İnkişaf
İlmî dergicilikte yeni bir soluk

İnkişaf

Modern zamanın mana üssü: Ali Haydar Efendi

Ahmet AÇIKGÖZ

Batılı adam makineyi bulunca kendini kaybetti. Metafiziğe kafa tuttu. Kilise kaldırımlarında papaz eli öpmekten kurtulayım derken, bütünüyle imanını yitirdi. Gördüklerinin dışında ne varsa inkar etti.
Batı’nın İsa Aleyhisselam hakkındaki hükmü ne ise, madde hakkındaki hükmü de aynıdır. İkisini de ilahlaştırdı, ikisinde de ifrata gitti.

İlim için Doğu’dan, Batı’ya gidenler ikameleri bitip yurtlarına dönünce yanlarında bilimden ziyade ihtilatı getirdiler. Batı’nın mağrur aklı Doğu’nun ruhunu ezip-geçti.
Değiştirilmek istenen coğrafyada İslam, sufi-alimlerle ayakta kaldı. Ulema dine ters düşen her hareketi reddetti.
Salgın bir hastalık gibi hızla yayılan Batı Emperyalizmi karşısında yetiştirdiği yüzlerce halifeyle ümmetin kuruyan damarlarına diriliş aşısı yapan Mevlana Halid-i Bağdadi büyük bir inkılabın müjdesini verdi. İslam’ın yenilmezliğini, kamil ve mükemmil bir oluş hareketiyle dünyayı yeniden tashih edeceğini ilan etti.
Büyük Veli’den elli yıl sonra, İslamî bütün kurumların ilga edildiği bir zamanda zuhur eden Ali Haydar Efendi topyekün müslümanlara durulması gereken yeri gösterdi.
Nakşi-Halidiliğin alameti farikası olan iki özelliği aynen korudu: Şeriat’a bağlılıktan ödün vermedi, Melamiliğin ”gayri ahlaki” tutum ve davranışlarına hoş bakmadı. İslam’ın zahirine sıkı sıkıya bağlı kaldı. Zamanı gelince görmesi için Yakup’ların gözlerine atılacak Yusufi gömleği korumaya adadı ömrünü. Bir taraftan unutturulan zahiri ilimleri, diğer taraftan seyr-i sülük’ün yol haritası Mektubat’ı okuttu. Biliyordu ki cemiyetin körelen gözlerine basiret getirecek Yusufi gömleğin kokusu, zahir ve batin ilimlerinde mündemiçtir.
Ali Haydar Efendi yaşadığı dönem itibariyle özellikle Halidiler için bir çekim merkezi oldu. Nakşi şeyhleri etrafında topladı, sessiz ama kararlı bir muhalefet yürüttü.
Ali Haydar Efendi yaşadığı yıllar itibariyle bir mana üssü gibiydi. Kudema onun meclisinde toplanırdı. Sami Efendi her onbeş günde bir uğrar, Hasib Efendi kah selam gönderir, kah kendi gelirdi. Abdulhakim Arvasi Hazretleri de Üstat’la sık sık buluşurdu. Buluşma yerleri bazen Çarşamba İsmet Efendi Tekkesi, bazen de Eyüp Kaşgari Dergahı olurdu. Yazları tekkelerin bahçelerinde semaver kaynatılır, dut ağaçlarının gölgesinde çaylar içilirdi.
Onlar hem cemiyete, hem birbirlerine açıktılar. Mevlana Halid-i Bağdadi Hazretleri’nin bağlıları muhkem bir binanın birbirine merbut tuğlaları gibiydi.
Ali Haydar Efendi, Devleti Aliyye devrinde “Te’lif-i Mesail Heyeti” reisi iken, tanıdığı “Daru’l Hikme” azalarından Bediuzzaman Said Nursi ile de sık sık görüşürdü. Yıllar sonra, Cumhuriyet devrinde Bediuzzaman Çarşamba‘ya gelir, İsmail Ağa Camii’nin önünden geçip, Mehmet Ağa Camii civarında ikamet eden talebesi Hakim Selahaddin Efendi’yi ziyarete giderken, bir an durur ve etrafındakilere; “şu ilerde İsmet Efendi Dergahı’nda Meşayıh-ı Kiramdan Ali Haydar Efendi var, gidin, elini öpün, selamımı götürün” der.
Ali Haydar Efendi, Avlarlı Efe Hazretleri’ne karşı da fart-ı muhabbet beslerdi. Alvarlı İstanbul’a geldiğinde mutat bir zaman Ömer Bey adındaki müridinin evinde misafir olur, oradan neredeyse her gün Ali Haydar Efendi’yi ziyarete giderdi. Hususi dünyalarında hale ve istikbale dair konuşurlardı.
İki büyük velinin birbirleriyle olan münasebeti, evvel zamanlarda ulema arasında var olan geleneğin en canlı örneklerindendi. Maziyi bütün canlılığıyla modern zamana taşıma gayretindeydiler.
Muhabbetin hürmete, hürmetin tevazuya, tevazunun aşka galip olduğu münasebeti şu hadise çerçevesinde somutlaştıralım:
Adı Mehmet, adı Hasan, adı Yusuf, adı bunlardan biri ya da bunların dışında bir müslüman adı. Erzurum’da, Alvarlı Mehmet Efe Hazretleri’nin halkasında, ilim-irfan tahsil ediyor. Bize meçhul Allah’a malum olan bu öğrenci her gün kitabıyla geldiği huzura, bir başka gün sefer izni için çıkıyor. Efe Hazretleri gitmek istediği yeri soruyor. İstanbul diyor öğrenci. Damarlarına hayat suyu yürümüşçesine doğruluyor ve ağlamaklı bir ifadeyle diyor ki Efe Hazretleri; “Şu hasta vücudum bana mani olmasaydı, sana refakat eder, İstanbul’a gider, Çarşamba’ya varır, orada; Ali Haydar Efendi Hazretleri’nin ellerine kapanır, dualarını alır, ilim irfan halkasına katılırdım.”
Allah’a malum adam, Efe Hazretleriyle görüşür, yol hazırlığını ikmal eder. Birkaç günlük seyahatin ardından İstanbul’a ulaşır. Önüne çıkan ilk kişiye, Fatih-Çarşamba’yı sorar. Akşama bir-iki saat kala Çarşamba’ya, İsmet Efendi Hazretleri’nin adıyla maruf dergaha varır. İçeri girer o an Ali Haydar Efendi ihvanıyla Hatme-i Hacegan’dadır. Ders bitince, üstat etrafa nazar eder ve bir müddet sonra; “hoş bir bahçenin reyhasını alıyorum, misafirimiz mi var” diye sorar. Efe Hazretleri’nin talebesi cemaatin arkasından öne doğru gelir, kendini takdim eder. Büyük Veli, bütün bir heybetiyle doğrulur ve buyurur ki; “Yaşım böylesine ilerlemiş olmasaydı, kalkar Erzurum yollarına düşer, hocan Efe Hazretleri’ni ziyaret eder, duasını istirham ederdim.”
Ali Haydar Efendi ile Efe Hazretleri son görüşmelerinde karşılıklı ahitleşmişlerdi; kim önce vefat ederse, hayatta kalan diğerine hatim okuyacaktı. Vakıadan talebelerini de haberdar etmişlerdi ki muhabere gerçekleşsin. Efe Hazretleri önce vefat eder. İstanbul’daki bir müridi Ali Haydar Efendi’yi haberdar etmek için İsmet Efendi Tekkesi’ne koşar. Huzura çıkar. O an Ali Haydar Efendi Kur’an’ı Kerim okumaktadır. Talebe: ”Efendim! Hocamız bu gün itibariyle ahirete irtihal etti. Hatim okumanız için haber vermem istenmişti.”der. Ali Haydar Efendi “bitmek üzere olan bu hatmi Efe Hazretlerinin ruhu için okuyorum” diye mukabelede bulunur.
Bir talebe için bundan daha mükemmel bir ders olabilir mi? İrfanı bundan daha kamil kim anlatabilir? Kerameti “izmar” etmek asıl, fakat bazen güneş gibi bedahet arz ediyor. Gizlemek kimin haddine.
Deniz kenarlarında kumdan kaleler inşa eden, onların ebediliğine inanan ve sonra denizden kopup gelen dalgalarla kalelerin parçalanışına ağlayan çocuklar gibi, oyunda-oynaşta olanlarla kudema arasında ne büyük fark var.
Ali Haydar Efendi’nin bütün renkleriyle koruduğu değerleri, Yusuf’u da korudu. Yeni tekke, cemiyete nispetle, bir “Babil kulesi” olmadı. Şah-ı Nakşibend’in yolu Allah Resulü’nden (s.a.v) geldiği hal üzere devam etti.
Zaman ne kadar değiştiyse, o ve onunla yaşayanlar o kadar aynı kaldı.

Şeytanın Dize Gelişi
Üstat, şeytanın adına konuşanlarla bir de direkt olarak fücurun kendisi şeytanla hesaplaştı. Mücadele zaman, zemin, muhatap ve yüklendiği misyon itibariyle çok mühim. Ehemniyeti halin perişanlığından geliyor.
Şeytan, davasının önünde engel gördüğü has duruşlu velilerin ve büyük istidat sahibi cins kafaların karşısına bizzat kendisi çıktı. Bir kısmını iğva etmeyi de başardı. Aldananlar, nihai idrak noktasına ulaştıklarını, dolayısıyla irfanî olgunluğa erdiklerini zannettiler. Kul olma ödevini basit ritüellerden ibaret gördüler. “Meşşai” mektebinin en güçlü isimlerinden İbn-i Sina ahir ömründe; “Sana yakin gelinceye kadar rabbine kulluk et” ayetindeki “yakin” kelimesine –cumhurun zıddına- “akli güç, felsefi idrak” anlamı verdi.
Şeytan, aklın ve ruhun şahikalarında dolaşan büyük kahramanlarla birebir mücadeleye girişince her iki cepheden de yenilenler oldu. Allah Resulü’nün (s.a.v.) koyduğu ölçüden başka ölçü tanımayanlar, yalnız onlar ayakta kalabildi. Kurân’ın şu ayeti söylediklerimin mistakı mahiyetindedir; “Kullarımın üzerinde hiçbir güç yoktur.”
Şeytan, bazen bir ses oldu, bazen rüyalarda göründü, bazen müşahhas olarak ortaya çıktı. Kudreti nispetinde, vecd, keşif, rüya ve ilhamlara müdahale etti. Bunun için Ebu Süleyman Dareni, “Kalbimize gelenleri Kur’ân ve Sünnet doğrularsa kabul ederiz” demiştir.
Modern zamana İslam’ı en yüksek perdeden konuşan üstadın karşına, şeytan çıkaracak adam bulamayınca huzura bizzat kendisi geldi. Modern zamanın bu en metafizik buluşmasını muhterem Mahmut Efendi, Üstad’dan şu ifadelerle naklediyor:
Ali Haydar Efendi bize birkaç defa şöyle anlattı: “Bir seher vakti uyanıkken aşikare olarak şeytan geldi ve bana: ‘Sen hangi mezheptensin?’ diye sordu. Ben de; ‘Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat mezhebindenim’ dedim. ‘Peki mezhebinin hak olduğuna delilin nedir?’ diye sordu. Ben de: ‘Kuran-ı Kerim’dir’ dedim. O da: ‘Her mezheb sahibi haklı olduğuna dair Kur’an’ı delil getiriyor. O halde onların haksız senin haklı olduğun ne malum?’ dedi. Bunun üzerine, ben ona nice ayet ve hadislerle cevap verdiysem de, bir türlü def olmuyor ve bana karşılık veriyordu. Böylece uzun müddet mücadele devam etti, çok yoruldum, aciz kaldım ve yanımda duran yatağa düştüm, uzandım. O anda Mevla Teala Hazretleri: ‘Artık onlar sizin Allah’a iman ettiğiniz gibi iman ederlerse, muhakkak hidayete ermiş olurlar ve eğer yüz çevirirlerse, şüphe yok ki onlar (Allah’a karşı) büyük bir muhalefet içerisindedirler. O halde Allah Teala onlara karşı sana yetecektir. Ve o ziyade işitici, ziyade bilicidir.’(Bakara (2):137) mealindeki ayeti celileyi hatırıma getirdi. Ben de hemen yatağımdan doğrulup ona cevap olarak bunu okudum ve dedim ki: ‘Bu ayeti celilede Mevla Teala Hazretleri Habibine (s.a.v.) ve Onun ashabına (r.a.) hitaben buyuruyor ki; ‘Eğer onlar( kendi dinlerini hak bilip, insanları ona davet eden Yahudi, Hristiyan ve diğer din mensupları) senin ve ashabının inandığı gibi inanırlarsa, muhakkak o zaman hidayete ermiş olurlar. Eğer yüz çevirirlerse, ancak onlar Hakk’tan büyük bir ayrılık içindedirler.’ Sonra şeytana dedim ki; ‘İşte bu ayeti celile nazil olduğu zaman ne Mutezile, ne Şia, ne Cebriye, ne de Kaderiye gibi batıl mezhepler mevcuttu.’ Ancak Efendimiz (s.a.v.) ve ashabı (r.a.) mevcuttular ve dolayısıyla hak üzere olanlar da ancak bunlardırlar.
Öyleyse Dünya yıkılıncaya kadar onların inancı gibi inanıp, amelleri gibi amel edenler Hakk’a tabi olduklarından hidayet üzere olmuş olurlar ki; “Ehli Sünnet ve’l-Cemaat” bunlardır. Efendimiz (a.s.v.) ve ashabından (r.a.) sonra onların itikadına aykırı olarak zuhur eden bütün fırkalar ise batıldır. Mevla Teala, Efendimiz (s.a.v.) ve ashabına (r.a.) hitaben: ‘Eğer onlar sizin inandığınız gibi inanırlarsa muhakkak hidayete ermiş olurlar. Eğer yüz çevirirlerse, ancak onlar Hakk’tan büyük bir ayrılık içerisindedirler’ buyuruyor. İşte Şeytana bunları deyince, defolup gitti.”
Şeytanın ifsat sabıkası çok daha öncelere, Hazreti Adem’e uzanır. Melun zaman zaman, ruh dünyasının büyük kahramanlarıyla da hesaplaştı. Tarih, bu büyük mücadelenin kabristanlığı gibidir. Orada şeytanı yenenler ve ona yenilenler var. Has duruşunu kaybetmeyenler ve aldanıp perişan olanlar yanyana.

Büyük Buluşma: HAC

Şaban ayının ortalarında İstanbul’da Surre Alayı Şenlikleri yapılırdı. Şenlikler, Topkapı Sarayı’nda başlar Beşiktaş-Üsküdar hattında devam eder ve nihayet Medine-Mekke ahalisinin alayı karşılamalarıyla son bulurdu. Surre Alayı Hicaz’a doğru yol aldıkça tabileri artar, zamanla muazzam bir kalabalığa dönüşürdü. Çünkü hacı adayları Surre Alayı’nı bekler, ikamet ettikleri yere varınca da ona katılırlardı.
Surre Alayı ile İstanbul’dan Medine ve Mekke’de ki imam, müezzin, talebe, seyyit, ve fakirlere kese-kese altın gönderilirdi.
Abdülhamid Hicaz Demiryolu’nu yaptırınca hacıların intikali trenle oldu. Yeni güzergah şenlik yerlerini de değiştirdi. Hacıları uğurlamak için insanların yeni toplanma merkezleri Haydarpaşa-Medine arasında inşa edilen doksan altı tane tiren istasyonu oldu. Birinci Dünya Savaşı sonrası Hicaz Demiryolu büyük oranda tahrif edilince Osmanlı, hac güzergahını değiştirmek zorunda kaldı. Devreye deniz yolu girdi. Sonra belli bir dönem o da kullanılmadı. Engel olanlar miadını doldurunca hac yolu deniz güzergahında tekrar açıldı. Bir farkla ki eski ruh, eski heyecan kalmamıştı. Surre Alayları tarihe karışmış hacı uğurlama ihtifalleri geçmişe nisbetle çok sönük bir duruma gelmişti.
Surre Alayı’nın Hicaz’a uğurlanışına ve o uğurlanış esnasında yaşanan manevi atmosfere defalarca şahit olan Ali Haydar Efendi’ye hac İslam’ın en garip yıllarının yaşandığı bir zamanda, deniz yolu ile nasip oldu.
Ali Haydar Efendi hac hazırlıklarına başladığında yaşı doksana yaklaşmıştı. Gerekli işlemleri yapmak için gittiği her dairede farklı bir zorlukla karşılaştı. Çünkü birilerine göre sakıncalılar listesindeydi. Sıkı bir şekilde takip altında tutulmalıydı.
Hac yolculuğu için gereken ne varsa hepsini tamamladı. Bu çerçevede caiz görmemesine rağmen fotoğrafta çektirdi. (Adına yazılan yazılarda kullanılan boy fotoğrafı, hac hazırlıkları sırasında çektirdiği fotoğraftır.)
Hac yolculuğu için gerekli bütün işlemleri tamamlayınca, yanında muhterem zevceleri Gülhanife Hanım ile birlikte gemiyle İstanbul’dan ayrıldılar. Onlar yalnız gittiklerini zannediyorlardı. Fakat durum hiç de öyle değildi. Gemide onlarla alakalı bir çok kişi daha vardı. Görevleri Ali Haydar Efendi’yi izlemekti. Ortaya bir sürü iddia atılmıştı. Söylendiği gibi Suriye’de hac kafilesinden ayrılıp isyan için adam toplayacak mıydı? Hafiyelerin Ali Haydar Efendi’yi takip edişlerindeki temel nokta buydu. Fakat Suriye geçildi, Filistin geçildi, sahildeki bütün şehirler geride kaldı Ali Haydar Efendi hala hac kafilesindeydi. Aslında “O Büyük Veli’ye” dair ortalıkta dolaşan haberlerin asparagas olduğunu hafiyeler ve onları gönderenler de biliyordu. Gayeleri O’na rahat ibadet ettirmemek ve insanların O’nunla görüşmesini psikolojik baskılarla engellemekti.
Günler sonra “Mananın maddeye tecelli remzi” Kabe’ye ulaştı. Etrafında döndü döndü her dönüşleriyle “hacılar Kabe’yi, aşıklar Hakk’ı tavaf ederler” sözünü tasdik etti.
Hicaz’da aşkla ıstırabı kucak kucağa yaşadı. Sünnet ve Cemaat ölçüsünü dikkate almayan yeni yönetimin, İslam adına yaptığı cinayetlere şahit oldu. Yıkılan sahabe kabirleri, talan edilen Osmanlı eserleri vicdanını derinden yaraladı. Yönetimin safında yer alan birkaç alime meselenin vehametini anlattı. Yapılanların akidevi ve fıkhi açıdan ne kadar yanlış olduklarını delilleriyle serdetti. Sünnet’e ittiba, tasavvuf ve onun furuatına dair bir çok meselede, İslam’ın ne dediğini, İbn Teymiyye ve bağlılarının nassları istidlalde nasıl yanıldıklarını uzun uzun izah etti. Sünnet ve Cemaat ölçüsüne sıkı sıkıya bağlı olan bu büyük Alim’e karşı ortaya koyacak bir delil bulamadılar fakat Vahhabi anlayışı genlerine kadar nüfuz ettiğinden durdukları yeri de değişmediler. Belki de buna enaniyetleri müsaade etmedi. İslam’ın doğduğu şehirde yaşayan ulemaya İstanbul ulemasından Ali Haydar Efendi İslam’ın elif-ba’sını öğretiyordu. Bir İstanbul aliminin onlara, İslam’ın elif-ba’sını öğretmesini kabullenemediler.

Hac menasikini tamamlayınca Medine’ye gitti. Orada neler yaşadı, neler gördü bilmiyoruz. Çünkü o manevi iletişim ufkumuzu aşıyor. Medine’den ayrılırken türbedardan Efendimiz’in (s.a.v) mübarek kabirleri üzerindeki tozları kendisi için toplamasını rica etti. Aldı, en değerli mücevherlerden daha itinalı bir şekilde tozları sardı ve İstanbul’a getirdi. Buyurdu ki: “Vefat edince gözlerime Allah Resulü’nün mübarek kabirlerinden aldığım şu tozları serin.” Varisleri vasiyetini yerine getirdi. Mübarek gözlerine Allah Resulü’nün (s.a.v) kabrinden aldığı tozları döktüler. Ali Haydar Efendi bu haliyle Mevlana’nın mısralarını şerh etmekte idi:
Men bende-i Kur’an’em eğer can darem
Men hak-i reh-i Muhammed Muhtarem.
(Ben sağ olduğum müddetçe Kur’an‘ın bendesiyim. Ben Muhammed Muhtar’ın (s.a.v) yolunun tozuyum.)
Modern zaman içinde yitirdiğimiz her mukaddes mana gibi Hacc’ın anlamını da yitirdik. Ne Surre Alayları ne de o Alaylara katılıp Hicaz yollarına düşen hacılar kaldı. Medine sokaklarında Peygamber’in (s.a.v.) izini arayan hacıların yerini (büyük oranda) Medine pazarlarında inci-boncuk arayan hacılar aldı.

Yakub İle Yusuf
Ahir ömründe kaleme aldığı bir şiirinde şöyle dua ediyordu:
“Silsilemizi müselsel eyle Ya Rabb’el-En’am
Yürüsün böyle müselsel ta ol yevmi’l kıyam.”
Azrail’le buluşmaya doğru yürürken dünyaya dair düşündüğü tek mesele, büyük emaneti taşıyacak mürşidi bulmaktı. Yakup gibi Yusuf’unu bekliyordu. Ya da henüz tanımadığı Yusuf’uyla onu buluşturacak haberi.
Yaşlılığın bütün mevcudiyetiyle bedeninde ağırlığını hissettirdiği 50’li yıllar… İntizar suretinde dururken birden manevi iletişim ağı devreye giriyor, emaneti teslim edeceği Veli’nin o gün itibariyle şekli ne ise aynen gösteriliyor, ikamet ettiği yer belirtiliyor, Ali Haydar Efendi’ye “işte emanetin gel ve al” deniyor.
Ali Haydar Efendi vakit kaybetmeden etrafındakilere -rüyada gösterilen yeri kast ederek- “hemen hazırlanın Bandırma’ya gidiyoruz” diye emrediyor. Bağlıları “Aman Efendim! Rahatsızlığınız yola çıkmanıza müsaade etmez, seferi tehir etseniz, aksi halde rahatsızlığınız artar.” türünden cümleler sarf ederek O’nu kararından caydırmaya çalışıyorlar.
Bir defa yerdeki mübareklerin duasını göklerin kararı tasdik etmişti. “Altun silsile müselsel devam edecek”ti. Kavli dua, zincirin son halkasının zuhuruna kapı araladı. Bunun içindir ki, doksanındaki ak sakallı Veli, fiili dua için Bandırma’ya gidiyordu.
Bandırma’ya varınca etrafa haber saldı, bir askerin arandığını söyledi. Şehre vardıktan epey bir zaman sonra Tekke Camii’nde son cemaat mahallinin sağ cenahında nafile namaz kılıyor. Aradıkları askeri bulamadan tevafuken asker kendisini buluyor. Büyük buluşmanın nasıl gerçekleştiğini Ali Haydar Efendi’nin Yusuf’um deyip bağrına bastığı Muhterem Mahmut Efendi’den dinleyelim:
“Cuma namazını kıldım, camiden çıkarken sağ tarafta Ali Haydar Efendi’yi gördüm. Bana padişah gibi heybetli göründü. Cemaate kim olduğunu sordum, tanımadıklarını söylediler. İmama sordum. Ali Haydar Efendi dedi. İmama O’nunla görüşmek istediğimi söyledim: “Durum sıkı, sürekli takip ediliyor, görüşmek istiyorsan akşam gel” dedi. Akşam gittim fakat Ali Haydar Efendi camiye gelememişti. Çünkü şartlar müsait değildi. Ertesi günün sabahında Tatlıcı Ali Efendi’nin evine gittim, kendileri oradaydı. İlk görüşmemiz o zaman gerçekleşti. Buyurdular ki; “Bana on yıl önce gelseydin.” İlk buluşmamızda başlayan muhabbet hep artarak devam etti. Ali Haydar Efendi ile görüşünceye kadar bana mesele sorarlar diye şeyhlerle görüşmekten imtina ederdim. Fakat Ali Haydar Efendi beni öylesine etkiledi ki huzurundan hiç ayrılmak istemedim.”
Muhterem Mahmut Efendi‘nin tevazu gösterip anlatmadığı buluşmanın ayrıntılarını Ali Haydar Efendi‘nin bağlılarından Emrullah Efendi naklederken şunları söylüyor: “Muhterem Mahmut Hocaefendi Tatlıcı Ali Efendi’nin evine geldi, içeri girerken Ali Haydar Efendi ayağa kalktı ‘işte emaneti teslim alacak kişi geliyor.’ buyurdu.
Ali Haydar Efendi, müridlerinden yüksek rütbeli bir asker vasıtasıyla Mahmut Efendi‘nin askerliğini İstanbul’a aldırdı. Muhterem Mahmut Efendi İstanbul’a gelişiyle sohbet halkasına daha fazla katılma imkanı buldu. Askerlik bitince de Ali Haydar Efendi’nin yanı başından hiç ayrılmadı. Ta ki O ahirete gidinceye, kendileri de serzakir oluncaya kadar.
Büyük Veli anlatıyor: “İstanbul’da iken Ali Haydar Efendi ile birlikte yanımızda dört-beş kişi olduğu halde hatm-i hace okurduk. O’nu sürekli takip ederlerdi. O devirde Arapça okuyup-okutmak müşkildi. Bu ilimleri okuyabilmek için çok zorluklar çektim. Derdi ki: “Oğlum Mahmud! Ben seni, bir şey emretsem ve sen de hemen onu yapsan arzusunda olduğunu görüyorum.”
Ateşin içinde yandıkça ateşin rengini alan demir gibi Büyük Veli de seyr-i sülukte mesafe aldıkça Şeyhi Ali Haydar Efendi Hazretleri’nin muşahhaslaştırdığı hakikatin içinde kayboldu. Öyle ki mürşidinin bütün ifadelerini emir kabul ediyor ve onları hiç yüksünmeden yapıyordu.
Gerçek oluş ve hakikati buluş sırrına ermiş bir mürid vardı İsmet Efendi Tekkesi’nde. Artık emanet teslim edilebilirdi. Ali Haydar Efendi, halefine velayeti, takati nisbetinde ve en ince ayrıntısına varıncaya kadar anlattı. Bu anlatış birkaç yıl devam etti.
Ali Haydar Efendinin oğlu anlatıyor; ”Babam, Muhterem Mahmud Efendi ile kuşluk vaktinden sonra baş başa kalırdı. Derdi ki; ‘Oğlum! Görüyorsun ki bende olan her şeyi ona aktarıyorum. Fakat bunu tedricen yapıyorum ki onu sürekli müşahede altında tutayım. Manevi aleme ait malumatın birden kazanılmasına hiçbir akıl tahammül edemez.’ Zira Babama sekr halinde şeyhler gelirdi. Onlara yedi gün evrad-ı bahaiye okur ve Allah ‘ın izniyle iyileşirlerdi.
Ali Hayydar Efendi, Mahmut Efendi’yi hususi sohbetlerinin yanı sıra Mesnevi, Mektubat, Reşahat, Risale-i Kudsiye gibi sadırlardan satırlara aktarılan ve temelinde irfan olan kitaplarla da istikbale hazırladı. Onu, gece geç saatlere kadar kitap mutalaa ederken gördüklerinde “Oğlum Mahmut şimdi çok çalış ileride kitap okumaya vakit bulamayacaksın” diyerek teşvik ederdi. İmam Rabbani Hazretleri’nin Mektubat’ının büyüklüğünü idrak etmesi için derdi ki;” Mektubat o kadar büyüktür ki, Reşahat ona ancak elif-ba olabilir.”
Muhterem Mahmut Efendi naklediyor: “Ali Haydar Efendi buyurdu ki; “Mahmud’un elinden tutan benim elimden tutmuş olur. Hakikat şu ki; bu fakirin elinden tutan Ali Rıza Bezzaz Hazretleri’nin elinden tutmuş olur. Böylece halka halka silsile ta Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) dayanır. İşte buna “Sahih Yed” diyoruz.” Yine derdi ki; “Dağda bulunan bir su membaının köye kadar gelebilmesi için, köye kadar uzanan birbirlerine ekli su künkleri gerekir. Bu künklerden biri eksik olduğunda nasıl köye su ulaşamıyorsa tıpkı bunun gibi meşayih silsilesinden biri düştüğünde Feyz-i İlahi de kişinin kalbine ulaşmaz.”
Risale-i Kudsiye’nin sahibi meseleye dair şunları söylüyor:
Sahih yed yok ise nisbet olur sed
Sahih yed ile Aziz Hakk’a gidelim
Cemali ba kemale seyredelim.

Ali Rıza Bezzaz Hazretleri, Ali Haydar Efendi’yi bağlılarına emanet ederken şöyle demişti: “Söz veriyorum size, kim bunun elinden tutarsa hiçbir kitaptan okuyamayacağı, hiçbir kimseden duyamayacağı şeyleri bundan duyacak ve öğrenecektir.”
Ali Haydar Efendi, ihvanlarına söze dökülmeyen, satırlara aktarılamayan hakikati tanımayı, idrak ölçülerine göre yaşamayı öğretti. Has odada, kuşluk vaktine kadar da Yusuf’um dediği talebesiyle yüksek perdeden konuştu. Şimdi ise Ali Haydar Efendi’nin konuştuğu frekanstan aynı hakikati Büyük Veli anlatmaya devam ediyor.
Yirmi birinci yüz yılda bir “sahih yed” dünyamıza sağnak sağnak feyz-i ilahi taşıyor. Nur akıyor, çünkü künkler ta “Mişkatu’n-Nübüvve”ye kadar kesintisiz yerli yerinde duruyor. Mevlana Halid’den İmam Rabbani’ye, Şah-ı Nakşibend’den, Abdulhalık Gücdüvani’ye nur arkının kolbaşları, akışı sürekli murakabe ediyorlar. Allah Resulü’ne (s.a.v.) kadar uzanan “sahih el”, rektörü, dekanı, öğretim üyesi olmayan anfisiz, sınıfsız, diplomasız bir üniversite gibi çağın müminlerini eğitmeyi sürdürüyor. Aşk laboratuvarında aklın ve ruhun takıldığı problemleri çözüyor.

Dostun Dosta Kavuşması
Şimdiye kadar ölümün okları hiç hedef şaşırmadı. Güçlü ordular, muhkem surlar ölüm meleğinin görevini infaz etmesine engel olamadı. Ecel, Allah Teala’nın belirlediği tarihten ne bir saniye ileriye ne de geriye alınabildi.
Sebepler farklı fakat ölüm hep aynıdır. Herkes aynı Allah’ın huzuruna gidiyor. Gidişler aynı fakat giderken yaşanılan haller farklı. Allah dostları için “şeb-i arus” olan ölüm, Allah ve Resül düşmanları için derin ve tükenmez ızdırap kaynağıdır. İmam-ı Rabbani Hazretleri, Allah dostlarına nispetle ölümü anlatırken: “Ölüm, dostu dosta taşıyan bir köprüdür.” buyurur.
Takvimler 1960 Temmuz’unun sonlarını gösterirken Ali Haydar Efendi yeryüzü ızdırabına elveda demeye hazırlanıyordu. Takipler, tevkifler bitecekti. Çünkü dostun dosta yürüyüş zamanı gelmişti.
Yeryüzü hayatının sonlarına doğru takatsizliği arttı. Öyle ki yataktan kalkmaya mecali kalmamıştı. Kalbi zikrullahda, gözleri kapıda ölüm meleğini bekliyordu. Oğlu anlatıyor: “Vefat edeceği an hayret dolu bakışlarımız arasında o heybet dolu vücuduyla yattıkları yerden kalktı, bizim duyacağımız derecede yüksek bir sesle “Onların davalarının sonu Elhamdülillahi Rabbil Alemin demektir” mealindeki ayeti okudu. Babamın son sözü bu ayetti.
Giderken okuduğu ayetle, hamd ediyordu. Çünkü geride İsmet Efendi Tekkesi farklı bir kubbenin altında da olsa yeni mürşidi ile müridanını Hakk’a taşımaya devam edecekti. Bir mürşit için yolunun devam etmesinden daha güzel ne olabilirdi. Bu büyük ihsana hamd ediyordu. Doksanbeş yıllık ömrünü küfürle mücadeleye adama azmini veren Allah’a hamd ediyordu. Hamd ediyordu, çünkü uğruna binbir meşakkate göğüs gerdiği ebedi dost olan Allah’a gidiyordu.
İsmet Efendi Tekkesi’nin bu büyük buluşmaya tanıklık ettiği, yani Ali Haydar Efendi’nin irtihal ettiği gün takvimler 1 Ağustos 1960’ı gösteriyordu.
1960’lı yılların haberleşme imkanı sınırlı olan Türkiye’sinde Ali Haydar Efendi’nin irtihal haberi gönülden gönüle birden on binlere ulaştı. Çarşamba, tarihinin en büyük kalabalığına şahitlik etti. Kalabalık, 60 ihtilaliyle yönetime el koyan askeri idareyi tedirgin etti. Öyle ki çok sayıda güvenlik görevlisi bölgeye sevk edildi. Civardaki konakların çatılarına silahlı güçler yerleştirildi. İsmet Efendi Tekkesi havadan askeri helikopterlerle gözlem altına alındı. Tanıkların ifadesine göre civarda konuşlanan askeri gücün sayısı binlerle ifade ediliyordu.
Tabutun etrafında gözyaşı döken bağlıları manzarayı şu cümlelerle ifade ediyorlar:
“Hayatında olduğu gibi mematında da zavallılar ve sadıklar onu yalnız bırakmadı. İlki korktuğundan ikincisi de sevdiğinden onu takip etti.
Ali Haydar Efendi Fatih Camii’nin haziresine defnedilecekti. Zira Selatin Camileri’nin hazireleriyle ilgili teamül bunu gerektiriyordu. Söz konusu camilerinin hazirelerinde defnedilecek şahısta, camiyi yaptıran kişinin ailesinden, meydan muharebelerine katılma ya da caminin medresesinde dersiam olma şartı aranıyordu. Ali Haydar Efendi Fatih Camii dersiamlarındandı. Dolayısıyla orada defnedilmeliydi. Bu hakkı teyid etmek için 1956’da devrin hükümetine müracaat edilerek izinde alınmıştı. Herkes defnedileceği ana kadar O’nun Fatih’in haziresinde hocası Ahmet Efendi’nin yanında kendisi için ayrılan yerde olacağını düşünüyordu. Fakat öyle olmadı. İstanbul valisi Refik Tulga değil Fatih’te defnedilmesine orada namazının dahi kılınmasına müsaade etmedi.”
1956 tarihli iznin gereğini yapmak için valilikle tekke arasında gün boyu git-geller devam etti. Fakat bütün turlar nafileydi. Karşı taraf Ali Haydar Efendi’ye karşı olmanın gereğini yapıyordu. Kararlılığını göstermek için de Fatih Camii’nin etrafını ablukaya aldı. Vali cenaze namazı için toplanan cemaatin inkılap hazırlığı içinde olduğunu iddia ediyor, Fatih’te namazın kılınmasını bunun için yasakladığını söylüyordu.
***
1 Ağustos günü göklerden Ali Haydar Efendi’nin kabrine nur, Valinin yüreğine ise korku yağıyordu. Alarma geçirilen güvenlik güçleri muhtemel bir tehlikeden değil işte bu korkudan dolayı Çarşamba’ya sevk edilmişti.
Doksan beş yıllık ömrünü İslam’a ve bu memlekete adayan bir alimin son yolculuğu böyle mi olmalıydı? Çanakkale cephesinde bu vatan için ölümle yüzleşen alim bir gaziye iki metre karelik yer niçin çok görülmüştü?
Valinin red kararıyla sabrı tükenen kalabalık cemaati yatıştırmak için Bekir Haki ve Mahmud Efendiler yoğun gayret sarf etti.
Bütün bu gelişmeler yirmi dört saate sığmıştı. Ali Haydar Efendi’nin bağlıları Fatih olmayınca defin için Edirnekapı’da acele ettiler. Zira Türkiye ihtilalciler tarafından mezarından alınıp bilinmeyen(!) bir yere götürülen Bediüzzaman Said Nursi tecrübesini henüz yaşamıştı. Kalabalığın ürküttüğü yönetim aynı yolu Ali Haydar Efendi için de pekala deneyebilirdi.
Cenaze namazı Yavuz Selim Camii’nde Mahmud Sami Efendi tarafından on binlerin katılımıyla kılındı. Ve aynı kalabalığın parmak uçlarında Yavuz Selim’den Edirnekapı-Sakızağacı mezarlığına götürüldü.
Nur, Ali Haydar Efendi’ye sağnak sağnak aktıktan, Fatihalar, Yasinler O’na gönderildikten sonra kabri ha Fatih’in Hazire’sinde ha Sakızağacı Mezarlığı’nda olmuş ne değişir ki? Hem şimdi Ali Haydar Efendi hiçbir gücün takip edemediği dolayısıyla da tevkif edemeyeceği ahiret meclislerinde sınırsız hürriyeti yaşıyor. Allah Resulü’nün etrafında halkalanan sıddıkların, salihlerin meclisinde “cemali ba kemale” tanıklık edeceği günü bekliyor. Ahiret meclislerine hangi güç irtica-mürteci yaygaralarıyla baskın yapıp adam tevkif edebilir? Yeryüzünün mazlumları, irtica suçluları(!) ahiret meclislerinde muteber şahsiyet muamelesi görüyor.
Ali Haydar Efendi’nin bir asırlık ömrünü kuşatan diriliş hareketi bu gün aynı çizgide, aynı heyecanla Büyük Veli’nin murakabesinde devam ediyor.

Leave a Reply

You must be logged in to post a comment.