Recep YILDIZ
Alim, “alamet” ve “alem” kelimeleri ile aynı kökten türemiştir. Alamet insanlara çöllerde yönlerini gösteren işaret, iki araziyi birbirinden ayıran gösterge; alem ise dağ ve bayrak gibi anlamlara gelir.[1] Alim, alamet/gösterge gibi insanlara yönlerini gösterir, helal ve haram sisteminin sınırlarını çizer, bayrak gibi de durulması gereken yeri işaret eder. Dağ anlamına gelen alem kelimesi teşbih yoluyla alimler için de kullanılır. Nasıl alem/dağ yeryüzünün hareket ve temayülüne engel oluyorsa ümmetin arasında ki alimler de onların sapma ve inatlarına mani olurlar.[2]
İnsanların hedeflerine ulaşabilmeleri için alemlerin ne anlam ifade ettiklerini bilmeleri gerekir. Aksi bir durum yönlerini kaybetmelerine, yakınlaştıklarını zannettikleri anda uzaklaşmalarına yol açabilir. Onlara rehberlik eden alimlerin bilinirlikleri de en az alemler kadar önemlidir. Zira Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve selem) kötü niyetli alimlerin insanları saptıracaklarını ifade etmektedir. Bu yüzden usul-ü fetva kitaplarında bir alimin fetvası ile amel etmenin şartları sayılırken kimlik bilgilerinin bilinmesi de zikredilmektedir. Nitekim adı meşhur olmasına rağmen biyografisi meçhul kalan “Molla Miskin”in fetvalarıyla amel edilmemiştir.
Alim, sözleriyle olduğu kadar ameliyle de insanlara rehberlik etmelidir. Onu filozof ya da ideologtan ayıran temel özellik söylediklerini yaşamasıdır. Kendine mübah gördüğünü başkasına mübah, kendi için helal addettiğini başkası için de helal kabul eder.
Alim, ilmi ilahi bir emanet olarak telakki eder. Batıl tevillerden uzak durur. İnsanların yanlış bilgilendirilmeleri söz konusu olduğunda azimetle amel ederek sahih bilginin tahrif edilmesine engel olur.
Alimin ilme sadık kalmasının farklı tezahürleri vardır. En belirgin olanları ise bildikleri ile amel etmesi, tahriften uzak durması, yanlış olduğuna inandığı meseleleri tashihi ve ihlal edilen bir hakkı müdafaa etmesidir.
İslam tarihinde alimler arasında akdedilen münazaralara ve karşılıklı kaleme alınan reddiyelere bakıldığında ilme sadakatin tezahürleri belirgin bir şekilde hissedilir. Onlar muhataplarının neyi, nasıl, niçin ve hangi şartlar altında söylediklerini önemsemiş ve tenkit ettikleri şahısların ifadelerini sözün söylendiği bağlamı esas alarak değerlendirmişlerdir. Farklı bir meşrebe müntesip olsa dahi muhatabının söz ya da metnini değiştirmeden nakletmeye özen göstermişlerdir.
İlim esas itibariyle “mevhibe-i rahmani” olduğundan büyük alimler basit kabul edilebilecek meseleleri bazen bilemeyebilirler. Bu durumda kitaplara sehven yanlış bilgiler derc edilmişse tenkit ve münazaralar “zuhul” ya da “sebk-ı kalem” olan bu tür ifadelerin ayıklanmasına imkan verir. Bu yüzdendir ki ilmi geleneğimiz münazaraları hakikatin ortaya çıkmasına fırsat hazırlayan sebepler olarak değerlendirmiştir.
Her asırdaki birkaç tenkit ve münazara istisna edilirse bu tür ameliyeler ilim dünyası için müsbet neticelerle sonuçlanmıştır. İstisnalara gelince, bunların bir kısmı zındıklara diğer bir kısmı ise müslüman alimlere aittir. İslam tarihinde meydana gelen fikri ya da içtimai krizlerin oluşum safhalarında etkin olarak yer alan zındıklar müslüman kimliği altında özellikle nüfuz sahibi alimlerin metinlerini tahrif etmiş sonrada onlar üzerine tekfir içerikli reddiyeler yaz(dır)mışlardır. Böyle bir usul benimsemelerinin arka planında, insanları onların adlarıyla sapıklığa sürüklemek ve sevenlerinin zihinlerinde şüpheler uyandırmak vardır. Nitekim Ahmed b. Hanbel ölüm hastalığında iken yastığının altına hileyle sapık akidevi görüşleri ihtiva eden bir metin koymuşlardır. Eğer yetişmiş talebeleri Onun sağlam akidesini bilmemiş olsalardı yastık altında buldukları metinle pekala yanlış bir yol benimseyip günaha saplanabilirlerdi. Aynı şekilde Mecduddin Fîruzâbâdi adına Ebu Hanife’yi ret ve tekfir eden bir kitap uydurup Ebu Bekir el-Hayyad’a sunmuşlardır. Eseri mutalaa eden el-Hayyad Şeyh Mecduddin Fîruzâbâdi’yi yeren bir açıklama kaleme alıp Ona göndermiştir. Fîruzâbâdi, el-Hayyad’a şunları söylemiştir: “Eğer bu kitap seni günaha sürükleyecekse hiç bekleme onu yak. Zira o düşmanlara ait olan bir iftiradır. Ben Ebu Hanife’nin büyüklüğünü takdir edenlerden biri olduğum gibi O’nu anlatan bir ciltlik eser de telif ettim.” Zındıklar İmam Gazali’nin “İhya”sına da bazı meseleler eklemişlerdir. Bu yüzdendir ki Kadı Iyaz elde ettiği bir İhya nüshasının yakılmasını emretmiştir. İmam Şa’rani “el-Bahru’l-Mevrud” adlı kitabının benzer bir kaderi paylaştığını söylemektedir.[3]
Zındıklar tarafından eserleri üzerinde en fazla tahrifat yapılan müelliflerin başında İbn Arabi gelmektedir. Fütuhat-ı Mekkiyye ve Fususu’l-Hikem başta olmak üzere bir çok eserine zındıklar tarafından ilaveler yapılmıştır. Konu ile alakalı İmam Şa’rani şöyle bir hadise nakletmektedir. Yahya b. Muhammed el-Mağribi ile karşılaşınca Ona “Fütuhat”taki Ehl-i Sünnet akidesine uymayan bazı konuları sordum. El-Mağribi İbn Arabi’nin Konya’da kendi el yazısı ile kaleme aldığı metinle karşılaştırdığı bir nüshayı çıkardı; Fütuhat’ı ihtisar ederken gördüğüm ve tereddüt edip metinden çıkardığım yanlış fikirlerin hiç birisi el-Mağribi’nin nüshasında yoktu.[4]
İbn Arabi üzerine yapılan tenkitlerin bir çoğu ya tahkik edilmeyen bu tür nüshalar esas alınarak kaleme alınmış ya da tasavvuf karşıtlarının hezeyanları doğrultusunda telif edilmiştir. Her iki usul de alim kelimesini gerçek anlam örgüsünden uzaklaştırmaktadır.
Bu makalede bir çok muasır alim tarafından “imam” kabul edilen ve mezhepler arası icmaya aykırı konularda görüşleri tercih edilen İbn Teymiyye’nin, İbn Arabi tenkidinde benimsediği yaklaşımı ve “alim” kelimesine liyakat derecesini tahlil edeceğiz. Makale İbn Teymiyye’nin İbn Arabi’yi tenkit ederken en fazla tekrar ettiği üç konu üzerinde yoğunlaşacaktır.
Hatemü’l-evliya
İddia
İbn Teymiyye eserlerinde hatemü’l-evliya (velilerin sonuncusu)-hatemü’l-enbiya (nebilerin sonuncusu) bahsini işlerken şunları söylemektedir: Hatalı bir topluluk son nebinin diğer bütün nebilerden daha üstün olduğuna bakarak son velinin de bütün velilerden üstün olduğunu iddia etmektedir. İslam’ın erken asırlarında kullanılmayan “son veli” kavramı ilk defa Muhammed b. Ali el-Hakim et-Tirmizi tarafından telaffuz edilmiştir. Daha sonra bir gurup sufi Allah Teala’yı bilme noktasında son velinin son peygamberden daha üstün olduğunu iddia etmiştir. Şeriat’a, akla, bütün nebi ve velilere muhalefet eden bu iddiayı İbn Arabi “Fütuhat” ve “Fusus”ta savunmuştur.[5]
Bu anlayışı benimseyen insanların küfrü, Yahudi ve Hristiyanların hatta Arap müşriklerin küfründen daha ileri derecedir.[6]
Gerçek
“Hatemü’l-evliya”yı “hatemü’l-enbiya”dan daha üstün görmekle itham edilen İbn Arabi, atıfta bulunulan eseri Fütuhat’ta nebi ve veli kavramları ile alakalı şunları söylemektedir: Allah Teala her cinsten bir çeşidi, her çeşitten de bir şahsı seçmiştir. Buna göre insanlar arasından müminleri, müminlerden evliyaları, evliyalardan enbiyaları, enbiyalardan da resulleri seçmiş sonrada onların bir kısmını diğerlerinden daha üstün kılmıştır.[7]
İbn Arabi’ye ait olan bu ifadeler açıkça Peygamberlerin velilerden üstün olduklarını belirtmektedir.
İbn Arabi velilerin yetersiz, peygamberlerin ise kamil insanlar olduklarını anlatırken şöyle demektedir: “Sufiler haber verdikleri makam ve halleri bizzat yaşamayı şart koşarlar. Bu noktada ne bizim, ne dışımızdakilerin, ne de peygamber olmayan kişilerin bir tecrübesi vardır. Ulaşmadığımız bir makam ya da tecrübe etmediğimiz bir hal hakkında ne ben ne de benim dışımda Allah Teala’nın kendilerine şeriat verdiği peygamberlerden başka birisi konuşabilir. Bu hususta konuşmak haramdır.[8]
Fütuhat’ın ilgili bölümlerinde sürekli peygamberlerin üstünlüklerine vurgu yapan İbn Arabi bir başka yerde şöyle der: “Bir gün, içerisinde sufilerin de yer aldığı bir mecliste hazır bulundum. Birbirlerine ‘Musa –aleyhisselam- hangi makamda Rabbini görmeyi istemişti.’ diye soruyorlardı. Birisi şevk makamında iken görmeyi istediğini söyledi. Onların bu tür konuşmaları üzerine şöyle dedim: ‘Böyle yapmayın! Yolun aslı şudur; velilerin ulaştıkları en son nokta nebilerin başlangıç noktalarıdır. Veli, şeriat sahibi peygamberlerin hallerinden hiç birisini yaşamamıştır. Bu yüzden biz ancak yaşadıklarımızı anlatabiliriz. Resul ve nebi değiliz dolayısıyla Musa aleyhisselamın hangi makamda iken Allah Teala’yı görmek istediğini bilemeyiz.’”[9]
İbn Arabi, İbn Teymiyye tarafından atıfta bulunulan eseri Fütuhat’ta peygamberlerin insanlık aleminin en üstün varlıkları olduklarını, velayet makamının en son basamağının nübüvvet makamına başlangıç olabileceğini, yalnız peygamberlere malum olacak konularda velilerin sükut etmeleri gerektiğini söylemektedir. Bu durumda İbn Teymiyye’ye ait olan “İbn Arabi son velinin son peygamberden üstün olduğunu söylemektedir.” İddiası iftira olmaktan öte hiçbir anlam ifade etmemektedir.
Övgü-Tenkit
İddia
İbn Teymiyye bir kısım insanlara şeytan ve cinlerin geldiklerini, onların ise bu gelenleri melek zannedip sözlerine itibar ettiklerini söylemektedir. Bu tür insanlara ulaşan bilginin kaynak değeri ile alakalı şu ayeti delil olarak kullanır: “Şeytanlar kendi dostlarına sizinle mücadele etmeleri için mutlaka fısıldarlar.”[10]
İbn Teymiyye, İbn Arabi’nin şeytanın kendisine fısıldadığı ruhlardan olduğunu bu yüzden peygamberlere muhalefet ettiğini iddia etmektedir. Fütuhat ve Fusus başta olmak üzere İbn Arabi’nin bütün eserlerini ilhadi görüşlerin mahşeri olarak niteleyen İbn Teymiyye iddiasını şu ifadelerle teyit etmeye çalışır: “İbn Arabi, Nuh ve Hud aleyhimasselamın kavimleri ile Firavun ve diğer kafirleri övmekte[11] buna mukabil Nuh, İbrahim, Musa, Harun ve diğer rasullere ise isyan etmektedir. Yine Cüneyd b. Muhammed, Sehl b. Abdillah et-Tüsteri gibi müslümanlar arasında saygınlıkları ile bilinen meşayıhı yermekte, Hallac gibi yerilenleri övmektedir.[12]
İbn Teymiyye, İbn Arabi’nin gerçekte peygamberlik iddiasında bulunmak istediğini fakat bunun imkansız olduğunu fark edince son veli olarak ortaya çıktığını iddia etmektedir. Ona göre İbn Arabi, son velinin Allah Teala’yı bilme noktasında son nebiden daha üstün olduğunu savunmaktadır. Çünkü son veli bilgiyi peygambere vahiy getiren meleğin aldığı yerden almaktadır.[13]
Gerçek
İbn Arabi’nin eserlerine bakıldığında söz konusu iddiaların tam aksini söylediği görülmektedir:
İbn Teymiyye İbn Arabi’ye gelen ilhamları şeytanın dostlarına yaptığı fısıldamalara benzetmektedir. Gerçekte ise ilham kalpte oluşan ve kişiyi amel etmeye sevkeden bir çeşit bilgidir. İlhamın meşruiyeti ise Kur’an ve Sünnet’le sabittir. Buna rağmen İbn Teymiyye bir müslümanın kalbinde oluşan bilgiyi tereddütsüz şeytanın ilkasıyla eşdeğer görmektedir. Bu bakış açısının temelinde bütünüyle “ilham” realitesini reddetmek varsa meşruiyeti Kur’an-ı Kerim’le sabit olan bir olguyu inkar etmek imani açıdan ciddi bir problemdir.
İbn Arabi’nin Firavun ve benzeri kafirleri övdüğü iddiası gerçeklere aykırıdır. Zira O el-Fütuhat’ın 62. babında Fravun’un akibetiyle alakalı şöyle demektedir: “Fravun ebediyen cehennemde kalacak ateş ehlindendir.” İbn Arabi’nin el-Fütuhat’ı vefatından üç yıl önce kaleme aldığı yani son eserlerinden olduğu düşünüldüğünde[14] Onun, hayatının ilk yıllarında olduğu gibi son dönemlerinde de Firavun’un kafir olarak öldüğünü ikrar ettiği kesinleşmiş olur.
İbn Arabi’nin peygamberleri tenkit ettiği ifadesinin de doğruluk payı yoktur. Zira İbn Teymiyye’nin atıfta bulunduğu el-Fütuhat’ta İbn Arabi Resulleri övmekte, onları anarken saygılı bir dil kullanmayı tenbih etmektedir: “Vaizler Allah Teala’dan korkmalı, ondan haya etmeli ve ne söylediğini bilmelidirler. Vaazda felaketlerden uzak durmalıdırlar. Melekler, peygamberlerle alakalı kıssaları bildiklerinden Allah Teala ve onlar hakkında uygunsuz ifadeler işitince rahatsız olurlar. Nitekim Allah Resulü sallallahu aleyhi ve selem, bir kul yalan konuştuğunda meleğin gelen pis kokudan dolayı o kişiden otuz mil kadar uzaklaştığını haber vermektedir.
Meclisinde meleklerin hazır bulunduğunu bilen vaiz, doğru bilgiyi araştırmalı ve Allah Teala’nın övgüsüne nail olan peygamberler hakkında tarihçilerinin Yahudilerden naklettikleri meselelere iltifat etmemelidir. Müfessirler şöyle-böyle dedi diyerek de bu ifadeleri Kur’an-ı Kerim’in tefsirinde kullanmamalıdır.
Hz. Yusuf ve Davud’un kıssalarını tefsir ederken “Allah’ın eli bağlıdır.”[15] diyerek Cenab-ı Hakk’a iftira eden Yahudilerden yapılan asılsız rivayetleri ve Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellem hakkındaki fasit tevilleri tercih etmemelidir. Şayet meclisinde bu tür ifadeleri söylerse melekler ondan nefret eder ve uzaklaşırlar.
Yahudilerin peygamberler hakkındaki iftiralarını tekrar eden kişileri cehalet istila ettiğinden Allah Teala’nın değil de Yahudilerin sözlerini nakletmektedirler. Vaizler her şeyden önce peygamberlerin saygınlığını korumalı ve Allah Teala’ya iftirada bulunmaktan haya etmelidirler.[16]
Yukarıdaki satırlar İbn Arabi’nin peygamberlerin hukukuna ne derece önem verdiğini gözler önüne sermektedir. Onun ifadeleri İbn Teymiyye’nin iddialarından hem lafız hem de mana olarak uzaktır. Bu durumda Onu Firavun’u öven buna mukabil peygamberleri yeren bir müellif olarak takdim etmek apaçık gerçekleri tahrif etmektir.
Müslümanlar katında saygın bir yere sahip olan Cüneyd ve Sehl b. Abdillah et-Tüsteri gibi selef alimlerini yerdiği iddiasına gelince bu da doğru değildir. Zira İbn Arabi’nin eserleri bunun zıddı beyanlarla doludur. O, bu iki zatın adının geçtiği her yerde onları övmektedir. Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellemin hallerini ve ilminde mevcut olan sırları muhafaza eden alimleri anlatırken Ali b. Ebi Talib, İbn Abbas, Selman gibi sahabilerden sonra Şeyban-ı er-Rai gibi mutasavvıfları sayar ardından da Cüneyd ve et-Tüsteri’nin adını zikreder. İbn Arabi’ye göre Cüneyd ve et-Tüsteri, sahabe kuşağında Hz. Ali ve İbn Abbas gibi alim sahabilerle temsil edilen Allah Resulü’nün halini koruma, ledünni ilme ve ilahi sırra muhatap olma özelliğini devam ettiren büyük şahsiyetlerdendir.[17]
İbn Arabi, Cüneyd ve et-Tüsteri’yi Hz. Ali gibi büyük sahabilerin takipçileri olarak görür. Bu, bir müslüman için büyük bir övgüdür. İbn Arabi telif ettiği diğer eserlerinde de Cüneyd ve et-Tüsteri’nin adını hep hayırla yad eder.
Hallac-ı Mansur (v. 309/922) meselesine gelince, İbn Arabi, İbn Teymiyye’nin iddia ettiği gibi Onu övmemiştir. Bilakis Hallac hakkında tevakkufta bulunmuş, durumunu Allah Teala’ya havale etmiştir. Ayrıca Onun ilmi meselelerde sözü delil kabul edilecek birisi olmadığını da söylemiştir.[18] Bu yaklaşımda ne övgü ne de eleştiri vardır. Kaldı ki Hallac kendi devrinden sonra gelen bir çok alim tarafından müdafaa edilmiş Gazali, Razi, Kemalpaşazade gibi muhakkık alimler Onun masum olduğunu belirtmişlerdir.
Vahdet-i Vucud
İddia
İbn Teymiyye’nin İbn Arabi’yi tenkit ederken adeta bir slogan gibi sürekli tekrar ettiği bir konu var ki o da, vahdet-i vucut meselesidir. Israrla İbn Arabi’nin “sonradan olan bir şeyin mevcudiyetinin Allah Tela’nın varlığının aynısı olduğunu”[19] söylediğini iddia etmektedir. İbn Arabi düşüncesini benimseyen Müslümanları, “sapık olmalarına rağmen” Mutezile müntesiplerinden daha hayırsız gören İbn Teymiyye onları “Kur’an’ı Kerim’i şirk kendi sözlerini ise tevhit”[20] kabul eden mülhitler olarak niteler.
İbn Teymiyye “Mecmuu’l-Fetava” başta olmak üzere hemen her eserinde İbn Arabi’nin Allah Teala’yı mevcudatın aynısı kabul ettiği ve ondan başka varlık tanımadığını iddia etmektedir.
İbn Arabi’ye isnat ettiği “Ondan başka varlık yoktur.” görüşünü açıklarken şunları söyler. O, bu ifadeyi Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellem’in “sözlerin en doğrusu şair Lebid b. Rebia’nın ‘Dikkat edin Allah Teala’dan başka her şey batıldır/yok olacaktır.” şiirinde ve “Onun zatından başka her şey yok olacaktır.”[21] ayetinde olduğu gibi eşyanın varlık ve idaresinin Allah Teala’nın emriyle olduğu anlamında kullanmamıştır. Eğer İbn Arabi ve müntesipleri bu manayı kasdetmiş olsalardı bu doğru bir anlama (eş-şuhudu’s-sahih) olurdu. Fakat onlar Allah Teala’nın mevcudatın aynısı olduğunu iddia etmektedirler. Bu ise küfürdür.[22]
Gerçek
İbn Teymiyye’nin İbn Arabi hakkında söylediği ifadeler hata ve intihallerle doludur. Nitekim İbn Arabi kendisine isnat edilen “sonradan olan bir şeyin mevcudiyetinin Allah Tela’nın varlığının aynısı olduğu” iddiasının tam aksini söylemektedir: “Alem’in Allah Teala’nın dışındaki şeylerden ibaret olduğunu” bildiren İbn Arabi, varlıklara ait hakikatlerin değişmesinin de imkansız olduğuna vurguda bulunur. Buna göre “kul, kul, Rabb, Rabb, Hakk, Hakk, yaratılmış da yaratılmış olarak kalır.”[23] Yani insanın Allah Teala ile birleşmesi ya da beşeriyetten uluhiyete dönüşmesi imkansızdır.
Yine Fütuhat’ta “hiçbir surette yaratılmışla yaratıcının birleşemeyeceğini, kulun kul Rabb’ın da Rabb olarak kalacağını” belirtmektedir.[24]
Burada ilginç olan bir başka husus İbn Teymiyye’nin İbn Arabi’de olduğunu iddia ettiği düşünceyi çürütürken kullandığı delillerin tamamının İbn Arabi’ye ait olmasıdır. O sadece İbn Arabi’ye ait olan metinde geçen ayet ve hadisin yerini değiştirmiştir. Konuyla alakalı İbn Arabi’nin metni şu şekildedir:
“Âlem, Allah Teala dışındaki şeylerden ibarettir. Var olsun ya da olmasın varlığı mümkün olan her şey, tabiatı itibariyle vacibu’l-vucut olan Allah Teala’yı bilmenin alametidir. Zira âlemin hakikati onun yok olacak bir araz olduğunu göstermektedir. Nitekim “Onun zatından başka her şey yok olacaktır.”[25] ayeti ile Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellem’in “Arabın söylediği en doğru şiir şair Lebid’in ‘Dikkat edin Allah Teala’dan başka her şey batıldır.” hadisi de âlemin yok olacağı gerçeğini belirtmektedir.”[26]
İbn Teymiyye İbn Arabi’nin metnindeki ayet ve hadisin yerini değiştirmek bir de vakıayı “eş-şuhudu’s-sahih” olarak isimlendirmekten başka bir şey yapmamıştır. Bu durum açıkça göstermektedir ki İbn Teymiyye İbn Arabi’nin konuyla alakalı metnini okumuş, Onun ifadelerini kendine mal ederek Ona söylemediği hezeyanları isnat etmiştir.
Sonuç
İbn Teymiyye’nin akide açısından problemli gördüğü ve bu yüzden orantısız bir şekilde tenkit ve tekfir ettiği İbn Arabi’nin metinleri ile Onun iddiaları arasında yaptığımız bu küçük mukayese göstermektedir ki İbn Teymiyye’nin tenkitleri gerçeği yansıtmamaktadır. Bu durumda üç ihtimal ortaya çıkmaktadır; ya İbn Teymiyye okuduğunu anlayamamakta ya İbn Arabi düşmanlarının iftiralarını tahkik etmeden alıp-kullanmakta ya da Onun eserlerini okumasına rağmen ifadelerini çarpıtmaktadır.
Bu üç ihtimalden sadece birisinin gerçek kabul edilmesi dahi, İbn Teymiyye’nin ilim adamı kimliğini yaralamakta ve güvenilirliğini ortadan kaldırmaktadır.
İhtimaller tek tek tahlil edildiğinde şunlar söylenebilir: İbn Teymiyye’nin yetiştiği ortama ve verdiği eserlere bakıldığında okuduğunu anlamamasını farz etmek düşük bir ihtimaldir. İbn Arabi’nin eserlerini tahkik etmeden tenkit etmesine gelince, Şeyh-i Ekber’den her söz edişinde yukarıda tahlil edilen üç ana konuyu aynı ifadelerle sloganvari tekrar etmesi bu ihtimali güçlendirmektedir. Okuduğu metinleri önce tahrif edip sonra muharref hallerini tenkit etmesine gelince bu, ihtimalden öte bir realitedir. Çünkü İbn Teymiyye “mülhit” olarak markaladığı insanları maşer-i vicdanda mahkum edebilmek için her türlü yolu kullanmayı –adeta- meşru kabul etmektedir. İbn Arabi metinlerini tahrif edip sonra tenkit etmesinde bu kabulün etkisi inkar edilemez.
Benimsediği usul ve hadiselere yaklaşım tarzı itibariyle bakıldığında İbn Teymiyye’nin seleficiliği ile ulemanın usul ve üslubu arasında tevhit kabul etmez farklar vardır. Bu durumda Onun için insanlara doğru bilgiyi aktaran bir bilgi kaynağı, sapmalarına mani olan bir yol gösterici gibi anlamlara gelen alim ünvanını kullanmak güç bir hal almaktadır. Zira O doğrudan ziyade yanlış bilgiye kaynaklık yapmaktadır.
İbn Teymiyye ile başlayan anlayışın müntesipleri, geçtiğimiz yüzyılda “hareket” çapında temsil imkanına ulaşmış, günümüzde ise Sünnet ve Cemaat akidesine sahip alimleri şirk ve küfürle itham eder bir işleve kavuşmuşlardır. Yeni selefiler olarak adlandırılabilecek bu grup İbn Teymiyye gibi tahkik edilmeyen bilgilerle kendileri dışındaki her alimi bidat, şirk ve küfürle itham etmektedir.
“Ehl-i Sünnet” akidesine sahip alimleri “ehl-i zeyğ” olarak tanıtan grup, insanların doğru bilginin kaynağına ulaşmalarına engel olmaktadır. Günümüz akademisyenlerinin zihinlerinde oluşan istifhamların önemli bir bölümü söz konusu grubun bilgi tahrifatı ile yakından ilişkilidir.
Modern dünyada yeni bir İslami Duruş belirleme gayreti içerisinde olan selefi ve modernistlerin İbn Teymiyye’yi müslümanlar için yol gösterici addetmeleri ya da İslam toplumunun yüzyüze olduğu çağdaş sorunların giderilmesinde referans kabul etmeleri, çözüm bekleyen sorunlara yenilerini eklemekten başka bir anlam ifade etmeyecektir.
Her şeyin en doğrusunu Allah Teala bilir.
————————————————————–
[1] Muhibbuddin Seyyid Muhammed Murtaza ez-Zebidi, Tacu’l-Arus min Cevahiri’l-Kamus, Beyrut, 1994, XVII, 498.
[2] Bedruddin el-Ayni, el-Binaye Şerhu’l-Hidaye, Beyrut, 2024, I, 113.
[3] Abdulvahhab b. Ahmed eş-Şa’rani, el-Yavakıt ve’l-Cevahir, Beyrut, 2024, s. 16.
[4] Bkz. eş-Şa’rani, a.g.e., s. 16; eş-Şa’rani Fütuhat’ı, “Levakıhu’l-Envari’l-Kudsiyye” ve “el-Kibritu’l-Ahmer” adlarını taşıyan iki ayrı kitapta ihtisar etmiştir.
[5] Ebu’l-Abbas Takıyyüddin Ahmed b. Abdilhakim İbn Teymiyye, el-Furkan beyne Evliyai’r-Rahman ve Evliyai’ş-Şeytan, Beyrut, 2024, s. 102
[6] İbn Teymiyye, el-Furkan, s. 107.
[7] Ebu Bekir Muhyiddin Muhammed İbn Arabi, el-Fütuhatü’l-Mekkiyye, Beyrut, ty., I, 465.
[8] İbn Arabi, a.g.e., II, 24.
[9] İbn Arabi, a.g.e., II, 51.
[10] Kur’an, En’am(6): 121
[11] Bkz. İbn Teymiyye, Kitabu’r-Redd ala’l-Mantıkıyyin, Beyrut, 2024, s. 226.
[12] İbn Teymiyye, el-Furkan, 120-121.
[13] İbn Teymiyye, Kitabu’r-Redd, s. 347.
[14] Şa’rani, el-Yevakit, s. 25.
[15] Kur’an, Maide(5): 64.
[16] İbn Arabi, a.g.e., II, 256.
[17] İbn Arabi, a.g.e., I, 151.
[18] İbn Arabi, a.g.e., IV, 328.
[19] İbn Teymiyye, el-Furkan, 122.
[20] İbn Teymiyye, el-Furkan, 123.
[21] Kur’an, Kasas(28): 88.
[22] İbn Teymiyye, Mecmu’u’l-Fetava, Beyrut, ty., X, 342.
[23] İbn Arabi, a.g.e., II, 371.
[24] İbn Arabi, a.g.e., III, 377.
[25] Kur’an, Kasas(28): 88.
[26] İbn Arabi, a.g.e., III, 443.