İhsan ŞENOCAK
Vahye karşı duran insanlar sokak başlarını tutmuş “kimlik” yoklaması yapıyorlar. Dünya genelinde kurulan gümrüklerde İslami değerlere kota uygulanıyor. Dinin, “vakti geçmiş bir ideoloji” olduğuna inanan ve bu yüzden onu ideolojiler kabristanlığında görmek isteyen münkirler, insanları İslami değerlerin etkin olmadığı bir dünyayı yaşamaya icbar ediyorlar. Bu yüzden kendilerine “size söyleyecek bir çift sözüm var: ‘Allah’tan başka ilah olmadığını kabul ediniz!’” diyen Nuh (aleyhisselam)’a iltifat etmiyorlar.Allah’a davet eden peygamberin yüzüne kapatılan kapılar ardında “dünyadan kâm alan” kavim, “inzar” edildikçe dinden uzaklaşıyor, olacağına imkan vermediği tufanı yalanlamaya devam ediyor. Yüksek direkler üzerinde kurdukları saraylarda yaşayan Ad Kavmi bir taraftan Hud (aleyhisselam)’ı yalancılıkla itham ediyor, diğer taraftan ise yüksek saraylardan yere savurdukları hizmetkarların ölümünü seyrederek keyif alıyor. Nemrut taraftarları, tutuşturulan ateşin başında meclis kurmuş, İbrahim (aleyhisselam)’ın küllerini görmeyi hayal ediyor. Gözlerini hasedin kör ettiği kardeşler, Yusuf (aleyhisselam)’la birlikte insani değerleri de kuyuya attıklarını düşünüyor ve engelsiz bir dünyada kalmanın hayaliyle neşeleniyorlar. Malı alırken farklı, satarken farklı bir tartı kullanan Medyen Halkı dünya ekonomisini ifsat etmeye devam ediyor. Şuayb (aleyhisselam)’ın ıslah çağrılarına “bu çağda senin söylediklerin uygulanır mı?” diyerek karşı çıkıyorlar.
Karşıki dağların eteklerindeki Mısır tanrıları kendilerine secde eden ve adlarına kurban kesen insanları seyrediyorlar. Piramitlerin gölgesinde tahtına kurulan Firavun ilahlık iddiasında ısrar ediyor. Hemen alt tarafta Hz. Musa (aleyhisselam) ile sihirbazların karşılaşmasını izlemek için bir araya gelen mahşeri bir kalabalık var. Hahamlar, rahipler hala elleriyle vahyi tahrif etmeye devam ediyorlar. Bel’amlar ise Allah’ın muradını insanların arzularına göre uyarlayabilmek için yoğun bir gayret içerisindeler.
Ashab-ı Uhdud, tutuşturdukları hendeklerin üst tarafında oturmuş, ateşe attıkları müminlerin yanmalarını seyrediyor, bu akıl almaz işkenceleriyle onları imanlarından vazgeçireceklerini hayal ediyorlar. Baba Firavun da aynı beklenti içerisinde kızı Maşite’ye zulmediyor. İsrailoğulları Hz. İsa (aleyhisselam)’ı taşa tuttukları yerde, İsa diye muhbirin çarmıhtaki cesedini seyrediyor. Sodom-Gomore altın devrini yaşamakta.
Dünyanın kurulduğu ilk günden bu tarafa tapılan bütün putlar farklı formlarda yeniden sahne almışlar. Kimi İranlılara, kimi Çinlilere, kimi de Hintlilere ait. Fetihle birlikte yere serilen putlar sonradan insanların yüreklerinde doğmuş. Yüzlerde görülen karartılar ise gerçekte Mekke’de yıkılan putların gölgeleri…
Kulakları tırmalayan gülüşme sesleri secde halinde iken Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’in omuzlarının arasına deve işkembesini koyan Ebu Cehil, Utbe b. Rebîa, Şeybe b. Rebîa, Velid b. Utbe, Ümeyye b. Halef ve Ukbe b. Ebi Muayt’a ait. Fısıltılar, en iffetli kadın Hz. Aişe (radiyallahu anha)’ya en iffetsiz isnatta bulunan münafıklardan geliyor. Yerde gördüğünüz şu işaretler ise Hendek’te savaş meydanından ayrılarak Müslümanlara ihanet eden münafıkların ayak izleri.
Fotoğraflar, görüntüler ve sesler sanki hiç düzelmeyecek bir dünyayı anlatıyorlar. Her karede zulmün renkleri daha koyu duruyor. Böyle bir durumda izmihlâl, yeni hale dönüşür mü? Nil, Firavun’u içine alır, asa yılanları yutar mı? Yanı başındaki kuyudan Yusuf’un sesini alamayan Yakup kilometrelerce ötedeki Mısır’dan Yusuf’un kokusunu hissedebilir mi?
Fotoğrafın yüreğinizi karartan dış görüntüsü umutlarınızı tüketmesin. Zira toprak kararmadan yeşermiyor. Yere ekilen, sonra da üzeri toprakla örtülen tohumlar uzun bir kışın ardından yeşermeye başlıyor.
Belki de Papa XVI. Benedict’in dışa vurduğu genetik İslam aleyhtarlığı, Lübnan’ın yerle bir edilmesi, Irak’ta olanlar, …, bütün bunlar dirilişin ruhu üzerine örtülen toprak işlevi görmekte… Belki de bu siyasi, fikri ve ictimai irade zaafiyeti kesin bir zaferi muştulayacaktır. Hani dervişler “büyük oluş”un sırrını idrak edebilmek için 40 gün kendilerini dünyaya kapatır, sadece Allah’a açarlardı. Ardından da Hacı Bayram-ı Veli gibi büyük hocalar suretinde inkişaf ederlerdi.
İslam, bu çok yönlü kuşatılmışlığı yaracak ve mutlaka hesaplaşmanın galip tarafı olacaktır. Mücadelenin Hira’dan sonraki aşamasına bakarsanız bu yargının ütopya olmadığını göreceksiniz. Hira, zahirde bir geri çekiliştir. Mekke küfürle örtülüyken, kötülük bütün şubeleriyle cemiyette mevcutken geri çekilmek… Fakat geri çekilmeyi “bütün alemler için rahmet olan” Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’in gelişi takip ediyor.
Şehir “Rahmet Peygamberi’ne” tecrit uyguluyor, Müslümanlar kendilerini korumaktan aciz bir konumdalar, Kureyş İslam’ın kutsal değerleriyle alay ediyor, “Allah birdir” demek yasak… Kuşatmanın böylesine yoğun olduğu bir ortamda Allah’ın inayetiyle iki farklı açılım gerçekleşiyor. İlki Habeş kralı Necaşi’nin müslüman olması… Mekke’de mustazaf müminler kendilerini korumaktan acizken bölgenin en büyük siyasi iradesi Müslüman oluyor. Bu hadise sanki İslam karşıtlarının en büyük propaganda malzemesi olan “İslam kılıçla yayılmıştır.” iddiasını çürütmek için vuku buluyor. Bilvesile arz edelim: Bu hadisenin verdiği mesaj o kadar açıktır ki; Vatikan’dan başını çevirip Anadolu’ya, Suriye’ye, Irak’a bakan sonra da “bu topraklar bir zamanlar bize aitti. İslam’ın gelişiyle düşman yurdu oldular.” diye hayıflanan Papa XVI. Benedict’in hezeyanlarını ağzından çıktığı o ilk anda tekzip ediyor.
Necaşi’nin Müslüman olması, masa başında tarihi hadiselere arka plan icat eden Papa’ya, İslam’ın “kılıç”la değil, “kelam”la ülkeleri fethettiğini de söylemektedir.
İkinci açılım ise şu şekilde gerçekleşiyor: Kureyş’in İslam karşıtlığı dayanılmaz bir noktaya ulaşınca Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem): “Ya Rabbi! Yusuf (aleyhisselam) devrindeki gibi bunlara yedi yıl sürecek bir kuraklık musallat et.” diye Allah’a yalvarıyor. Öylesine dehşetli bir kuraklık belası ile karlılaşıyorlar ki, her şey kökünden yok oluyor. Geride kupkuru bir toprak kalıyor. Hayvan derisi ve kokmuş ölü hayvan etleri yemeye başlıyorlar. Bu esnada Ebu Süfyan yanına eşraftan birkaç kişiyi alarak Efendimiz’in huzuruna çıkıyor ve “sen, Allah Teala’ya itaat etmeyi ve sıla-i rahmi emredersin. Kavmin kuraklıktan helak oldu. Onlar İçin Allah’a dua etsen…” diye ricada bulunuyor.
Kureyş inanmasa dahi Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’in doğru söylediğini biliyordu. Bu yüzden darda kaldıkları gün, O’nun duasını talep ediyorlardı.
Bu iki hadise kuşatmanın yarılmasında etkili oldu. Hicaz’da İslami değerler daha da yükselemeye başladı. Dinin karşısında fikri zafiyet içerisine düşen Kureyş, duasıyla bereketlendiği Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’e karşı kılıçlarını kuşanıp Bedir’e, Uhut’a, Hendek’e yürüdü. Aslında fotoğrafın bu kareleri, Kureyş’in hezimetinin belgeleridir. Haçlı savaşları da sebep ve gayeleri itibariyle Kureyş’in saldırılarıyla birebir örtüşmektedir.
Mevcut dünya fotoğrafı Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)in hayatında olduğu gibi İslam’ın lehine yeniden değişecektir. Fakat bunun için Müslümanlar öncelikle Din-i Mübin’in sapasağlam kulpu (urve-i vüska) Sünnet ve Cemaat anlayışı merkezinde bütün felsefi, siyasi ve akidevi hareketleri yeniden okumalı ve buna göre onları öz-posa ayrımına tabi tutmalıdırlar.
İkinci olarak sahip oldukları ideolojik aidiyetlerle iftihar etme yerine, kendisine nesebi sorulduğunda; “İslam’a girdikten sonra neseb falan aramam; ben Selman bin İslam/İslam’ın çocuğu Selman’ım.” diyen büyük sahabinin ifadesinde mündemiç olan dava ruhunu kuşanmalıdırlar.
Selmanlaşan müminler, selefilik gibi tevhit zarfında tefrika üreten hareketleri Ehl-i Sünnet’in doğrularını dikkate alarak tashih edebilirlerse, “Hendek”de olduğu gibi fotoğraf yeniden İslam lehine değişecektir. Selmanlaşan ruhlara armağan edilen ve müşrik, münafık, Yahudi koalisyonundan oluşan kuşatmayı yarıp dağıtan “Saba rüzgarı” yeniden esmeye başlayacaktır. “Saba rüzgarı” hayatın bütün şubelerinde etkin olduğunda dünya fotoğrafı esaslı bir değişikliğe uğrayacaktır.
Allah’ın selamı üzerinize olsun.