Murat HAFIZOĞLU
Kur’an üzerinde hakkı verilmiş bir anlama faaliyetinin gerçekleştirilebilmesi için kendi içinde bütüncül ve tutarlı bir sisteme ihtiyaç bulunduğu açıktır. Üstelik bu sistemin sadece bütüncül ve tutarlı olması değil, aynı zamanda mümkün en üst seviyede nesnelliği/objektiviteyi sağlaması da esastır. Kur’an’ın hidayete erdirme özelliğinin tezahürü buna bağlıdır.
Ahkâm ayetleri ya da mücmel bırakılmış (kimi kıssalar gibi) diğer konular üzerindeki ihtilafı belli ölçülerde tolere etmek mümkün, hatta yerine göre gerekli iken, Din’in temeline (Usulüddîn) doğrudan taalluk edeceği, yani Din telakkisini belirleyeceği için itikadî meselelerde göreceliğin/öznelliğin mümkün olduğunca asgari seviyeye indirilmesi gerekir. Aksi halde neye nasıl inanılacağı konusunda meydana gelecek kargaşa ve belirsizlik, dinin varlık ve bekasına yönelik en büyük tehlike olarak sahne alacaktır. Kur’an’ın Yahudilik ve Hristiyanlık tecrübelerine yaptığı onca ısrarlı vurguyu bu merkezde ele almazsak, temel bir Kur’anî maksadı ıskalamış oluruz.
Anlama sisteminin nesnelliği, Usul-i Fıkıh ve Usul-i Tefsir kaynaklarında detaylarıyla işlenen hiyerarşik referans mekanizmasına intibak kabiliyeti ile doğru orantılıdır ki bu mekanizma Kur’an’ın, kısaca ve sırasıyla Kur’an, Sünnet ve Sahabî kavlinden oluşan üç naklî zeminde anlaşılması ilkesi üzerine oturur.
Modern zamanlarda Kur’an bağlamında en fazla tartışma konusu yapılan meselelerden birini, “nesh”i bu bağlamda ele almayı hedefleyen bu yazı, modern iddiaların mı, yoksa yüzyıllardan tevarüs edilen anlama tarzının mı daha objektif olduğu sorusuna kısmî bir cevap teşkil edecektir.
Nesh nedir?
Görüşlerine Fahruddîn er-Râzî vasıtasıyla muttali olduğumuz Ebû Müslim el-Isfehânî’yi hariç tutarak konuşursak, bir kısım Kur’an ayetleri arasında nesh ilişkisi cereyan etmediği iddiasının modern zamanlara ait olduğu görülmektedir. Ne var ki, neshin caiz ve vaki olmadığı konusunda gerek Kur’an’da gerekse de Sünnet’te herhangi bir açıklama bulunmadığı halde, neshi kabul etmeyenlerin önce bu görüşü bir kaziye-i muhkeme olarak kabul ve ardından da ilgili Kur’an ayetlerini bu doğrultuda tevil ettiği dikkatlerden kaçmamaktadır. Mesele Sünnet sahasında daha vazıh olduğu ve neshi kabul etmeyenler yaygın olarak Kur’an ayetleri etrafında spekülasyon yaptığı için, bu makalede nesh konusu Kur’an ile sınırlı bir çerçevede ele alınacaktır.
Sözlükte nesh, güneşin gölgeyi veya gölgenin güneşi, yaşlılığın gençliği ortadan kaldırmasında olduğu gibi, “bir şeyin, ardından geldiği başka bir şeyi izale etmesi” anlamına gelir.[1] Ayrıca bu kelime “istinsah”, yani bir kitabın ikinci bir nüshasını oluşturmak için muhtevasını başka bir yere aktarmak anlamında da kullanılır.[2]
Farklı Usulcüler tarafından farklı cümlelerle tarif edilmiş ise de[3], Hanefî Usulcüler ve Fukaha neshi, sonra gelen delilin, önceki delilin bildirdiği hükmün uygulama zamanının dolduğunu beyan etmesi, yani bir “beyan-ı tebdil” olarak anlamışlardır.[4]
Buna göre Allah Teala tarafından vaz edilen herhangi bir hüküm, biz kullar bakımından ebedîdir; zira biz onun yürürlük süresi veya nesh edilip edilmeyeceği konusunda bir bilgiye sahip değiliz. Hükmü vaz eden Allah Teala ise, onun yürürlük zamanını ezelî ilmiyle bilmekte ve biz kullar için vakti geldiğinde onun peşine bir başka hüküm inzal buyurarak önceki hükmün uygulama zamanının bittiğini bildirmiş olmaktadır.
Neshin Kur’anî temelleri
Bu başlık altında Kur’an ayetleri arasında nesh ilişkisi bulunmasının caiz (mümkün) olduğu üzerinde durulacaktır. Neshin vukuu meselesini ise bir sonraki ara başlık altında ele alacağız. Neshin bir kısım Kur’an ayetleri arasında cereyan ettiğini söylemenin cevazına aşağıdaki ayetlerden istidlal edilmiştir:
1. “Biz bir ayetten her neyi nesh eder veya unutturursak, mutlaka ondan daha hayırlısını veya benzerini getiririz. Bilmez misin ki Allah her şeye kadirdir.”[5]
Neshe karşı çıkanların genellikle bu ayetteki “nesh” kelimesi üzerinde dururken “unutturma”yı ya üstünkörü yorumlarla geçiştirdikleri veya son derece tehlikeli yorumlara saptıkları dikkat çekmektedir.[6] Bu noktaya geçmeden önce, ayetteki “nesh”ten ne anlaşılması gerektiği üzerinde duralım:
Her şeyden önce bu ayetin zahir ifadesinin umum bildirdiğini, bu sebeple –Elmalılı merhumun da belirttiği gibi– burada anlatılan neshin Kur’an ayetleri arasındaki nesh ilişkisini de içine aldığını inkâr etmenin bu ayetin zahirini inkâr anlamına geleceği açıktır. Dolayısıyla buradaki neshi Kur’an’dan önceki kitaplardaki nesh, Kur’an’ın o kitapların bir kısım ahkâmını neshi veya mushafa geçmemiş ayetlerde nesh gibi belli bir alana hasretmenin hiçbir delili yoktur.
Ayetteki “unutturma”ya gelince, buradaki “ننسها” kelimesinin “ننسأها” şeklindeki kıraatinin de mütevatir olduğu, hemen bütün tefsir kaynaklarının ortaklaşa naklettiği bir keyfiyettir. İlk okunuş “unutturma” anlamına gelirken, ikinci okunuş “erteleme” anlamına gelmektedir.[7] Ebû Hayyân, bu kelimenin okunuşu ile ilgili olarak 11 ayrı vecih zikretmiştir. Bu yazının çerçevesini taşmış olmamak için burada ayrıntıya girmeyeceğiz.[8]
Şu halde 2/el-Bakara, 106 ayetini, bu kelimeyi “ننسها” şeklinde okumak suretiyle tefsir etmek ne kadar normal ve gerekli ise, “ننسأها” şeklinde okumak suretiyle tefsir etmek de o kadar normal ve gereklidir. Bir başka şekilde söylersek, ilgili ayeti bu kelimenin mütevatir kıraatlerinden herhangi birini ihmal ederek veya görmezden gelerek yapılacak tefsir, her halukârda eksik olacaktır.
Peki bu kelimeyi “ننسأها” (ertelemek) şeklinde okuduğumuz zaman bu durum ayetin tefsirine, dolayısıyla bildirdiği hükme nasıl etki etmektedir? Öncelikle belirtelim ki, bu durumda ayeti, “Biz bir ayetten her neyi nesh eder veya ertelersek…” tarzında anlamamız gerekiyor. Bunun anlamı şudur: Biz bir ayetin bildirdiği herhangi bir hükmü nesh eder yahut ayetin nüzulünü ertelersek…”
Bu “erteleme”nin nesh bağlamında ne ifade ettiğine gelince, ayetten anlıyoruz ki Allah Teala bazı hükümlerin nüzulünü ertelemekte, geri bırakmakta ve onların yerine daha hayırlısını[9] veya dengini inzal buyurmaktadır. Bu da, “erteleme”nin tabiatı gereği, inzali ertelenen hükmün veya ayetin bir süre sonra indirileceği anlamını tazammun eder.
Kelimenin bu şekilde anlaşılması iki nükteyi mutazammındır:
1. Ayetteki “nesh” ile “erteleme” kelimeleri arasında bir “karşılıklılık” vardır.
2. Nesh mevcut bir hükmün tatbik süresinin dolduğunu anlatırken, “erteleme” mevcut hükmün tatbik süresinin –ertelenen ayet inene kadar– devam edeceğini anlatır.
2. “Biz bir ayetin yerine başka bir ayeti getirdiğimiz (beddelnâ) zaman –ki Allah ne indirdiğini (ve ne indireceğini) bilir–, “Sen ancak bir iftiracısın” dediler.”[10]
Önce burada da ayetin ifadesinin umumî olduğunu belirtelim. Her ne kadar bu ayetin Mekke’de inmiş olması dolayısıyla “ahkâmda nesh”e delalet etmeyeceği söylenmiş ise de[11] bu durum, ayetin şöyle anlaşılmasına engel değildir: Allah Teala, bir ayetin yerine başka bir ayet getirmiştir. Yani bir ayetin yerine başka bir ayet getirilmesi, vaki olmuş bir hakikattir.
Neshin “ahkâm” sahasına inhisar ettirilmiş olması da bu gerçeği değiştirmez. Zira şayet bu ayet ahkâm sahası dışındaki ayetler arasında bir değiştirmenin vuku bulduğunu anlatıyorsa, bunu ahkâm sahasını da içine alacak şekilde daha genel bir çerçevede düşünmemize bir mani yoktur. Zira dediğimiz gibi ayetin ifadesi umumîdir.
3. “Allah dilediğini siler, (dilediğini) bırakır. Ana Kitap O’nun katındadır.”[12]
Bu ayet de neshin bir “beda”[13] olmadığını ifade etmesi bakımından konumuz bağlamında son derece önemli bir delalete sahiptir. Burada Allah Teala’nın, dilediği hükmü silip, dilediğini ibka ettiği ifade buyurulduktan sonra “Ümmü’l-Kitab”ın O’nun katında olduğunun vurgulanması, silinenin de, ibka edilenin de ilm-i ilahide mevcut ve –tabir doğruysa– bir “ilahi program” çerçevesinde olduğunu anlatmaktadır.
Neshin Kur’an bağlamında caiz olduğunu anlatan ayetler temelde bunlardır. Peki bu cevazın Kur’an ayetleri bağlamında pratik bir karşılığı var mıdır? Yani Kur’an’da nesh vuku bulmuş mudur? Şimdi birkaç örnek üzerinden bu sorunun cevabını arayalım:
Kur’an’da nasih ve mensuh ayetlere örnekler
Necva sadakası
1. “Ey iman edenler, peygambere gizli bir şey danışacağınız zaman, fısıltınızdan önce bir sadaka verin! Bu sizin için hem bir hayır hem de daha ziyade temizliktir. Fakat gücünüz yetmezse, şüphe yok ki, Allah Ğafûr’dur, Rahîm’dir.”[14]
Görüldüğü gibi bu ayet, mali durumu yerinde olan sahabîlere Hz. Peygamber (s.a.v) ile gizli bir mesele konuşmak istedikleri zaman, önce fakirlere bir miktar sadaka verme yükümlülüğü getirmektedir. Sadece gücü yetmeyenler bu yükümlülükten muaf tutulmuştur.
Ancak hemen sonraki ayette bu yükümlülüğün kaldırıldığını görüyoruz:
“Fısıltınızdan önce sadakalar takdim etmekten korktunuz mu? Madem ki yapmadınız, Allah da sizi bağışladı, artık namaza devam edin, zekâtı verin ve Allah ve Resulü’ne itaat edin. Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.”[15]
Her ne kadar suredeki dizilişleri peşpeşe ise de, ikinci ayetin ifadesinden, iki ayetin nüzulü arasında belli bir süre bulunduğunu anlıyoruz. Nitekim Hz. Ali (r.a)’nin bir dinarı 10 dirheme bozdurarak her gün bir dirhem sadaka vermek suretiyle Hz. Peygamber (s.a.v)’e özel meseleleri hakkında danıştığı, daha sonra bu hükmün nesh edildiğini söylediği nakledilmiştir.[16]
Her ne surette olursa olsun, burada ilk ayetin, ikinci ayet tarafından nesh edildiği, ikinci ayetin ifadesiyle açık bir şekilde belgelenmektedir. Dolayısıyla 12. ayette hükme bağlanan “sadaka verme” işinin bir emir değil, nedb/teşvik ifade ettiğini söylemenin tutarlı bir yanı yoktur.[17] Zira böyle olsaydı, 13. ayette ifade edilen durumu anlamak mümkün olmazdı. Orada “Fısıltınızdan önce sadakalar takdim etmekten korktunuz mu? Madem ki yapmadınız, Allah da sizi bağışladı” buyurulmak suretiyle bu işin isteğe bağlı ve teşvik amaçlı olmadığı ifade edilmektedir. Nedb/teşvik ifade eden bir işi yapmayanların affedildiğini belirtmenin ne anlamı olabilir?
Tahfif
2. “Ey Peygamber! Mü’minleri cihada teşvik et. Eğer sizden sabredici yirmi kişi olsa, ikiyüze galip gelirler. Ve eğer sizden yüz kişi olsa, kâfirlerden bine galip gelirler. Çünkü şüphe yok ki onlar, hakkı anlamaz bir kavimdirler.”[18]
Görüldüğü gibi bu ayette mü’minlerden 20 sabırlı kişinin, ikiyüz kâfire galip geleceği, yine mü’minlerden sabırlı 100 kişinin de 1000 kâfire galip geleceği bildirilmektedir. Ancak hemen bir sonraki ayette[19] Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Şimdi Allah yükünüzü hafifletti ve bildi ki sizde bir zaaf var. Şimdi sizden sabredecek yüz kişi olursa iki yüz (kâfir)e galebe ederle; sizden bin (kişi) olursa, Allah’ın izniyle iki bin (kâfir)e galip olurlar ve Allah sabredenlerledir.”[20]
Süleyman Ateş bu iki ayet hakkında şunları söyler:
“Müfessirlerin çoğunluğuna göre 66 ıncı âyet, 65 nci âyeti neshetmiştir. Neshi kabul etmeyen müfessir Ebu Müslim el-Isfahânî ise, birkaç delil ile bu âyetler arasında neshin bulunmadığını söylemiştir. Ona göre birinci âyette emir yoktur, bir durum bildirmektedir. Yüce Allah, sabreden yirmi mü’min olursa, bunların ikiyüz kâfiri yeneceğini söylüyor. İkinci âyette ise çoğunlukla bir cemâatin, kendilerinden on kat fazla bir cemâate dayanamayacağını bildirerek, mü’minler topluluğunun, en azından kendilerinden iki kat fazla bir topluluğu yeneceğini haber veriyor. Birinci âyet, sabreden mü’minlerin durumunu, ikinci âyet ise onlar kadar sabırlı olmayan mü’minlerin durumunu bildirmektedir. Bunlar arasında nesih, söz konusu değildir. Çünkü birinci âyetteki sabır ve azim vasfını taşıyan küçük mü’minler topluluğu, her zaman büyük işler başarırlar. Ama bunlar azdır. Herkesi bunlarla bir tutmak doğru olmaz. İkinci âyet genel olarak bütün mü’minlerin durumunu belirtmektedir. Birinci âyet özel bir şartı, ikinci âyet ise genel şartı değerlendirmektedir.”[21]
Burada evvela şu noktayı tespit edelim: Eğer gerçekten bu iki ayet arasında –biri özel bir şartı, diğeri genel şartı belirlemek gibi– bir farklılık söz konusu ise, 66. ayette geçen “Şimdi Allah yükünüzü hafifletti” ifadesinin ne anlamı vardır? Şayet bu iki ayette farklı özelliklere sahip iki kesim mü’min anlatılıyor ve ilkinde sabırlı, ikincisinde ise sabr-u sebatında bir zaaf olan mü’minler kastediliyor ise, burada “hafifletme”nin zikredilmesinin hiç bir anlamı yoktur. Zira her iki ayette de “sabırlı” mü’minlerin, sayıca kendilerinden ne kadar üstün bir küffar topluluğuna galip geleceği haber verilmektedir.
Şu halde Ebû Müslim el-Isfehânî’nin, Ateş tarafından nakledilen, “Birinci âyet, sabreden mü’minlerin durumunu, ikinci âyet ise onlar kadar sabırlı olmayan mü’minlerin durumunu bildirmektedir. Bunlar arasında nesih, söz konusu değildir. Çünkü birinci âyetteki sabır va azim vasfını taşıyan küçük mü’minler topluluğu, her zaman büyük işler başarırlar. Ama bunlar azdır. Herkesi bunlarla bir tutmak doğru olmaz. İkinci âyet genel olarak bütün mü’minlerin durumunu belirtmektedir. Birinci âyet özel bir şartı, ikinci âyet ise genel şartı değerlendirmektedir” şeklindeki ifadeler, bizzat ayetlerin lafzına aykırıdır. Çünkü –tekraren söyleyelim– sadece 65. ayette değil, 66. ayette de “sabreden mü’minler” vurgulanmaktadır. Öyleyse buradaki “özel şart-genel şart” ayrımı nereden çıkarılmaktadır? Yoksa 66. ayetteki “sizden sabredecek yüz kişi olursa…” ifadesini “hükmü mensuh, metni baki” olarak mı göreceğiz?!
İkinci olarak, 66. ayette geçen “Şimdi Allah yükünüzü hafifletti” ifadesi, 65. ayette zikredilen durumun bizzat Yüce Allah tarafından değiştirildiğini, hükümden kaldırıldığını bildirmektedir. Zira açıktır ki, eğer bir hüküm hafifletilmiş ise, onda, hitap ettiği kitleye yönelik olarak açık bir değişiklik yapılmış demektir. Yani daha önce “ağır” olan bir hüküm kaldırılarak, yerine ondan daha hafif olan bir hüküm konulmuş ise, burada ağır olan hükmün yürürlükten kaldırılması söz konusudur.
Prensip olarak bunun tersi de böyledir. Yani eğer daha önce hafif bir hüküm mevcut iken, bilahare o hüküm, başka bir ayet ile ağırlaştırılmış ise, orada da bir nesh hadisesi vuku bulmuş demektir.
Bu yazının başında da ifade ettiğimiz gibi nesh, bir beyan türüdür; bir “beyan-ı tebdil”dir. Şu halde buradaki ve bir önceki örnekteki “hafifletmeler” de birer beyan ve beyan-ı tebdil olmaları hasebiyle Kur’an’da nesh bulunduğunun açık örnekleridir. Zira 65. ayette Allah Teala, sabreden mü’minlerin, sayıca kendilerinden 10 kat fazla olan bir kâfirler topluluğuna galip geleceklerini beyan buyurmaktadır. Bu, her hal-u kârda şer’î bir hükümdür. Keza ikinci ayette de, sabreden mü’minlerin, sayıca kendilerinden iki kat fazla olan kâfirler topluluğuna galip geleceklerini bildirmektedir. Bu da bir şer’î hükümdür. Burada iki şer’î hükümden ağır olan kaldırılmış ve yerine daha hafif olan diğer bir hüküm konulmuştur.
Dolayısıyla burada, “bu bir hafifletmedir, nesh değildir” gibi kelime oyunlarına başvurmanın hiçbir anlamı ve faydası yoktur. Adına ister nesh densin, ister hafifletme densin, burada –ve tabii “1.” maddede zikrettiğimiz örnekte– bir hükmün, kendisinden daha hafif başka bir hüküm ile değiştirilmesi söz konusudur. Yani evvelki hüküm kaldırılmış, yerine bir başka hüküm getirilmiştir. Bunu bu şekilde kabul ettikten sonra adına ister nesh, isterse tahfif veya başka birşey diyelim, sonuç değişmeyecektir.
Ağırlaştırma
3. “Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı aranızdan dört şahit getirin. Eğer şahitlik ederlerse o kadınları ölüm alıp götürünceye yahut Allah onlar hakkında başka bir yol gösterinceye kadar evlerde tutun.”[22]
Bu ayet konumuz açısından son derece önemli ayetlerdendir. Zira burada Allah Teala’nın, bir hükmü geçici olarak indirdiği, ileride kaldıracağı ve yerine bir başkasını vaz edeceği iş’ar edilmektedir. Nitekim bu durum gerçekleşmiş ve bilahare nazil olan bir ayette şöyle buyurulmuştur: “Zina eden kadın ile zina eden erkeğin her birine yüzer değnek vurun…”[23]
Diyelim 4/en-Nisâ, 15′teki “fuhuş”tan maksat –iddia edildiği gibi– kadın kadına ilişki (lezbiyenlik) dir ve diyelim ki karşı cinsler arasındaki cinsel ilişki ile bunun bir ilgisi yoktur.[24] Ancak mesele bununla bitmemektedir. Bu ayette Allah Teala’nın, bu kadınlar hakkında bir başka hüküm indirebileceği belirtilmektedir. Bilahare böyle bir hükmün indirilmediği kabul edilse bile –ki aşağıda zikredeceğimiz 24/en-Nûr, 2 ayeti bu konuda yeni bir hüküm getirmiştir–, bu ayet, Kur’an ayetleri arasında nesh ilişkisinin en azından cevazına delalet eder.
Aslında burada neshi reddetmek maksadıyla hareket edenlerin gözden kaçırdığı bir incelik vardır: Hükmün böyle muallakta bırakılmasının bir esprisi olmalıdır. Ayette zikredilen fuhuş suçunu irtikap eden kadınlar, geçici bir tedbir olarak evlerde hapsedilecektir. Eğer Allah Teala yeni bir hüküm indirmeden ecelleri gelip de ölürlerse, bu hapis onlar için bir ceza olacaktır. Eğer yaşarlarsa indirilecek yeni hükme göre muamele göreceklerdir.
Burada dikkat çekilmesi gereken bir diğer nokta da şudur: Bu ayette geçen “fahişe” (fuhuş) kelimesi, bir başka ayette de geçmektedir: “Ey Peygamber hanımları! Sizden kim açık bir hayasızlık (fahişe) yaparsa onun azabı iki kat olur. Bu, Allah’a pek kolaydır”[25] 24/en-Nûr 2 ayetindeki “fahişe”nin evlilerin zinası olarak anlaşılması halinde aynı fiili işlemeleri halinde Peygamber hanımlarına uygulanan recm cezasının ikiye katlanması gerekecektir. Bu mümkün olmadığına göre (zira recm zaten öldürmedir), buradaki “fahişe”yi zina olarak anlamak mümkün değildir.[26]
Oysa bu iddia sahiplerinin gözden kaçırdığı bir husus var: Recm cezasını ikiye katlamak nasıl mümkün değilse, ev hapsi cezasını ikiye katlamak da aynı şekilde mümkün değildir. Dolayısıyla burada şöyle bir tafsilata gitmek kaçınılmazdır:
1. Kur’an’da geçen bütün “fahişe” (fuhuş) kelimeleri aynı anlamda kullanılmamıştır. Bunlardan bir kısmında (33/el-Ahzâb, 30 ayetinde olduğu gibi) “hayasızlık, edebe aykırı hareket”, bir kısmında ise (4/en-Nisâ, 15 ayetinde olduğu gibi) doğrudan zina kastedilmiştir.
2. Ümmehat-ı mü’minin hakkındaki ayette geçen “azabın iki kat olması” hususu, dünyevi azabı değil, uhrevi azabı anlatmaktadır.
Netice
Konu hakkında daha fazla örnek zikretmek mümkündür. Ancak zikrettiklerimizden şu hususun aydınlığa kavuştuğunu söyleyebiliriz:
1. Kur’an’da zikredilen “nesh”, “tebdil” vb. kelimelerin geçtiği ayetlerin söz dizimi, neshin bizzat Kur’an ayetleri arasında cereyan ettiğini göstermektedir.
2. Kur’an ayetlerinden bir kısmının diğer bir kısım ayetler tarafından nesh edildiği vakıasını inkâr maksadıyla hareket edenlerin davalarını ispatlayabilmek için zaman zaman hayli zorlama yorumlara başvurdukları görülmektedir.
————————————————————–
[1] er-Râğıb el-Isfehânî, el-Müfredât, 746.
[2] et-Tehanevî, Keşşâfu Istılâhâti’l-Funûn. II, 1377.
[3] Bu tarifler için bkz. Ferhat Koca, İslam Hukuk Metodolojisinde Tahsis, 119 vd.
[4] Ebû Bekr el-Cassâs, el-Fusûl, II, 197 vd.; ed-Debûsî, Takvîmu’l-Edille, 228 vd.; es-Serahsî, el-Usûl, II, 53 vd.; İbn Hazm, el-İhkâm, I, 475 vd.; el-Gazzâlî, el-Müstesfâ, I, 108; Abdülalî Muhammed b. Nizâmiddîn el-Ensârî, Fevâtihu’r-Rahamût, II, 53.
[5] 2/el-Bakara, 106.
[6] Mesela Süleyman Ateş Kur’an Ansiklopedisi isimli çalışmasının “Nesh” ile ilgili bölümünde (VI, 188-191), bu ayette geçen “unutturma”yı, –Fahruddîn er-Râzî’nin “bir ihtimal” olarak gündeme getirmesinden de cesaret alarak– Hz. Peygamber (s.a.v)’in bazı ayetleri unuttuğu tezine dayanak teşkil edecek şekilde yorumlamakta ve şöyle demektedir: “… Bundan dolayı Hz. Peygamber’in, şerî’atinin genel yapısına zarar vermeyecek biçimde bazı âyetleri; özellikle vahiy kâtiplerinin fazla olmadığı, kendisinin çevresinde toplananların az olduğu ilk peygamberlik yıllarında inen kimi vahiyleri unutmuş olması normaldir. Fakat bunun dine bir zararı olmamıştır. Çünkü yüce Allah, onun unuttukları yerine onlardan daha iyisini veya onların benzerini vahyetmiştir. İşte, Bakara: 92/106. âyet, bu gerçeği vurgulamaktadır…” (Oysa bu ayet Medine’de nazil olmuştur.)
er-Râzî’nin, bu ihtimali, bir ayet hakkında söylenebilecek şeylerin tamamını imkân nisbetinde gündeme getirme adeti doğrultusunda zikretmesi ve hatta kuvvetliden zayıfa doğru zikrettiği ihtimallerin sonuncusu olarak dile getirmesi, bu ayetin Hz. Peygamber (s.a.v)’in bugün elimizde bulunan Mushaflarda mevcut bazı ayetleri unuttuğu şeklindeki yaklaşıma yeterli delili sunmaz.
Öte yandan Ateş bu tezine birtakım rivayetleri delil getirmekle, konu hakkındaki rivayetlere itibar edilmesini onayladığını göstermiş olmaktadır. Öyleyse bu noktada tutarlı olabilmesi için, önceleri Kur’an ayetleri meyanında indirildiği halde, bilahare Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından da, Sahabe tarafından da unutulan –yani hem metni, hem de hükmü, yahut sadece metni nesh edilmiş olan– ayetler bulunduğunu anlatan rivayetleri de kabul etmesi gerekir. Ebû Mûsâ el-Eş’arî ‘r.a)’nin, “Biz vaktiyle, gerek uzunluk, gerekse şiddet bakımından Berâe (Tevbe) suresine benzettiğimiz bir sure okurduk. Sonra o sure bana unutturuldu…” (Müslim, Zekât, 119) sözleriyle anlattığı durum buna örnektir.
Keza İbn Abbas (r.a)’ın, “Ademoğlunun bir vadi dolusu altını olsa, bir mislini daha isterdi…” cümlesinin ayet olup olmadığı konusunda tereddüt izhar etmesi de (bkz. Müslim, aynı yer) bu cümlenin, tilaveti mensuh bir ayet olması ihtimalini güçlendirmektedir.
Bu ve benzeri rivayetler, şu anda elimizdeki mushafta mevcut olduğu halde, bazı ayetlerin, Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından unutulduğunu anlatan rivayetlere göre tercihe daha layıktır. Zira en azından burada Hz. Peygamber (s.a.v)’in, başkalarını sakındırdığı bir işin (Kur’an’ı unutmak) kendi başına gelmiş olmaktan tebriesi vardır…
[7] İbn Atıyye, el-Muharraru’l-Vecîz, I, 192; er-Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, III, 226; Ebû Hayyân, el-Bahru’l-Muhît, I, 551.
[8] Ebû Hayyân, I, 550.
[9] Buradaki “daha hayırlı”yı şöyle anlamak mümkündür:
1. Önceki hükümden daha hafifi indirilecektir. Bu durumda, sonra inen ayet, mü’minler için bir kolaylık getirdiği için hayırlı olacaktır.
2. Önceki hükümden daha ağırı indirilecektir. Bu durumda hükmün ağırlaştırılması, mü’minler için daha fazla mükâfata müncer olacak, dolayısıyla yine onların hayrına olacaktır.
[10] 16/en-Nahl, 101.
[11] M. Said Şimşek, Kur’an’da İki Mesele, 92.
[12] 13/er-Ra’d, 39.
[13] Önceden meçhul olan bir durumun, bilginin veya olgunun, zaman içinde anlaşılması, önceden akla gelmeyen bir düşüncenin bir zaman sonra akla gelmesi anlamındadır.
[14] 58/el-Mücâdele, 12.
[15] 58/el-Mücâdele, 13.
[16] Bkz. et-Taberî, Câmi’u'l-:Beyân, XII, 12-13; İbn Kesîr; Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, IV, 326-327.
[17] Bkz. Ateş, a.g.e., XVI, 54-61.
[18] 8/el-Enfâl, 65.
[19] İlk örnekteki gibi bu iki ayetin de tertipte peşpeşe gelmiş olması, nüzul tarihi bakımından aralarında bir zaman dilimi olmadığını göstermez. İbn Abbâs (r.a), bu iki ayetin nüzulü arasında uzun bir süre bulunduğunu söylemiştir. Bkz. İbnu’l-Arabî, Ahkâmu’l-Kur’ân, II, 877.
[20] 8/el-Enfâl, 66.
[21] Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, III, 532-3.
[22] 4/en-Nisâ, 15.
[23] 24/en-Nûr, 2.
[24] Bkz. Ateş, Tefsir, II, 227-228.
[25] 33/el-Ahzâb, 30.
[26] Bkz. Ateş, Ansiklopedi, XXIII, 343-346.