İnkişaf
İlmî dergicilikte yeni bir soluk

İnkişaf

Mecelle ve Ali Haydar Efendi

Ahmet AÇIKGÖZ

Mevlana, aklın egemen olduğu bir devirde ruh adına konuştu. Konuşmalarını kayda geçti, Mesnevi’yi yazdı. Ali Haydar Efendi ise küfrün ve cehaletin hakim olduğu bir zamanda, hem irfan hem ilim adına konuştu.
Konuşmalarını kitaplara değil zamanın “Büyük Veli”sinin ruhuna kaydetti. Şimdi “Büyük Veli” O’nun adına konuşuyor, has duruşuyla Batıyla-Doğunun kesiştiği noktada İslam’ın yenilmezliğinin destanını yazıyor.

Siyasi ve iktisadi alakamız bulunan Batılı Devletlerin, azınlıkları bahane ederek Osmanlı Devleti’ni kendi çıkarlarına uygun yasalar çıkarmaya ve bu yasalar doğrultusunda çalışacak mahkemeler kurmaya zorlamaları, devletin içinde ciddi manada görüş ayrılıklarına neden oldu.

Müstağribler

Batıyla etkileşimi, tek yönlü etkilenimden ibaret gören ve bundan da devletin menfaat sağlayacağını iddia eden “müstağribler” Batılılar neyi, nasıl talep ediyorlarsa olduğu gibi kabul etmeyi terakkinin yegane yolu görüyorlardı. Onlara göre İslam, yirminci yüzyıla müdahale edecek siyasi argümanlardan yoksundu. Bu yüzden yeniden İslam’a dönmek, hukuki anlamda çağdışı bir vizyonu benimsemek demekti. Batı yanlıları bu tezlerini, İstanbul’da bulunan Avrupa devletlerinin büyük elçilerinin, özellikle de Fransız büyük elçisinin gayretleriyle sürekli gündemde tutuyorlardı. Bu çerçevede Ali ve Fuat Paşalar Fransız Medeni Kanunu’nun aynen alınıp tercüme edilmesini ısrarla savunuyorlardı.

Mecelleye Doğru

Müstağribler karşısında, İslam’ın bütün zamanlara hükmedecek medeni birikime sahip olduğunu, dolayısıyla da yeni hukuki düzenlemenin kaynağının İslam olması gerektiğini ve hatta İslam’ın bütün bu diriliş hamlesini tek bir mezhebinin (Hanefi) usul ve furuuna dayanarak yapabileceğini söyleyen Ahmet Cevdet ve Şirvanizade Rüştü Paşalar vardı.
Yeniden İslam’a dönmeyi savunanların nüfuzu ağır basınca, mustağripler geri adım atmak zorunda kaldı ve 1868-1889 yılları arasında çeşitli aralıklarla çalışan, “Mecelle Cemiyeti” Ahmet Cevdet Paşa başkanlığında kurularak çalışmalarına başladı.
Zamanın İmam-ı Azam’ı kabul edilen Ahmet Hilmi Efendi’nin de görev aldığı Mecelle Cemiyeti, yüz maddeden oluşan “Kavaid-i Külliyesi”, on altı kitap ve 1851 maddelik muhte-vasıyla mükemmel bir kanun vücuda getirdi.
1926′ya kadar mer’iyette kalan “Mecelle” üzerine çeşitli yıllarda, “tadil” ve “tekmil” içerikli bir çok çalışma yapıldı. Bütün bu çalışmaların gayesi, bir taraftan zamanın ihtiyaçlarına cevap vermek diğer taraftan da Ali Paşa’dan bu tarafa devam eden müstağrib düşüncenin, Batılı ülkelerden birinin “Medeni Kanunu’nu” iktibas etme teşebbüslerini akamete uğratmaktı.

Yeni Bir Ahmed Cevdet Paşa Arayışı

1914 yılına gelindiğinde, Şeyhülislam Hayri Efendi, “Mecelle” üzerinde bir nevi onun devamı olacak yeni bir çalışmanın daha yapılması gerektiğini gündeme getirdi. Fakat, Batılıların “İttihat Terakki” iktidarıyla ciddi manada nüfuz kazandığı bir zamanda bu iş, ancak büyük ruhlu bir alimin sağlam iradesiyle başarılabilirdi. Şeyhülislam bu zor iş için yeni bir Cevdet Paşa arıyordu, bunun için de her türlü fedakarlığa hazırdı.
Fıkhı bütün şubeleriyle hayata müdahil kılma mücadelesinin, Ahıskalı Ali Haydar Efendi’ye yükleyeceği büyük misyonu ve onun tarihi seyrini “Ulu Hoca”nın anlatımıyla kaleme alınan, Mazhar Sündüs imzalı bir talebesinin yazısından takip edelim:
“Herkesin bildiği gibi, vaktiyle İttihat ve Terakki Cemiyeti iktidardaydı. Bir gece, liderleri Başbakan Talat Paşa, elinde bir İtalyan Mecmuası ile Meşihat Makamı’na gelir ve Şeyhülislam Hayri Efendi’ye hitaben: “Efendi! hele şu İtalyan mecmuasına bir bakınız. Ne demek istiyor, cevabını hazırlayınız da icabına bakalım” der. Hayri Efendi mecmuaya şöyle bir bakar. Tahminen otuza-kırk ebadında renkli olarak basılmış bir resim. İhtiyar bir adam zincirle yanında bulunan kazığa bağlanmış. Üstü başı yırtık, saçları dağınık, gözleri fırlamış bir vaziyette. Yanında da yaşıyla mütenasip, başı örtülü bir kadın ellerini boynuna kavuşturmuş, perişan halde yatan adamın başında ayakta duruyor ve zincire bağlı olan erkeğe merhamet nazarıyla bakıyor. Resmin altına ise, “İşte İslam dininin hükmü budur. Bu kadın, zin cirlere bağlı olan mecnun kocasını böylece beklemeye mecburdur.” diye bir yazı düşülmüş.
Hiç şüphe yok ki İtalya’da çıkan bu mizahi ve siyasi dergideki resim, İslam’ı tezyif ve tahkir maksadıyla yayınlanmıştı. Yine hiç şüphe yok ki, onun manası ve cevabı Bab-ı Meşihat’tan, ilgili ve yetkili makamlarca verilecekti. Nitekim Şeyhülislam Hayri Efendi merhum, zamanın sadrazamı Talat Paşa’ya, o mecliste:
-”Biraz müsaade ederseniz, cevabını arz ve takdim edeyim”, dedikten sonra, ertesi gün makamına gelir ve Meşihat Erkanını toplayarak onlara konuyu açar. Konuyla en çok alakadar ve yetkili olarak Fetva Emini (Mecelle Şarihi) Ali Haydar Efendi’yi (ö. 1355/1936) bulur. Mecelle Şarihi Ali Haydar Efendi namıyla bilinen ve memlekete binlerce talebe ve hukukçu yetiştiren ve hepimizin hocası olan bu zat, kendi dairesi olan Fetva Emini makamına gelir. O da aynı şekilde arkadaşlarını toplayıp onlara, meseleyi açar. Maiyeti erkanında bulunan baş müsevvid Ahıskalı Ali Haydar Efendi resme bakar bakmaz der ki:
-Efendim! Bu resim, her ne kadar tahkir maksadıyla yapılmış ve yayınlanmış ise de, bir fıkhi meseleyi ihtiva ve tasvir etmektedir. İmam-ı Azam Hazretleri’nin kavliyle bir adam delirdiğinde şifaya kavuşuncaya kadar, kaybolduğunda da akranı ve emsali vefat edinceye kadar karısı onun nikahı altındadır. Bu açıklamadaki zeka ve sürat-i intikale hayran olan Mecelle Şarihi Ali Haydar Efendi, baş müsevvidi Ahıskalı Ali Haydar Efendi’ye:
-”Haydi evladım! Göreyim seni, meseleyi etraflı bir şekilde yaz, kaynaklarını göster ve bu konuyla ilgili olan diğer kavilleri de topla, tahlil et ve bugün mahkemelerde cari olan hangisidir onu da yaz”, diye emir verir.
Ahıskalı Ali Haydar Efendi, emri aldıktan sonra konuyu eba’d-ı selaseyle (üç boyutuyla) gözden geçirir. Meseleyi şu şekilde hülasa edip amiri konumunda olan Fetva Emini Ali Haydar Efendi’ye takdim eder:
Herhangi bir kimse tecennün ettiğinde (delirdiğinde) şifaya kavuşuncaya kadar, kaybolduğunda ise, akranı ve emsali ölünceye kadar karısı, mecnun ve gaibin nikahı altındadır. Bütün hukuki vecibelerine tabidir. İmam-ı Azam’ın kavli ve halen mahkemelerde geçerli olan görüş de budur.
İmam-ı Şafii Hazretleri’ne göre ise, deliren herhangi bir adam, bir yıl içinde şifaya kavuşamaz, kaybolduğunda ise haberi gelmezse nikahında bulunan kadın, hakime müracaat ederek nikahının feshedilmesini isteyebilir. Tabi ki davasını ispat ettiğinde nikahı feshedilir ve sonra başkasıyla evlenmekte de serbest olur.
Özet halinde ve sadece hükmünü naklettiğimiz bu risaleyi, Mecelle Şarihi Ali Haydar Efendi, Sadrazam Talat Paşa’ya arz eder ve anlayacağı şekilde izaha çalışır. Bu izahat karşısında çok memnun olan Talat Paşa şunları söyler:

Mecelle Yeniden

-Demek ki dinimizde her konu varmış. Avrupa kanunlarına ihtiyaç yokmuş. Avrupalılar bizi “kanunlarınız yetersizdir, asrı hazırın ihtiyaçlarını karşılamaktan uzaktır” diye itham ediyorlar. Şu halde Efendi Hazretleri sizden istediğimiz, beklediğimiz şudur: Mecelle, içinde bulunduğumuz yüzyılın ihtiyaçlarını karşılayacak bir hale getirilmelidir.
Gerek Şeyhülislam Hayri Efendi gerekse Mecelle Şarihi Ali Haydar Efendi konunun önemini ve kapsamını hakkıyla takdir ettikleri için Bab-ı Meşihatta toplanırlar ve bu işi kim yapabilir diye düşünürler. Numunesini gördükleri Ahıskalı Ali Haydar Efendi’yi huzurlarına çağırarak, bu görevin kendisi tarafından yerine getirilmesini teklif ederler. Ahıskalı Ali Haydar Efendi de:
“Efendim bu vazife yalnız bir meselenin çözümünden ibaret değildir. On altı kitaptan meydana gelen Mecelle, fıkhi hükümlerimizin binlerce meselesini kapsamaktadır. Bunların, içinde bulunduğumuz çağın ihtiyaçlarını karşılayacak bir duruma getirilmesi çok büyük bir himmete bağlıdır. Beni mazur görünüz. Bu basit ve kolay bir iş değildir”, der. Fakat Şeyhülislam Hayri Efendi ve Fetva Emini Mecelle Şarihi Ali Haydar Efendi hazeratı ellerine böyle bir fırsat geçmişken kıymetli, zeki, müdekkik ve sürat-i intikal sahibi Ali Haydar Efendi’yi bırakırlar mıydı?
Şeyhülislam Hayri Efendi, Ahıskalı Ali Haydar Efendi’ye hitaben:
-”Sizinle, ilminizle, vukuf ve ihatanızla iftihar ediyoruz. Din-ü devlet, mülk-ü millet sizden hizmet bekliyor. Göreyim seni, bu arzu yalnız benim değil, herkesin arzusudur. Behemehal (kesinlikle) yerine getirilmelidir” diye ısrar edince Ahıskalı Ali Haydar Efendi merhum da:
- Efendim, lütfen bana üç gün müsaade buyurunuz, düşüneyim der. Üç gün sonra başta Şeyhülislam, Fetva Emini, Ders Emini, Şeyhül Meşayih, memurlar, müdür ve diğer bilcümle Meşihat Erkanı hazır oldukları halde muhterem ve mağfur Ali Haydar Efendi Hazretleri’ne hep birlikte bu teklifin ve ricanın kabulünde ısrar ederler. O zaman Ali Haydar Efendi de, dayanamayarak, teklifinizi şu üç şart tarafınızdan gerçekleştirilirse kabul ederim der ve şunları söyler:
lArkadaşlarımı ben seçeceğim. Dokuz kişilik bir komisyon oluşturacağım.
lİstediğim kitaplar temin edilecek.
lBu husus için lazım gelen ödenek ayrılacak,
Ahıskalı Ali Haydar Efendi sözlerini henüz tamamlamıştı ki Şeyhülislam Hayri Efendi sevinçle yerinden kalkarak, esbab-ı mucibe layihasını alıp doğruca devrin padişahı Sultan Reşad’a müracaat eder ve iradesini çıkartıp Bab-ı Meşihata döner. Ali Haydar Efendi’ye tebliğde bulunur.

Telif-i Mesail Komisyonu

Yeni kurulan Telif-i Mesail Komisyonu şu isimlerden oluşur:
lReis: Ali Haydar Efendi
lAzalar: Hüseyin Fehmi Efendi, Ömer Nasuhi Bilmen Efendi, Hüseyin Necmettin Efendi, Mustafa Safvet Efendi, Şevket Efendi
lBaşkatip: Ahmet Muhtar Efendi.
Komisyon, bütün eksikleri tamamladıktan ve kitapları tedarik ettikten sonra işe başlar. İki yıl içinde “Kitab’ul Büyu’u ve Kitab’ul- İcare’yi” tetkik ve mütalaa edip müsveddelerini hazırlar. Tam bu sırada merhum Ahıskalı Ali Haydar Efendi Hazretleriyle şerefyab-ı mülakat olmuştum. Hukukun son sınıfındaydım. Mecelle’yi okumuş Kavaid-i Külliyeyi ezberlemiştim. Mukayeseli olarak Mecelle’nin imtihanlarına hazırlandığım sırada Ali Haydar Efendi’nin bizzat ağzından dinlediğim bu vakayı lazım gelen ehemmiyetiyle düşündükten sonra kendilerine bir sual yönelttim:
- Efendim, Mecelle’mizin, içinde bulunduğumuz asrın ihtiyaçlarını karşılayacak bir hale getirilmesi mümkün müdür?
Hocam bu suali yerinde buldu ve çok sevindi. Dört, beş müstesnadan başka mümkündür dedi. Mesai bu şekilde devam ederken, inkılabın ortaya çıkmasıyla bu eser olduğu gibi kalmıştır.”
Komisyon Ne Yapacaktı?
On bir maddeden oluşan bir nizamname ile, Meşihat Makamına bağlı olarak görev yapacak Te’lifi Mesail Şubesi 23 Temmuz 1914′te resmen kuruldu. Ali Haydar Efendi’nin başkanlığında oluşan bu komisyon şunları yapacaktı:
“Elde bulunan dini kitaplarda tesadüf edilmeyen meselelerin hal şekillerini tayin edecek ve Meşihat Makamı tarafından uygun görülecek mevzulara dair, dört mezhebin kitaplarından ve ilmi eserlerden gerekli fikirleri alacak, kaynakları belirtecek, şer-i meseleleri ihtiva eden hususi çalışmalarla Şeyhülislamların adını taşıyan fetva kitaplarını da tahlil ederek fıkıh kitaplarındaki tertibi de dikkate alarak “Muhıt’ul-Fetva” adında bir kitap meydana getirecekti.”

Muhit’ul-Fetva

Telif-i Mesail Şubesi bugünkü “Mecme’ul Fıkhi’l-İslami” ve benzeri kuruluşların bir ilk modeli konumundaydı. Batı kanunlarına özentinin had safhada olduğu bir zamanda bu önemli bir atılımdı. “Muhit’ul-Fetva”, ulemanın dört mezhebin müktesebatıyla dünya hukuk sistemlerine kafa tutabileceğini gösterdi. Mecelle, devletin aksayan kurumlarına tekrardan etkin bir şekilde müdahil olabilecekti. Başta Şeyhülislam Hayri Efendi olmak üzere devrin bütün ulu hocaları Ahıskalı Ali Haydar Efendi’nin telif-tedvin edeceği “Muhitu’l-Fetva” sını bekliyordu. Ali Haydar Efendi devlet için aciliyet arzeden hususlara öncelik verdi ve bu çerçevede “Kitab’ul Buyu” ve “Kitab’ul İcare”nin müsveddelerini hazırladı. Fakat İttihatçılar İslam’ın hayata müdahil olmasında samimi olmadıklarından önce kurulmasını talep ettikleri “Telif-i Mesail Şubesi’ni ” daha sonra muattal hale getirdiler. İttihatçıların elinde her şeyini yitiren Osmanlı Devleti, yeniden var oluşuna ciddi manada katkıda bulunacak bu büyük ilim meclisini de onlara kurban verdi. Devrin yeni zuhur eden problemlerine İslami çözüm ve çareler getirecek bu büyük hukuk külliyatı maalesef tamamlanamadı.
Telif-i Mesail Şubesi Osmanlı Devleti’nin çöküş yıllarına tekabül eden bir zamanda oluşturduğu muazzam bir ilim ocağıdır. Önü açık tutulsaydı neler başarabilirdi ki. Bunu iyi bilenler o ilim ocağını kapattılar ve reisini yıllarca göz hapsinde tuttular. Bütün bunlardan sonra kimse çıkıpta devletin sorunlarına, aksayan kurumlarına ulema İslami çözüm getiremedi de bundan dolayı İttihatçılar ya da başkaları Batılı devletlerin hukuk sistemlerini iktibas ettiler diyemez. Milletin ruh köküne yabancı olanlar bir defa Batıya amele olmayı kabul etmişlerdi. Onlara göre Batılı adamın imzasını taşımayan bir hukuk sistemi mükemmel de olsa muteber değildi.
Batıya bir defa olsun Yavuz gibi Fatih gibi bakamayanlar, Batılı hukuk profesörlerine üniversitelerde kürsüler açarken, Ali Haydar Efendi’ye zindanı layık gördüler. Fakat bir gün Ali Haydar Efendi’ye ve yol arkadaşlarına layık oldukları itibarı iade edecek nesil, üzerine borç olan vazifeyi ifa edecektir.

lll

TEKKESİ İŞGAL EDİLEN ŞEYH

Abdulhamid: Aldatılanlar ve Anlayanlar

II.Abdulhamid İslam’a farklı iklimler bulmak, yeni yürekler fethetmek için büyük ruhlu şeyhleri uzak diyarlara; Afrika’nın iç bölgelerine, Çin’e ve hatta Japonya’ya gönderdi. Hilafetin merkezine binlerce kilometre uzaklıktaki bölgelerde, tekkeler, medreseler inşa ettirdi. Ciddi manada bir manevi diriliş hareketi başlattı. Suretleri, dilleri farklı insan
lar, dinleriyle halifeye kardeş oldular.
Bizzat Devlet-i Aliye’nin idaresindeki bölgelerde, İngilizlerin tahriki ve aldatılmışların yanlış siyaseti sonucu bölünmeler yaşanırken, Pekin’de yani İstanbul’la siyasi yönetim noktasında hiçbir bağı olmayan şehirde halifeyle olan manevi bağa işaret eden bir üniversite kuruldu: Hamidiye Üniversitesi.
Abdulhamid’in istişare ettiği ve söylediklerine değer verdiği Suriyeli Ebu’l-Huda, Mağripli Şeyh Zafir, Senusi ve Arusiler Afrika’ya, Türkistan’a, Hindistan’a, yeniden İslam birliği ruhunu aşıladılar. Dervişlerin ulaştığı iklimlerden İstanbul’a bağlılık mesajları iletildi. İngilizler Abdulhamid’in önem verdiği sufi merkezli hareketleri engelleyebilmek için karşı atağa geçtiler. Müslümanları menfaatlerine amele yapabilmek için sufice dirilişi tenkit ettirdiler.
İngiliz menfaatlerinden yana tavır alıp gerçek diriliş hareketine karşı çıkanları yani, aldananları ve aldatanları, bunlara karşı Abdulhamid’in aldığı tedbirleri O Büyük Sultan’ın hatıra defterinden takip edelim: “…İngilizler Cemalettin Afgani vasıtasıyla hilafet meselesini kurcalamaya başladılar. Hicaz emirlerini de ele geçirerek maksatlarına ulaşmak istiyorlardı. Ben de buna karşılık büyük bir derviş kafilesini Hindistan’a Müslümanların arasına gönderdim…” “İngilizlerin tahrik ve teşviki ile, hilafetin Türkler tarafından zorla alındığı iddiasını ileri süren Cemalettin Afgani’yi Arap’larca çok mutemet bir kişi olan Ebu’l-Huda es-Seydi kanalıyla İstanbul’a çağırttım. Ve bir daha da İstanbul’dan çıkmasına müsaade etmedim.”
Buhara’daki, Pekin’deki, Haydarabad’daki Hasanlar, Hüseyinler Abdulhamid’e muvafık fakat İstanbul’daki Mustafalar, Talatlar muhalifti. Onu anlamayanların ya da anlayıp da düşman olanların üssü gibiydi İstanbul.
İttihat ve Terakki çatısı altında toplanan Abdulhamid karşıtları halkı aldatıp saflarına çekebilmek için ulemanın desteğinin şart olduğuna inanıyorlardı. Böylece mason olduklarını, Batının menfaatlerine hizmet ettiklerini kamufle edeceklerdi En azından halk arasında mütedavel olan bu nevi kanaatleri yok edeceklerdi.
Ayasofya kürsüsünde Manastırlı İsmail Hakkı, Beyanu’l-Hak’ta Mustafa Sabri Munazarat’ta Bediuzzaman Said Nursi, İttihatçılarla aynı yerde durduklarını ilan ediyor ve Abdulhamid’in hal’lini istiyorlardı. Ne ki İslam’ın bu Ulu Hocaları aldatıldıklarını anladıklarında her şey çoktan bitmiş olacaktı.
İttihatçıların kulüplerinde, medrese talebelerine ders veren ulema onlardan “İslamiyet fedaileri”, “mücahitler”, “ashab-ı celadet”, “ilha-mat-ı subhaniyye mazhar efrad” gibi dini içerikli kavramlarla bahsediyordu.
Ulemanın telkinleri medrese talebelerini öylesine etkilemişti ki her biri bir meşrutiyet kahramanı kesilmişti. Abdulhamid’in Allah ve Resul davasını anlatmak için üç aylarda Anadolu ve Rumeli’ye “cerr”e gönderdiği talebe-i ulumun kısmı ekserisi, gittikleri yerlerde, çıktıkları kürsülerde meşrutiyet propagandası yapıyorlardı. Nasıl yapmasınlardı ki; İttihat ve Terakki’nin Şehza-debaşı kulübünde dinledikleri son devrin büyük alimi Mustafa Sabri Efendi onlara; “Abdulhamid devri-nin ‘münker’ bir devir olduğunu, münkerden neh-yetmenin ve bu konuda rehberlik etmenin ulemaya ait bir görev olduğunu ve bunun İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından yerine getirildiğini” söylüyordu.
Batılılar İttihatçıları, onlar da devrin kudretli (gerçekte bir çoğu samimiydi) alimlerini aldatmıştı.
Anlayanlar
İttihatçılara göre Abdulhamid’in yanında yer alan ulema, hissiyat-i diniyyeyi istismar ediyordu. Kendileriyle birlikte yürümeyenlerin tamamı yanlış yoldaydı ve her türlü hakareti hak ediyordu?!
En ince şeriat ölçüsüne varıncaya kadar İslam’ı hayata taşıyan Abdulhamid’i anlamak ne var ki birkaç alime nasip olmuştu. Onlar da İttihatçılar tarafından dini siyasete alet etmekle itham ediliyor, cemiyetlerine “darul fesad” deniyordu. Anadolu’da ve Rumeli’de başlatılan ruhi diriliş hareketinin önde gelen mimarları arasında Nakşi Şeyh İsmet Garibullah Hazretleri’nin halifeleri de vardı. Nitekim Abdulhamid’in “İttihad-ı İslam’ ideali uğrunda fedakarlıkta bulunanlara baktığımızda en önde ilmiye kökenli Nakşi şeyhlerini görürüz. Çünkü hepsi en küçük noktasına varıncaya kadar şeriat ölçülerine bağlı kişilerdi. Nasıl olurdu da Halife’ye karşı olanlarla yan yana durabilirlerdi.

Gerçek İstibdat

İttihatçıların yanında yer alan alimler, onların iktidarında gerçek “istibdadı” yaşadılar. Yazmak, konuşmak hatta var olmak bile yasaktı. Abulhamid sonrası devir komploları ve hileleriyle tam bir eşkıya cennetiydi. İttihatçı birkaç medreseli dilediği gibi Fetvahane’ye Meclis-i Meşayihe, ve hatta Meşihat’e bile müdahale edebiliyordu. Sürekli “şeyhülislam”lar değişiyor, medreseler hür bir ortamda çalışamıyordu.

Şeyhulislam Ol!

Devlet ehramının İttihatçılar elinde tepetaklak olduğu günlerde (1914 yılı) Talat Paşa, Hüseyin Cahit ve daha birkaç kişi Ali Haydar Efendi’yi ziyarete gidip ona şeyhülislam olmayı teklif ettiler. Hiç düşünmeden kabul edeceğini düşünüyorlardı. Hak’kı tanımayanlar, aşkı yaşamayanlar her şeyin önüne makamı koymuşlardı. Bol paralı Bağdat kadılığını, zindanda kırbaç yemeye tercih eden İmam-ı Azam duruşunun kadim zamanlara gömüldüğünü zannediyorlardı. Fakat yanıldılar. Ali Haydar Efendi’nin: “Zulmü payidar eden idarenize, zihniyetinize mi şeyhülislam olmamı istiyorsunuz? Şu birkaç odalı zaviyemi sizin “göz yaşı dolu” sarayınıza nasıl tercih ederim?” ifadeleriyle mukabelede bulunması karşısında irkildiler.
Aşkın şakası mı olurdu? İttihad-ı İslam yolunda Abdulhamid’le aşk nikahı kıyan İsmet Garibullah Hazretleri’nin bağlısı nasıl olurdu da İttihatçılarla birlikte çalışırdı. Takiyyenin, ruhsatın olduğu yerde aşk nasıl yaşardı?
Ali Haydar Efendi, Şeyhülislam olmayı reddetti. Çünkü biliyordu ki; Kur’an-ı okuyup Allah Teala’yı, Hadis-i Şerifleri okuyup Resulullah’ı (s.a.v.) dinlemeyenler elbette O’nu da dinlemeyecekti. Zaten İttihatçılar sözü dinlenecek bir şeyhülislam değil söz dinleyecek bir şeyhülislam arıyorlardı. Fakat yanlış bir kapıyı çalmışlardı. Karşılarına yamalı elbiseyle, altın tahtta oturan sultanlara kafa tutan Ebu Zer Meşrebli bir alim çıkmıştı. Ne şöhreti ne de korkuyu tanıyordu. Ahlaki değerlerin, İslami mefhumların erozyona uğradığı bir çağa tekrardan kadim zamanların vakarlı duruşunu taşıyordu.

Linç Kampanyası

İttihatçılar, tekliflerinden birkaç gün sonra, “Tanin” Gazetesinde Hüseyin Cahit imzasıyla Ali Haydar Efendi’yi haber yaptılar. Yazdıkları makalelerde ona saldırdılar. Çünkü İttihatçılar nezdinde O artık bir mürteciydi. Zamanın yürüyüşüne karşı direniyordu. Bütün bunların üstüne Abdulhamid’i istiyor, Onun hakkını dava ediyordu.
Büyük Veli saldıranlara karşı hal diliyle “Ben tahttan inip, tabuta binen şahlardan değilim, benim manevi saltanat tabutum üzerinde ‘halidine fîha ebeda’ yazar.” diyordu, fakat kim anlardı?! Tekke İşgal Ediliyor

İttihatçılar, Ali Haydar Efendi’ye karşı başlattıkları linç kampanyasını basın cephesinin yanı sıra devlet idaresine de taşıdılar. Üstadın Fetvahane’deki çalışmalarını engellemek için ellerinden ne geldiyse yaptılar. Bütün bunlardan daha önemlisi onun manevi nüfuz alanını yok edebilmek için tekkesini işgal ettiler.
Onun tekkedeki vazifesi 1914 tarihinde Ali Rıza Bezzaz Hazretlerinin vefatıyla başlamıştı. Büyük Veli vefatı esnasında O’nu işaret etmişti. Tekke’nin vakfiyesine göre de tekkeye bağlı Halife ve Müritlerin seçeceği Post-nişinin şeyh olarak tayin edilmesi gerekiyordu.
İsmet Efendi’nin işaretini dikkate alan Halife ve müridanın biatlarıyla seçilen, seçildiğini gösteren ve müntehiplerce mühürlenen seçim mazbatası Meclis-i Meşayih’e takdim edildi. Fakat İttihatçıların devreye girmesiyle yapılan seçim, vakıf şartı ve Meclis-i Meşayih nizamnamesi dikkate alınmadı. Ali Haydar Efendi’nin makamına tekkeyle hiçbir alakası olmayan Mustafa Haki Efendi adında bir İttihatçı atandı.
Üstat, klas duruştan taviz vermemenin bedelini ödüyordu. Fakat bütün bu olanlar “Büyük Veli”yi yıldıramadı. Ayrılık tam beş yıl devam etti. Ya da işgal beş yıl sürdü. Bu zaman zarfında çok defa Meşihat’a, Meclis-i Meşayih-e müracaat edildi. Ne ki kimse gaspedilen hakkı iadeye yanaşmadı. Ali Haydar Efendi ve ihvanı sürekli tehdit edildi.
Şeyhulislam Mustafa Sabri Efendi’nin, hemşerisi olan gasıp ittihatçıyı Meclis-i Meşayih’e üye olarak tayin etmesi işgale bir parça meşruiyet kazandırdı. Tekkeyle alakalı bütün müzakerelere Tokat Mebusu sıfatıyla Mustafa Haki Efendi katılırken, tekkenin gerçek şeyhi kâh cami köşelerinde, kâh evinde “Hatme-i Hacegan-ı” icraya mecbur edildi.
İttihatçılar bir zamanlar ilmine hayran olduklarını söyledikleri Ali Haydar Efendi’ye karşı etkin bir baskı lobisi kurdular. Bu durum tekke bağlıları arasında ciddi manada huzursuzluğa sebep oldu. Ali Haydar Efendi’nin bağlılarından Hafız Halil Sami Efendi 1919 yılında Padişah’a hitaben yazdığı dilekçe ile işgali bizzat saraya intikal ettirdi. Padişah’ın devreye girmesiyle, Ali Haydar Efendi’nin post-nişinliği “irade-i seniyye-i padişah-i” ile iade edildi.

İşgalin Öyküsü

İşte buyurun Hafız Halil Sami imzasıyla saraya taşınan ve ana hatlarıyla gaspın öyküsünü anlatan dilekçenin metni: “Padişah’ın en yüce makamına,
Cenab-ı Hak ve Kadir-i Mutlak Hazretleri Padişah’ın ömür ve afiyetlerini ziyade ve en son güne kadar saltanat makamını ebedi kılsın. (Amin!)
Peygamberlerin Efendisinin (s.a.v.) hürmetine Sultan Abdulmecid Han Hazretlerinin türbelerinde her Cuma gecesi on mürit ile “Halidi adabı” üzere “Hatm-i hacegan” icra eylemekle görevlendirilen Sultan Selim Camii yanında Cebecibaşı Mahallesinde Yüce Nakşibendi Tarikatının Halidi Şeyhlerinden Şeyh Mustafa İsmet Efendi (Kuddise Sırruhu) Hazretlerinin vakıf ve ihya buyurdukları “Halidi Dergahı”nın şeyhlik cihetine, kendilerine mensup halife ve müritlerin seçeceği bir zatı kendilerine şart ve tahsis buyurmuşlardır.
1330 (1914) senesinde Meşihat cihetine vakfın şartına istinaden mezkür cihetin hakkı ile şart koşulmuş olan ve Şeyh İsmet Efendi Hazretleri’nin (k.s.) halifelerinden Şeyh Halil Nurullah Efendi Hazretleri-’nin (k.s.) halifesi Şeyh Ali Rıza Efendi Hazretleri’nden (k.s.) müstahlef; ahlakı, sireti, zahir ve batın ilimlerindeki dirayeti, İhvan’ın terbiyesinde ehliyeti müsellem ve Şeyh Ali Rıza Efeni Hazretlerinin (k.s.) irtihalinde işaret olunan vakfı silsilesine mensup hemen bütün ihvan ve müridanın kendilerine biatle itimada mazhar-ı merci ve melce olmuş ve o Hazrete mensup mürid ve talebelere Nakşibendiye-i Halidiye-i İsmetiyye Tarikatı’nı tal’im, saliklere terbiye, Hatm-ı Hacegan ve seyr-i sülük hizmetlerini aşağıda arz olunacağı üzere dört seneden beri hanelerinde ve cami köşelerinde devam ve ifa zaruretinde kalmış Hazreti İsmet’in yegane mümessili bulunan Şeyhimiz ve bugün fetvahanede teşekkül etmiş “Muhitu’l Fetava Heyeti” riyasetinde bulunan reşadetlü, faziletlü Ali Haydar Efendi Hazretleri’ne tevcihine dair şart-ı vakıf mucibi bütün halife ve müridlerin mühürleri ile mühürlü intihab mazbatamızı Meclis-i Meşayih-e takdim etmişken; Meclis-i Meşayih’ce şartı vakıf hiç nazar-ı dikkate alınmayarak müşarünileyhin tarikat silsilesinden hariç sabık Tokat Mebusu Mustafa Haki Efendi’ye intihabsız tevcih etmişlerdi. Dört seneden beri devam eden çalışmamızın neticesi muamele Şura-i Devlet’ten, Fetvahane’den edilen suallerle bir sene evvel yine Meclis-i Meşayih’ce mezkûr dergah’ın “Mustafa Haki Efendi”ye hilafetinin tevcihi şer’ ve kanuna göre yok hükmündedir.” cevabı verildiği halde bir seneden beri mezkûr dergahta gayr-ı meşru, fuzuli ikamet ettiği gibi sonradan, sabık Şeyhülislam Tokatlı Mustafa Sabri Efendi’ye iltica edip kendisini Meclis-i Meşayih’e aza tayin ettirip bu vasıta ile bu meşru olmayan hareketlerini devam ettirdiği ve mezkûr dergah bir seneden beri Meclis-i Meşayih’ce mahlul ve şart-ı vakıf mucibince intihabnamemizle gerçek sahibi varken kendisinin şer’an ve kanunen bütün müzakerelerde hariç kalması lazım olduğu halde hazır bulunup türlü desiseler ve tehditlere apaçık olan hakkımızı bu güne kadar sürüncemede bıraktığı ve işaret olunan vakfa mensup ihvan ve müritlerin ötede beride perişan olmalarına vesile olduğunu büyük bir üzüntü ve kederle yüce Makamlarına arz ve ibla’ ve hadisede mukaddes Zatları da alakadar bulunduğunda Meclis-i Meşayih de bu sarih hakkımızı senelerce sürüncemede kalması ile üzüntüyü içine alan bir hal kesbeden mezkûr dergahımızın biran evvel bu gasplardan kurtarılması ve hak sahibi ve ehli olan, intihap olduğu arz olunan Ali Haydar Efendi Hazretleri’ne tevcih ve teslimi hususunun emir ve irade-i Şehriyarı kemal-i tazarru’ ile niyaz ve istirham olunur. Bu hususta ve her halde padişahın emir ve iradesi Efendimiz Hazretleri’nin-dir.” 15 Muharrem 1338/11 Teşrin-i evvel 1335 (24 Ekim 1919)…
el-Fakir el-Hac Hafız Halil Sami Kulları.
Gasp Edilen Hakkın İadesi

Gasp edilen İsmet Efendi Tekkesinin Ali Haydar Efendiye iadesini talep eden dilekçeye, 19 gün sonra “padişah baş katibi Ali Fuad” imzasıyla aşağıdaki tezkere gönderildi:
“Sultan Selim Camii civarında Cebecibaşı Mahallesinde bulunan Halidi Dergahı’nın kurucusu Şeyh İsmet Efendi’nin vefat tarihinden beri mezkur dergahın şeyhliğine müridler tarafından intihap olunan zatın tayini usulüne riayet olarak sonradan inhilal eden post-nişinliğe de icap eden usul üzere Fatih muciz dersiamlarından fetvahanede “Muhitu’l-Fetva Hey’eti” reisi Ali Haydar Efendi intihab olunmuşken vaki’ olan intihab nazarı itibara alınmaksızın diğeri tayin kılındığından bahisle eski usulün muhafazası istidadına dair Hafız Halil Sami imzası ile padişahlık makamına takdim olunan dilekçe Padişah tarafından görüldü. Halidi Tarikatı’na mensup Meşihat cihetlerinin inhilalinde Meşihat hizmetine tayin olunacakların müritler tarafından intihabı tarikatların usulü icabında bulunmuş olduğundan, bu şekil vakıf şartına da muvafık olduğu takdirde mezkûr dergahın şeyhliğinin seçimi durumunda eski usulün değiştirilmesi cihetine gidilmesi muvafık olamayacağı mülahaza buyrularak, yukarıda zikredilen dilekçe tetkik edilerek icap eden durumun ifası zımmında Padişah’ın emri ve fermanı ilave olunarak Şeyhülislamlık Makamı’na gönderildi. Bu hususta emir ve ferman, emir sahibi olan Padişah Hazretleri’nindir. 5 Sefer 1338/30 Teşrin-i Evvel 1335 (13 Kasım 1919).
Ser-katib-i hazreti Şehriyari Ali Fuad”
Meşihatla, Meclis-i Meşayih arasındaki gerekli işlemler sonuçlanınca, gasp edilen Tekke zamanın “Büyük Velisine” tekrardan iade edildi.

lll

Ali Haydar Efendi ve diğerleri… Ona karşı olanlar vicdanlarda her gün yeni bir mahkumiyete uğrarken O, “Yusuf’um” dediği Veli’nin Zaviyesinde hala dünyayı irşada devam ediyor.
Abdulhamid, Ali Haydar Efendi ve aldanmayan bir grup alim, karşıda ise İttihatçılar ve onların aldatıp siyasetlerine hizmet ettirdiği yığınla adam… Hepsine dair asıl hüküm yarın Mahkeme-i Kübra’da verilecek…

Leave a Reply

You must be logged in to post a comment.