştiyakla içen ışık dolu yüreklere ne kadar yakışmışsa, şairine de o derece yakışmıştır.
Müslüman Türk milleti, hem birinci Cihan harbinde hem Kurtuluş Savaşı’nda Batı’nın ufuklarını sarmış çelik zırhlı duvarlarına karşı iman dolu göğsünü siper eder. Onlar giyindikçe Mehmetçik, er meydanına çıkan pehlivanlar gibi soyunur. Ehl-i salib böyle er görmemiştir!
Akif, cephede inancıyla destan yazan milletimizin bu tarih sayfalarına sığmayan mücadele azmini, coşkusunu, inanarak, ürpererek, gözyaşları içersinde tablolaştırır. Kanla yazılan bir destanı ancak gözyaşı yüceltebilirdi.
Maddenin manaya galip geleceğini zanneden haçlı ordusu, silahlarından daha güçlü kinleriyle Çanakkale önlerine gelir. Altı yedi asır İslam’ın bayraktarlığını yapan Türk milletini tarihin karanlıklarına gömmek isterler. O dönemde ayakta kalan tek İslam devleti Osmanlı’dır. Osmanlı, İslam’ın son kalesidir. Osmanlı’nın son kalesi de Çanakkale. Çanakkale direnemezse durum vahimdir. Bu ölüm kalım mücadelesinde yolun sonuna mı gelinmiştir. Bu yüzden Akif, Çanakkale’yi, Bedir’le kıyaslar. Bedir, İslam’ın ilk ve son ordusuydu. Bu sebeple aralarında benzerlik vardı. Akif, gözyaşları içerisinde soruyordu: “Bu Çanakkale ne olacak?” Vaziyet tehlikelidir, dediklerinde: “Eyvah! (diyordu) Son istinatgahımız da yıkılırsa ne olur?
“Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid’i…
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi…”
Buradaki büyük mana ancak bu kelimelerle, bu şekilde ifade edilebilirdi. Ve bu da o dönemde yalnız Akif’in diline yakışırdı.
(Kanaatimizce, Âkif, bu teşbihiyle sahabiyi ikinci plâna düşürmeyi hedef seçmemiş, bilakis Çanakkale şehitlerini onların mertebesine yaklaştırmak istemiştir. Yani lafızta hata var, mana da yok.)
Hüsran, İslam’ı kuşatmış boğmak üzereydi. Milletimiz yediden yetmişe, bu demir çemberi göğsünde kırıp parçalamak için inançla doğruluyor, azimle ayağa kalkıyordu.
“Şüheda gövdesi, bir baksana dağlar, taşlar…
O rükû olmasa, dünyada eğilmez başlar.”
Müslüman bir millet ancak Hakk’ın önünde eğilirdi. O’nun dışında her şey küçüktü. Daha dün, üzengi öpmeye hasret haçlı kuvvetlerine, bu asil millet perestiş mi ederdi!
“Hangi kuvvet onu, haşa, edecek kahrına ram?
Çünkü te’sis-i ilahi o metin istihkam.”
Askerimiz cephede çarpışırken, eller yüce yaratıcıya açılmış, İslam sancağının düşmemesi için gönüller niyazdaydı. Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremezdi. Vatanın kalbi Çanakkale’de atıyordu. İnanç, iman, heyecan dalga dalgaydı.
Düşman, boğazı geçebilmek için yıldırım yaylımı tufanlar, alevden seller saçıyordu.
“Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler…
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!
Kahraman, mü’min Türk kadını da büyük fedakarlık gösteriyor, kundaktaki bebeğinin üzerindeki örtüyü, mermilerin üzerine örtüyor, sarıyordu… O mermiler, kundaktaki bebeklerin, bir milletin, bir inancın geleceğiydi. Ve o örtü istikbalimizi sarıyor kucaklıyordu. Bu perde yorumsuz seyredilebilirdi.
“Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat iman?”
Çanakkale’de Kur’an ruhu yakalanmıştı. Bedir’de meleklerin kanatlarında yere inen iman, Çanakkale’de Mehmetçiğin omuzlarında yükseliyordu. Bu cephe, bu millet,bu inanç yıkılamazdı.
“Değil mi sinede birdir vuran yürek… Yılmaz!
Cihan yıkılsa emin ol bu cephe sarsılmaz.”
Sarsılmıyordu bu cephe. Tıpkı Mehmetçiğin kalbindeki iman gibi… Cihanın yedi ikliminden oluşan haçlı ordusunun ümitleri, sıcak denizlere kayan buzdan dağlar misali eriyordu. Ve Mehmetçiğin kalbindeki inanca teslim oluyor, yeniliyorlardı. Hezimet bir kez daha kapılarını çalmıştı. Akif, destan yazan Mehmetçiği kelimelere sığdıramıyordu. Kelam, bu şehitlerin uzandığı vadiye uzaktan bakabilirdi. Akif çaresizdi:
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
“Gömelim gel seni tarihe!” desem sığmazsın.
O gün, kahraman erlerimiz, tarihe sığmayacak kadar büyük işler yapmışlar, çiğnemişler, çiğnenmişler hakkı tutup kaldırmışlardı.
“Asım’ın nesli… diyordum ya… nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek.”
Şu iki mısra, belki de bu şiirin, bu destanın özetiydi:
“Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilal uğruna, ya Rab, ne güneşler batıyor!”
Hilal, bayraktı, İslamı sembolize ediyordu. Güneş, kahraman askerimiz. Hilalin, yani bayrağımızın ve İslamın yücelmesi için güneşin batması, askerimizin şehadet mertebesine erişmesi gerekiyordu. Bir şey bu kadar mı güzel ifade edilebilirdi!
“Bu, taşındır” diyerek Kâbe’yi diksem başına;
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;”
Bir şehit ki, Akif, onun başucuna İslam dünyasının kıblegâhı olan Kabe’yi mezar taşı yapmak istiyor. Şehit için abide bir mezar… “Gökyüzü bu şehidin lahit örtüsüdür, tavanı nisan bulutları, kandilleri Ülker yıldızı. Türbedarı mehtaptır geceleyin. Türbenin avizesi de güneştir. Şehidin kefeni akşamın alacakaranlığı.” Akif bütün bunları yeterli görmez, yürekten seslenir bu şehidimize:
“Tüllenen mağribi, akşamları, sarsam yarana
Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana.”
Mehmet Akif, bu büyük şehidimize inşa ettiği kabri kâfi görmeyip, nihayetinde ona sırrını açar, asıl müjdeyi verir:
“Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber.”