M.Salih YÜCESAN
Bed-baht ana derler ki elinde cühelanın
Kahrolmak için kesb-i kemali hüner eyler.’
Rivayete göre Emil efendinin kuruculuğunu yaptığı Fransız Sosyoloji Mektebinin mensupları, bazılarının iddiasının aksine insanlığın pre-lojik bir devir geçirmediğini söylemişler.
Başkaları tarafından sosyolog sayılan ve aynı zamanda pozitivistlikle nam salan zat da kendi icadı olan ve felsefeye Üç Hal Kanunu diye geçen teorisinde, insanlığın iki murdar halden geçerek bugünlerin üçüncü muhteşem mertebesinin mürüvvetine vasıl olduğunu izhar buyurmuş.
Sosyal meselelerde yüzde yüz kesinlikle zurna çalınamayacağına bakılırsa, ehl-i salibin her düşünceyi ve her inancı aklileştirme çabası neticesinde ortaya koydukları hükümler, tartışılabilir bir hususiyet kazanır. Zikri edilen ehl-i salibin aklileştirme meselesindeki bu el çabukluğu marifetine bazı ahmakların angaje oluşunun, ortalığı hepten karıştırıp, soğuk hava ile sıcak havanın buluşmasından doğan sisin kesafetini artırmaktan başka bir işe yaramadığı açık ve seçik ortadadır.
Bazı bazı mehdiliğe heveslenenler, ’din adına yol kesen’ klasik tabiriyle bazı kat-ı’ tarikler, sonra çarkçı, tezgahtar, manav, kondüktör, egzozcu taifesi, meseleye duhul eyleyerek akıllı olduklarını cemiyete, cemaate, düğüne, derneğe kabul ettirmek için rasyonalizmin faydalarından dem vurmaktadırlar.
Batı rasyonalizminin karşısında kendilerini ezilmiş ve sıkılmış bulanların savunma içgüdüsüdür rasyonalizm… Ortaçağın ileri gelen kilise babaları, rasyonalizmi kendi inançlarının ‘summa’sı için yerinde bir ustalıkla kullanırken, yüzyılın budalalarına da tersinden tesir ederek ilham kaynağı oldular galiba. Çünkü telefon icat edilirken, uçabilmenin alt yapısı oluşturulurken ve daha pek çok oyuncağın keşfine doğru emin ve kararlı adımlarla yürünürken hatta koşulurken ve yitik cennet dedikleri ‘Paradise Lost’, dünya üzerinde gerçekleştirilmeye çalışılırken bazı kimseler, hazır cenneti de kaybetmişlerdi. ‘Betondan bir cennet kurulamayacağını…’ söyleyene inat, zaten sahip oldukları ama ceplerinde kaybettikleri cenneti rasyonalizmin aydınlığında aramaya koyulmuşlardı. Onlar, ’Mehlika Sultana aşık yedi genç..’ heyecanını taşımaktaydılar. Halbuki buldukları tespih boncuğu idi. Bir de buzdolabı örtüsü ve cep telefonu kılıfı… Hakiki deriden mamul…
‘Anlamadığım için inanıyorum..’ diyen kara cübbeli, bu cümlenin bir önerme olduğunun farkındaydı. Anlasaydı, anlayabilseydi şayet, inanmış değil, bilgi sahibi olacaktı. O, inandığı için anlamıyordu aynı zamanda. Anlamaya çalışmak, bilmeye çalışmaktı.
Mütefekkir, ‘akıl olmazların zoru içinde’ demişti…
Aklın ‘ne idüğünü’ kolaçan eden akıl sahipleri, onu hiç de güvenli bulmadılar. Ama onsuz da olmuyordu. Ve Nasreddin Hocanın dediği gibi ‘herkes haklıydı’. İnsan denen meçhul, perişan… Çünkü relativizmi de icat eden o, Quantumu da… Düşünce, ‘hey heyler, şamatalar, kılıç şakırtıları arasında’ raks ediyordu.
Septikler ayrı telden çalıyordu, agnostikler ayrı telden. Kimi, ‘Aristo efendi, çok konuştun, sus ki biraz da biz ötelim…’ diyor, kimi mistik hezeyanlarını tezgaha koymuş, avaz avaz bağırarak kendisine müşteri arıyordu. Kitabın diyesi… Biri çıkıyor, ‘hiçbir şey bilemeyiz…’ diyor, öbürü ona ‘hiçbir şey bilemeyeceğini nasıl bildin, öyleyse?’ diye soruyordu.
Karnaval hala devam ediyor. İnsanoğlu, hayatının üç hal değil bin bir hal kanununa tabi olduğuna şahit. Öyle ya, ‘şüpheden bile şüphe’ duyan bir varlık için kendisini asla yanıltmayacak bir gerçekliğe nasıl ulaşacağının sıkıntısını yaşamak kaçınılmazdı. Ya idealizme kayacaktı, ya nihilizme veya hedonizme… Nasıl olsa kayılacak izm..lerin sayısında bir bereket vardı. Dinsel (!) ulemanın bilginin yollarından biri diye saydığı havas-ı selimeyi sorgulayan Hüsrev’in (Bu Hüsrev’in babası kendisini incir ağacına asmıştı da niçin astığı anlaşılamamıştı)… ‘Senin gördüğün sarı ile benim gördüğüm sarının aynı renk olduğunu ispattan dahi mahrum değil miyiz ?’ sorusunun cevabı yoktu. Çünkü burada da individüalizm devreye girmekteydi.
Aklın yapılmış tarifleri, kültürün yapılmış tariflerinden çok daha fazla. Kitaba göre, ’kültürün yüz altmış bir çeşit tarifi ‘yapılmış. ’Yüz altmış bir tarifi olan bir kavramın tarifi yoktur.’ der kitap.
‘Kamusların Kaosunda’ başlığı altında yapılan tarifleri sıralayan kitapta şu bilgilere rastlanır:
‘…Nutuk, mantık demekti, mantık akıl. Littre Sözlüğüne göre, insanın sayesinde bilgi edindiği, hüküm verdiği ve kendi kendini idare ettiği meleke. İkiye ayıranlar olmuş: Saf akıl, hadsi akıl… Akl-ı selim, bilgelik. Kamil akıl. Edeb, hassasiyet manası verenler de varmış, Romalılar gibi. Fransızca’da sağduyu demekmiş. Latince’de ratio, akıl… Hesap, düzen, metod, ölçüp, biçme melekesi, açıklama, nazariye. Dış dünya ile hayali olmayan münasebetler kurmak. Zihni faaliyeti yöneten bir kural, yani ideal bir bilgi ve hareket örneği sergileyen ilkeler bütünü. Diskursif (teemmüli) düşünce. Anlayış, bilgi, idrak, espri, zeka, kafa, beyin. Hasbi düşünceler. Hukuk… Muhakeme.’
‘İnsanı insan yapan melekelerin hepsi: Düşüncesi, zekası, şuuru, iradesi, umumiyetle bütün melekeleri…’
‘‘Saf akıl, tecrübenin kazandırdığı her bilgiden sıyrılmış akıldır.’
‘Soru: Akıl, namütenahiyi kavrayan bir meleke midir? Cevap, muhtelif… Evet diyenler idealist, hayır diyenler amprist.’
‘Akıl, düşüncenin nisbi, hudutlu, mümkün olanı ile zaruri ve mutlak olanı.’
‘Müesses teolojiye göre beşer aklı titrek bir meş’aledir. Yolumuzu aydınlatacağına şaşırtır bizi. Beşer aklı, dünyanın en tehlikeli vebasıdır. Peki ama mizacımızdaki bu sakatlık nereden geliyor? Neden hakikati göremiyoruz? Çünkü Tanrı zayıf gözlerle yaratmış bizi. Karanlıklara mahkum etmiş.’
‘Yine müesses teolojiye göre, imanı olmayan akıl, bir işe yaramaz.’
Sonra değişik tarifler:
‘Nispet, hikmet-i vücut, illet, saika, delil. Bazen illet, bazen illet-i gaiyye…’
‘Arapça’da bağlamak, yasaklamak, deveyi bağlayan köstek. İmsak ve imtisak. Baş, kalb. Görünmeyeni vasıtalarla, görüneni müşahede ile idrak eden soyut cevher. Kuvve-i zihniyenin faaliyet-i muntazaması. Anlamak ve bilmek melekesi. Nefs-i natıka, ruh, kuvve-i müdrike. Tarz-ı istidlal. Tasavvurat ve kaza-i tertib. Müstahil ve mümteni olanların neden mümkün olmadığını bilmek.’
‘Akl-ı küll. Cebrail, akl-ı faal, evvel-i ukul-ı aşere, müdebbire-i ukul, ruh-i Muhammedi, akl-ı evvel, cevher-i evvel, ma’rifet-i hakk, ma’rifet-i nefs, ma’rifet-i ihtiyac. Sonra akl-ı sani, nefs-i natıka, şeytan, nefs-i emmare.’
‘Bilgiyi elde eden güç, bu güç ile elde edilen bilgi.’
‘Zaruriyyatı anlayan güç. Deveyi bağlamak, diyet vermek, anlamak, bilmek, hadiste geçtiği üzere (keyyis).
Yeter mi? Bitti mi? Hayır. Daha pek çok tarifi yapılmış aklın. Bu kelimeler cangılından sıyrılıp, aklı tarif edebilmek ve o akılla Kur’an’ı anlamak.
‘İsaguci’ okuyanlar, aklın işleyiş biçimini az çok kavramışlardır. Yine İsaguci okuyanlar, ’aklın insiyaktan daha ahmak bir meleke..’ olduğunu fark etmişlerdir. Fizik alanla metafizik alanın kesiştiği yerde flu bir durumun meydana geldiğinden haberdardırlar. Dolayısıyla ‘çelişmezlik’ diye bir kavramdan hatta ‘tanımlanamazlar’dan söz edebilirler. Yine dolayısıyla fizikle metafiziğin birbiriyle çelişik olduğunu bilirler.
Çelişmek, aklın zaruretlerindendir. Zaruret, yeni deyimi ile zorunluluktur. Aklın prensiplerinin olmazsa olmazlarındandır. Çelişme ile tutarlılık birbirinin zıddıdır.
Fizikten metafiziğe kaydıkça metafizik gevezelikler artar. Netice absurddur.
Aklın vazifesi bazı akl-ı evvellerin beğenmediği ve düşüncenin zirvelerinden biri olan ustanın belirttiği gibi ‘…hastayı elinden tutarak, en maharetli doktora teslim etmekten ibarettir. O en maharetli doktor peygamberdir.’
Metafizikle kafi miktarda iştigal olunmuştur. ’Gaibi kurcalamakla’ yeni bilgilere ya ulaşılır, ya ulaşılamaz. Kitap, ’…elinde hiçbir adres yok’ demeden önce ‘…kime yazıyorsun bu mektubu?’ diye sormuştur.
Skolastiğe itiraz etmek adına mutlaka yeni bir düşünce boyutu ortaya konulabileceğini iddia edenler olabilir. Onlar ‘geist’in işleyişinin devam ettiğini ileri sürerler.
Doğrudur. İnsan yaşadıkça sorgulama devam edecektir. Ontoloji, epistemoloji, etik, estetik, fatum, şer problemi, vesaire. Ama felsefe yapmak neden hep doğu kavimlerine düşüyor? Daha akıllı olduklarından mı? Asırlardır içine düşüp, düşürüldükleri sosyal aşağılık kompleksinden mi? Kaldı ki yapılan felsefe de değil, metod arayışı da. Metod arayışının da bir metodu olsa gerektir.
Mütefekkir, şairin ‘barika-i hakikat müsademe-i efkardan doğar’ sözüne itirazla, ’barika-i hakikat değil, sadece toz-duman doğar..’ demişti.
Çünkü tıfıllar sahnede yer almaya başlamışlardı. Bugünün rasyonalisti, mutezileden herhangi birinin yanında kitabın tarifini ettiği ancak ve sadece bir ‘tıfl-ı ebcedhan’dır.
Neden?
Çünkü mutezile bir mektepti. Ekol de deniyor. Bugün ekol skul, mekteb, medrese kalmadı. Salhaneler revaçta. Olup biten bütünüyle bir kör dövüşünden ibaret…
Rakamlarla vahy arasında mesela, sistematik, mantıklı, tutarlı, genel geçer bir bağ kurmaya çalışan, Siraküza’lı gibi ‘eureka, eureka..’ diye bağıran pür-üryan agoraya dalan yaşına yetmedik süt kuzuları, Allah’ın sınırsız iradesini, insanın sınırlı ve var olup olmadığı hala meçhul iradesine ram etmeye çalıştıklarından habersiz, publarda nuş eylemedeler. Neticede rakam da harf de kelime de cümle de insanın varsayımlarından türetilmemiş midir? O, koç ile vuruşmaya kalkan dünlü sabiler, biraz daha nominalizm tahsil buyurup, daha az aritmetik çalışsaydılar, bunu anlayabilir, anlayamayacaklarını kavrayabilirlerdi. Onların kadim ve ahir dedeleri, zamanında hurufilik, karmatilik, Batınilik, kadıyanilik, papirus, sfenks, terzi Hermes, davulcu kermes, körükçü Hürmüz, gibi ezoterik kahramanları tanımış ve hikayelerini dinlemişlerdi.
İnanç ispata ihtiyaç duymaz. İspatı imkansızı ispata çalışmak hiçbir yere vardırmaz. Totoloji eğlenceli bir alandır. Kedinin kuyruğu ile oynamasını seyretmek bazılarına haz verebilir.
Sonra insan, inanmak veya inanmamak zorunda da değildir. Sıfır ve birle atari oynanır, banka ekstreleri çıkartılır, esnaf takımının gelir gider hesapları kaydedilir ve bahtiyar olunur ama sıfır ve birle imanometre imal edilemez.
Homme-sapiens’e imanlar içinden iman beğendirmeye çalışmak, çocukça bir hevestir. Birilerinin zuhur ederek insanların imanını pekiştirmesini beklemesi, ümit etmesi de… Dolayısıyla ümitsizlik çağlarında arayışa girenler, ömürlerini leylek gibi ‘lak lak’la geçirmek durumundadırlar. En fazla ‘lak lak’ edilecek alan da metafizik alandır. Çünkü metafizik alan mücerreddir. Hiçbir kaidesi yoktur. Atmak serbesttir. Hayallerin, rüyaların, ümitlerin, hayal kırıklıklarının, yakamozların, iç salgı bezlerinin ifrazatının alanıdır. Bir de mes’eleye usture, masal, Alaaddin, Kerameddin, eklenirse… Kehanetler, kehanetleri kovalamaya başlar.
Cehaletin, iptidailiğin, hırsın, şark kurnazlığının cemiyetleri götürebileceği nokta, bazılarına uşaklık, seyislik, aşçılık, bulaşıkçılık yapmaktan ibarettir. Uşaklık yapmak zorunda bırakılanlar, Spartaküs’lüğe heveslenmekten çok ‘Binbirgece Masalları’ dinlemekten hoşlanırlar.
‘‘Zora yok demek’’ hakikaten zor. Müstaz’af, ruh dinginliği için fatalizmi zorunlu seçim sayar.
Bu baz ve bağlamda (!) Kur’an’ı anlamak için cehd, gizli kalmış vicdan azabının küllenmesi manasına geliyor gibidir.
Kitap der ki: “…Pürüzlerini kılıçla yok eden bir cemiyetin düşünceye ihtiyacı yoktu… Pratikte yaya kalanlar, yıldızlara serenad bestelemekle…’ iştigal etmek zorundadırlar. Uzun lafın kısası, ’Allahumme ma arefnake bi-hakkı ma’rifeteke ya ma’ruf’’ tur.