Ahmet AÇIKGÖZ
Vasiyet, halidi bir İslam geleneğidir. İnsanlara istikamet üzere nasıl yaşanılabileceğini gösteren Peygamberler, dünyadan ayrılırlarken geride bıraktıklarına “müstakim” olarak kalmayı vasiyet ettiler. Onlar, sadece vasiyet etmekle kalmadılar, vasiyetin kabul görmesi için de yoğun gayret sarf ettiler. Nitekim çocuklarına “Müstakim” olarak yaşamayı vasiyet eden Yakub’un (a.s.), son sözü “Benden sonra kime ibadet edeceksiniz?”[1] cümlesi olmuştu.
Allah Resulü’nün (s.a.v.) ahir ömürlerinde irat ettikleri “Veda Hutbesi” de bütün ümmetine hitap eden genel bir vasiyettir. Efendimiz (s.a.v.) “Veda Hutbesi”nde yirmi üç yıllık risalet hayatında vaz’ edilen esasları öz bir şekilde ve son defa telkin ettiler.
Zındıkların, bidatçilerin etkin olduğu hicri ikinci asrın Irak’ında yaşayan Ebu Hanife (r.a.) herkese hitap eden vasiyetini Ehl-i Sünnet akidesine hasrederek mühim bir vazife ifa etti. Sonraki yıllarda gelen Ehl-i Sünnet alimleri, bu vasiyetteki esasları farklı formatlarda yeniden telif ettiler. Öz itibariyle “Şerhu’l-Mevakif”, “Şerhu’l-Makasıd” gibi hacimli kelam yapıtları “Sem’iyyat” bahislerini bu vasiyetteki ilkeler üzerine kurdular.
Modern zaman Müslümanları ile, hacimli kelam kitapları arasında ciddi engeller olduğu bir vakıadır; Zira günümüz İslami İlimler öğrencilerinin mevcut birikimleriyle o eserlerin dillerini çözmeleri, içeriklerine vakıf olmaları hayli zor görünmektedir. Ümmetle, irfan arasında köprü olacak insanlar ciddi bir bilgi zafiyeti içerisindedirler. Fakat bu durum hakikatin bilinmemesinin mazereti olamaz. Selefin irfanını ilim meclislerine taşıma adına bir şeyler yapılmalıdır. Ebu Hanife’nin (s.a.v.) vasiyetini dilimize aktarmak yapılması gereken bu bir şeyler cümlesinin mütevazi bir halkası olabilir. Çünkü vasiyet, bugünün insanı için de hayati bir önemi haizdir. Zira günümüz İslam Dünyası, Ebu Hanife’nin yaşadığı dönemdeki Irak’ın ideolojik yapısına çok benzemektedir. Tek bir farkla ki Mutezile, Cebriye, Kaderiye, Mürcie[5] gibi mezhepler gitmiş, onların yerlerini tarihselcilik, mezhep münkirliği, yeni selefilik gibi akımlar almıştır. Mezkür anlayışların tezviratı öylesine etkin bir konuma ulaşmıştır ki, bütün bir ümmetin akidesi ciddi tehlike ile karşı karşıyadır. Artık insanlar klasik akide risalelerini değil, “İslam ve Çağdaşlık” başlıklı metinleri yani çağdaş Vasıl b. Ata’ları okuyorlar. Böyle bir zamanda “Ehl-i Sünnet Akidesi”ni bilmek, aynı zamanda hangi eserlerin de Ehl-i Sünnet Akidesine aykırı olduğunu idrak etmek anlamına gelecektir. Bu yüzden Ebu Hanife’nin büyük bir şöhret içerisinde meçhulü yaşayan “Vasiyeti”ni notlarla tercüme etmeyi vazife kabul ettik. Tercümede esas aldığımız nüsha Takıyyuddin et-Temimi’nin “et-Tabakatu’s-Seniyye fi Teracimi’l-Hanefiyye”[6] adlı eserindeki metindir.
Vasiyyet’in Medine Arif Hikmet Kütüphanesindeki el yazması nüshasında ise Ebu Hanife’ye ulaşan kesintisiz bir isnat zinciri yer almaktadır. İsnatta yer alan raviler şunlardır: Husamedddin es-Sığnaki (ö. 710), Hafızuddin Muhammed el-Buhari (ö. 693), Muhammed b. Abdissettar el-Kerderi (ö. 642), Burhaneddin el-Merğinani (ö. 593), Ziyauddin Muhammed b. Huseyn[7], Alauddin Muhammed es-Semerkandi, Ebu’l-Muin en-Nesefi (ö. 508), Ebu Tahir Muhammed el-Mehdi, İshak b. Mansur es-Siyari, Ahmed b. Ali es-Süleymeni, Hatim b. Akil el-Cevheri, Muhammed b. Semaa et-Temimi (ö. 236), Ebu Yusuf ( ö. 183), Ebu Hanife (ö. 150).[8]
VASİYET
Arkadaşlarım, kardeşlerim iyi biliniz ki Ehl-i Sünnet ve Cemaat mezhebi 12 hususiyet üzerine kurulmuştur. Kim bu hususiyetler doğrultusunda yaşarsa ne bidatçi ne de heva sahibi olur. Efendimiz Muhammed (s.a.v.)’in şefaatine nail olabilmeniz için Ehl-i Sünnet’in bu temel esaslarına sıkı sıkıya bağlanın.
Birinci Hususiyet
İman, dil ile ikrar ve kalp ile tasdiktir. Tek başına ikrar iman kabul edilmez. Çünkü, tek başında ikrar iman addedilse idi münafıkların tamamı mümin olurdu. Aynı şekilde sadece kalbin idrak etmesi (tasdik) de iman olmaz. Eğer bu durum tek başına yeterli olsa idi, Ehl-i Kitab’ın tamamı mümin olurdu. Halbuki Allah Tela dilleriyle ikrar eden münafıklar hakkında şöyle buyurmaktadır; “Allah o münafıkların hiç şüphesiz yalancılar olduklarına şahadet eder.”[9] Ehl-i Kitap hakkında ise varit olan ayet şöyledir; “Kendilerine kitap verdiklerimiz Peygamberi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar.”[10] Ne var ki bunu kabullenip dilleriyle ikrar etmezler.
İman ne artar ne de eksilir. Çünkü imanın azalması ancak küfrün artması ile; artması da ancak küfrün azalması ile tasavvur edilebilir. Bu durumda, bir kişinin aynı anda mümin ve kafir olması nasıl mümkün olur?!
Mümin, gerçek anlamda inanan, kafir de hakiki manada inkar edendir. İmanda şüphe olmaz. Tıpkı küfürde olmadığı gibi. Bu bağlamda Cenab-ı Hakk şöyle buyurmaktadır: “İşte onlar gerçekten mümindirler.”[11] ve “İşte onlar gerçekten kafirdirler.”[12]
Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) ümmet kadrosuna dahil olan günahkarların tamamı gerçekten mümindir, kafir değillerdir.
Amel imandan ayrı, iman da amelden farklıdır. Şöyle ki: Amel mükellefiyetinin mü’minden kalktığı birçok zaman vardır. Fakat bu durumda imanın ondan gittiği söylenemez. Allah Teala, hayızlı kadını namaz kılmaktan muaf kılmıştır. Böyle bir kadın için Allah onun kalbinden imanı çıkarmıştır ve ona imanı terk etmeyi emretmiştir denemez. Şeriat o kadına; “Orucu bırak, sonra tutmadığın günleri kaza et” der. Kadına; “İmanı terk et, sonra kaza edersin” denmesi caiz değildir.[13] İman’ın amelden farklı olduğunu daha müşahhas bir şekilde anlamak için şöyle bir örnek verebiliriz: “Fakirlerin zekat vermesi gerekli değildir.” denebilir. Fakat “Fakirlerin iman etmesi zorunlu değildir.” denemez.
Hayır ve şerrin takdiri Allah’tandır. Eğer birisi hayır ve şerrin takdirinin Allah’tan başkasına ait olduğunu iddia ederse Onu (c.c.) inkar etmiş olur. Onun tevhit inancı da batıl olur. Her şeyin en iyisini Allah Teala bilir.
İkinci Hususiyet
Ameller, farz ibadet, fazilet ve masiyet olmak üzere üç çeşittirler. Farz ibadete gelince o, Allah’ın dilemesi, rızası, takdiri, yaratması ve “Levh-i Mahfuz”da yazması ile olur. Fazilet de Allah Tela’nın emrinden dolayı yapılmaz. Fakat Onun dilemesi, muhabbeti, rızası, takdiri, pürüzsüz yaratması ve “Levh-i Mahfuz”da yazması ile olur. Masiyet de Allah’ın emri gereği olmaz. Fakat muhabbeti, rızası, muvaffak kılması olmaksızın dilemesi, kazası, takdiri, hoşnutsuzluğu, ilmi ve “Levh-i Mahfuz”da yazması ile gerçekleşir.
Üçüncü Hususiyet
Allah Teala sınırsız kudret makamı olan arşı bir mekana istikrarı olmaksızın hükmüne aldı yani hakimiyeti altında tutu. Hiç bir şeye muhtaç olmaksızın arşı ve ondan başka şeyleri korur. Eğer kendinden başka yaratıklara muhtaç olsa idi, kainatı yaratmaya ve idare etmeye kadir olamazdı. Ona cisim isnat edenlerin iddia ettiği gibi bir yere oturmaya ve yerleşmeye zorunlu olsa idi, arşı yaratmadan önce de böyle olurdu. Allah Teala bundan pek yüce ve münezzehtir.
Dördüncü Hususiyet
Kur’an-ı Kerim Allah Teala’nın yaratılmayan (gayr-ı mahluk) ezeli kelamı, vahyi ve tedricen indirdiği Kitabıdır. O, ne zatının aynıdır, ne de değildir. Bilakis o, gerçek sıfatıdır. Kur’an Mushaflarda yazılan, dillerde okunan kalplerde mekan edinmeksizin korunan kelamdır. Mürekkep, kağıt ve yazı mahluktur. Çünkü bunlar kulların filleri ile alakalıdır. Yazılar, harfler, kelimeler ve ayetler insanların anlamak için onlara ihtiyaç duyduğu Kur’an’a delalet eden şeylerdir. Allah Teala’nın kelamı zatı ile kaimdir. Manası ise, söz konusu şeylerle anlaşılır. Kim Allah’ın kelamı mahluktur derse kafir olur. Allah Teala kesintisiz bütün zamanlarda ibadet edilendir. Kelamı ise ondan ayrılmaksızın okunan, yazılan ve kalplerde korunandır.
Beşinci Hususiyet
Allah Resulü’nden (s.a.v.) sonra bu ümmetin en üstünü Ebu Bekr-i Sıdık, sonra Ömer, sonra Osman, sonra Ali dir (r. anhum). Zira efdaliyetin sıralamasına işaret eden ayette Allah Teala şöyle buyurmaktadır: “(İman ve amelde) öne geçenler (Ahirette de) öne geçenlerdir. İşte onlar (Allah’a) yaklaştırılmış kimselerdir. Onlar naim cennetlerindedir.”[14]
Hayırda önde olanlar Allah katında da en üstün olanlardır. Onları, müttaki her mümin sever; asi münafıklarsa onlara buğz eder.
Altıncı Hususiyet
Kul, ameli, ikrarı ve tasdiki (marifeti) ile mahluktur. Bütün bu ameliyelerin faili mahluk olunca onun fillerinin de evleviyetle mahluk olması gerekir.
Yedinci Hususiyet
Allah Teala, mahlukatı güçleri olmadığı halde yaratmıştır. Çünkü onlar zayıf ve acizdirler. Cenab-ı Hakk onları yaratan ve rızıklarını verendir. Nitekim O şöyle buyurmaktadır: “Allah sizi yaratan, sonra size rızık veren, sonra sizi öldürecek ve daha sonra da diriltecek olandır.”[15]
İlim ve malı helal yoldan kazanmak helal, haram yoldan temin ise haramdır.
İnsanlar üç kısımdır: İmanında samimi olan mümin, küfründe ısrarcı olan kafir ve nifakında iki yüzlü davranan münafık. Cenab-ı Hakk mümine ameli, kafire imanı, münafığa ise ihlası farz kılmıştır. Nitekim “Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının.”[16] ayet-i kerimesinin her üç grubu içine alacak şekilde açılımı şöyledir: “Ey iman edenler! Ameli Salih işleyerek rabbinize itaat edin.”, “Ey Kafirler! İman edin.” ve “Ey Münafıklar! Samimi olun.”
Sekizinci Hususiyet
İsteğe bağlı olan fiillerde kulun aksiyon sahibi olması için gerekli olan güç yani “İstitaa”, yapılacak olan “fiil” ile beraberdir. Ne ondan önce ne de sonradır. Eğer “İstitaa” fiilden önce olsa idi o takdirde kul ona muhtaç olduğu anda Allah’tan müstağni olurdu. Bu ise şu ayete aykırıdır: “Allah müstağnidir. Sizler ise muhtaçsınız.”[17] Eğer “İstitaa”, fiilden sonra olsaydı fiil, güç-kuvvet yokken gerçekleşmiş olacağından muhal olurdu.
Dokuzuncu Hususiyet
Mukimin bir gün bir gece, yolcunun da üç gün üç gece mestler üzerine mesh edebileceğini kabul etmek, bu şekilde rivayet edilen hadisten dolayı vaciptir. Bu hükmü inkar edenin küfründen korkulur. Zira ilgili hükmü bildirilen hadisler tevatüre yakın derecededir.[18]
Seferde namazları kısaltmak (azimet)[19] ve oruç tutmamak (ise) ruhsattır. Konu ile ilgili ayeti kerimeler şöyledir: “Yeryüzünde sefere çıktığınız vakit namazı kısaltmanızdan dolayı size bir günah yoktur.”[20], “Sizden kim hasta, ya da yolculukta olursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde oruç tutar.”[21]
Onuncu Hususiyet
Allah Teala kaleme yazmasını emretmiş, kalem: “Ne yazayım ya Rabbi!” demiştir. Cenab-ı Hakk: “Kıyamete kadar olacak şeyleri yaz.” buyurmuştur.[22] Şu ayet-i kerime de bu manayı teyit etmektedir: “İşledikleri her şey kitaplarda kayıtlıdır. Küçük, büyük her şey satır satır yazılmıştır.”[23]
Onbirinci Hususiyet
Günahkarlar için kabir azabı olacağında en ufak bir şüphe yoktur. Münker ve Nekir’in suali haktır. Bu noktada hadisler vardır.[24] Cennet ve cehennem de haktır ve ahalisi için önceden yaratılmışlardır. Nitekim Cenab-ı Hakk müminler hakkında o cennet; “Müttakiler için hazırlanmıştır.”[25], cehennem de; “Kafirler için hazırlanmıştır.”[26] buyurmaktadır. Allah Teala cennet ve cehennemi sevap ve ceza için yaratmıştır. Mizan da haktır. Zira Cenab-ı Hakk şöyle buyurmaktadır: “Kıyamet günü için adalet terazileri kuracağız.”[27] İnsanın dünyada yaptığı amelleri içeren kitabı okuması da haktır: “Oku kitabını! Bu gün hesap sorucu olarak sana nefsin yeter.”[28]
Onikinci Hususiyet
Allah Teala bu canları ölümden sonra müddeti elli bin yıl olan bir günde ceza, sevap ve hakların edası için diriltecektir. Nitekim O şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz Allah kabirlerde olanları diriltecektir.”[29] Müminlerin keyfiyet, benzetme ve yön olmaksızın Cenab-ı Hakk’a mülaki olmaları haktır. Büyük günah işlemiş olsa dahi cennet ehlinden olan her mümin için Efendimiz (s.a.v.) şefaat edecektir.
Hz. Aişe (r.a.), Hatice-i Kübra’dan sonra insanlık aleminin en üstün kadını ve müminlerin annesidır. O, zina iftirasından arındırılmıştır ve Rafizilerin hezeyanlarından uzaktır. Kim Ona zina isnadında bulunursa o zina eseridir.
Cennet ahalisi Cennet’te, Cehennem ehli de Cehennem’de ebedi kalacaktır. Çünkü Cenab-ı Hakk müminler için “İman edip amel-i salih işleyenler cennetliklerdir. Onlar orada ebedi kalacaklardır.”[30], kafirler için de “İnkar edenler ve ayetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte onlar cehennemliktir. Onlar orada ebedi kalacaklardır.”[31] buyurmaktadır.
———————————————————–
[1] Kur’an, Bakara(2): 133.
[2] İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi 6461-1.
[3] Muvaffak b. Ahmed el-Mekki, Menakibu Ebi Hanife, Beyrut, 1981, s. 370-7.
[4] Mekki, a.g.e., s. 365-8.
[5] Ebu Hanife’nin yaşadığı dönem itibariyle Irak’ın düşünce ve inanç haritası için bkz. Muhammed Ebu Zehre, Ebu Hanife, Daru’l-Fikri’l-Arabi, Kahire, 1997, s. 75.
[6] Takıyyuddin b. Abdilkadir et-Temimi, et-Tabakatu’s-Seniyye fi Teracimi’l-Hanefiyye, Riyad, 1983, I, s. 156-160.
[7] Hayatı için bkz. Abdulhayy el-Leknevi, el-Fevaidu’l-Behiyye fi Teracimi’l-Hanefiyye, Beyrut, 1998, s. 273.
[8] Muhammed b. Abdirrahman el-Hemeyyis, Usuluddin inde’l-İmam Ebi Hanife, Riyad, 1996, s. 139-140.
[9] Kur’an, Münafıkun(63): 1.
[10] Kur’an, Bakara(2): 146.
[11] Kur’an, Enfal(8): 4.
[12] Kur’an, Nisa(4): 151.
[13] Ebu Hanife’nin (r.a.) imanın amelden farklı olduğunu hayızlı kadının iman-amel ilişkisiyle örneklendirmesi tesadüf değildir. Böyle yaparak kadınların hasta oldukları günlerde ibadet etmemelerinin sahih hadislerle sabit olduğuna vurgu yapmaktadır.
Ebu Hanife’nin (r.a.) vasiyetini günümüz Müslümanları açısından vazgeçilmez kılan en önemli husus da onun ifadelerinin hem bir beyan hem de kadim sapık fırkalar ve modernist akımlar için bir reddiye niteliğinde olmasıdır. Nitekim modernist düşünceye sahip ilahiyatçılar kadınların özel hallerinde namaz kılıp oruç tutabileceklerini iddia etmektedirler. Halbuki bunun aksini söyleyen çok sayıda hadis-i şerif vardır. Ayrıca sahabeden de farklı yönde bir uygulama rivayet edilmemiştir. Efendimiz (s.a.v.) “Kadın hayız olduğunda namaz kılmayacak, oruç tutmayacak değil mi ya” buyurmuştur. (İmam Müslim’in uzun bir hadis içerisinde rivayet ettiği ifade “muttefekun aleyh”dir. Bkz. İbn Hacer, Buluğu’l-Meram, s. 45, H.no: 158; Zafer Ahmed et-Tahanevi, İ’lau’s-Sünen, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1997, I, 346.) Bu hadis, açık bir şekilde kadının namaz ve oruç ibadetlerini hayız müddetinde eda etmediğini bildirmektedir. Nitekim Hz. Muaze, Hz. Aişe’ye hayızlı iken terk ettikleri namaz ve oruçtan sadece orucu kaza etmelerinin hikmetini sorunca Aişe validemiz “Hz. Resulullah zamanında hayız olduklarını fakat kendilerine namazı bırakıp sadece orucu kaza etmelerinin emredildiğini (Künna nu’meru)” söylemiştir. (Ahmed, Müsned, VI, 232; Darimi, I, 233; Buhari, I, 421; Müslim, I, 265.) Sahabe kadınlarının özel hallerinden sonra namazı bırakıp sadece orucu kaza etmeleri, söz konusu durumda bu ibadetleri eda etmediklerini göstermektedir.
Fatıma binti Ebi Hubeyş, Efendimiz’e; “Ben istihaze kanı gören ve temizlenemeyen bir kadınım, namazı bırakayım mı?” diye sorduğunda Allah Resulü; “Bu ancak bir damar(dan hastalık sebebiyle gelen kan)dır. Hayız değildir. Hayzın geldiğinde namazı bırak” buyurdu. (Muhammed b. Ali b. Muhammed Şevkani, Neylü’l-Evtar, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1999, I, 288.) Allah Resulü Abdurrahman b. Avf’ın nikahı altında bulunan Ummu Habibe’ye, ve kendisinden fetva isteyen Ümm-ü Seleme’ye hayız müddetleri içerisinde namaz kılmamalarını emretmiştir. (Şevkani, a.g.e., I, 290.)
[14] Kur’an, Vakıa(56): 10-12.
[15] Kur’an, Rum(30): 40.
[16] Kur’an, Nisa(4): 1.
[17] Kur’an, Muhammed(47): 38.
[18] Ebu Hanife’nin talebelerinden Abdullah b. Mübarek; “Mestler üzerine mesh etmenin cevazında ihtilaf olmadığını” bildirmektedir. Tabiun ulemasından Hasan Basri ise 70 sahabinin “Allah Resulü’nün (s.a.v.) mestleri üzerine mesh ettiğini” rivayet ettiğini söylemektedir. (Muhammed b. Abdillah b. Kudame, el-Muğni, Beyrut, 1994, I, 211.) Sana’ni de mestler üzerine mesh etmeyle alakalı hadislerin mütevatir olduklarını belirtmektedir. (Abdulkerim Zeydan. el-Mufassal fi Ahkami’l-Mereti ve Beyti’l-Müslim, Beyrut, 2024, I, 142.)
Malum olduğu üzere tevatür için belirlenen ravi sayısı ictihadidir. Bu durumda şu kadar olmalıdır, aşağısı ya da fazlası tevatürü ihlal eder demek doğru değildir. Asıl olan, ilk üç tabakada (sahabi, tabii, tebe-i tabii) ravilerin yalan üzere ittifak etmelerinin imkansız oluşudur. Tevatürde ravi sayısının ne kadar olacağı içtihadi bir mesele olduğundan farklı rakamlar ortaya çıkmıştır. (Vehbe Zuhayli, Usulu’l-Fıkhi’l-İslami, Beyrut, 1998, I, 452) Bu da, dörtten başlar ve sırasıyla, beş, yedi, on, on iki,… olmak üzere yukarıya doğru devam eder. Fakat burada asıl olan ravilerin yalan üzere birleşmelerinin muhal olmasıdır. Öyle ki, tahdit edilemeyecek derecede büyük bir topluluk, her hangi bir gaye ile yalan üzere birleşilmesi mümkün bir hususta rivayette bulunsa, bu topluluğun haberi mütevatir olmaz. (Ali el-Kari, Şerh-u Şerh-i Nuhbeti’l-Fiker, Beyrut, ty, s. 163.) Bir haberin mütevatir olması için ravi sayısının 5 dahi olabileceği söylenirken mestler üzerine mesh hadisini 70 sahabi rivayet etmektedir. Bu da göstermektedir ki meselenin sübutunda şüphe yoktur. Manaya delaleti de açıktır. Bu durumda ortada “yakini bilgi” vardır. Ve onu kabul etmek “Zarurat-ı diniye”den addedilmelidir. İşte Ebu Hanife bunun için konuyu akaitle alakalı bir metnin içerisine dahil etmiştir.
[19] Hanefilere göre seferde 4 rekatlı namazları 2 kılmak “azimet”tir. Bütün Hanefi kitapları meseleyi bu şekilde zikretmektedir.
[20] Kur’an, Nisa(4): 101.
[21] Kur’an, Bakara(2): 184.
[22] Benzer lafızlarla rivayeti için bkz. Ebu Davud, es-Sünne 16; Tirmizi, Kader 16.
[23] Kur’an, Kamer54): 52-3.
[24] Ebu Davud, es-Sünne 24.
[25] Kur’an, Ali İmran(3): 133.
[26] Kur’an, Bakara(2): 24.
[27] Kur’an, Enbiya(): 47.
[28] Kur’an, İsra(17): 14.
[29] Kur’am, Hac(22): 7.
[30] Kur’an, Bakara(2): 39.
[31] Kur’an, Bakara(2): 39.