Recep YILDIZ
İlim dünyası için Mısır farklı bir konuma sahiptir. Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün irtihalinden kısa zaman sonra (18 H) Hz. Ömer (radiyallahu anh) zamanında Amr b. As (radiyallahu anh) eliyle fethedilen Mısır, çok sayıda sahabe ve tabiûnun tavattûnu ile Afrika’nın ilim üssü haline gelmiş, Leys b. Sa’d’dan (v. 175) İmam Şafi’ye (v. 204) kadar bir çok alimi cezbetmiştir. Fatımîler tarafından kurulan Ezher’in zamanla köklü bir ilim merkezine dönüşmesi Mısır’ın bu yönünü ayrıca güçlendirmiştir.Geçen yüzyılda İstanbul medreselerinin kapatılmasıyla Mısır, ilim dünyasında adeta tek kalmıştır. Bu yüzden Mısır merkezli İslamî anlayışlar, Mağrib’ten Cava adalarına kadar bütün İslam coğrafyasına bir şekilde tesir etmiştir. Taha Hüseyin’den Ahmed Emin’e, Muhammed Abduh’tan Hüseyin Heykel’e, Zahid Kevserî’den Mustafa Meraği’ye en modernistinden en mustakimine kadar birçok alim, edip ve mütefekkire ev sahipliği yapmıştır. Zulme uğrayan ya da küstürülen bir çok siyasetçi, şair, alim ve mütefekkir için de gidilebilecek en uygun yer olan Mısır, Mehmet Akif’ten Mustafa Sabri Efendi’ye birçok mütefekkir alime kucak açmıştır. Fakat müstemleke bir ülke olması hasebiyle kendi insanına zulmü de bir vecibe (!) telakki etmiş, Hasan el-Benna ve Seyit Kutup gibi önemli aksiyon adamlarını ya suikast ya da idam yoluyla şehit etmiştir.
İstanbul üzerinden Mısır’a giderken her ne kadar elimde mütalaa ettiğim iki risale olsa da zihnim sürekli Mısır’ın ilim ve kültür haritasına kayıyordu. Kendime gelince bu defa zihnim “Nasıl bir Kahire ile karşılaşırım?” düşüncesinin istilasına uğradı. Amr b. As (radiyallahu anh)’ın fetihten sonra kiliselerin ortasında inşa ettiği ve İslam’ın zafer kürsüsü olan cami yine aynı coşkuyla destanlar yazıyor ya da okuyor muydu? Firavun’a haddini bildiren Nil, yine coşkun sularıyla çevresini tehdit ettiğinde bir Ömer mektubuyla kendine gelir miydi? Sahabe konuştukça küfürden sıyrılan, sıyrıldıkça da ilme ve imana vatan olan Mısır onların izinde gidiyor muydu? Dinle ey Mısır! Hz. Resulullah (sallalahu aleyhi ve sellem) konuşuyor, ya da seni İslam’la şereflendiren ashab konuşuyor desem bana kulak verir miydi?
Birbirini takip eden sorularla boğuşurken “Kahire için alçalıyoruz, lütfen kemerlerinizi bağlayınız!” anonsu ile toparlanıp yüzümü cama doğru çevirdim. Alçaldıkça, Kahire’den daha net görüntüler alıyordum. İndiğimizde akşam olmak üzereydi.
Doğrusu Mısır’da güneş batarken ufukta seyre değer bir güzellik oluşmakta…
Bir seyahat acentasına dahil olmadığımızdan havalimanında bizi karşılayan kimseler yoktu. Aslında biz de böyle istemiştik. Bunda hem zor şartlar altında Mısır’a iltica eden devlet-i aliyyenin o ulu hocalarının bir parça ruh hâlini yaşamak hem de es-selâm-u aleyküm dediğimizde adı Ali ya da Hasan olan bir Müslüman kardeşimizin yürekten ve aleyküm selamına muhatap olmak arzusu etkili olmuştu.
Havaalanında akşam namazını eda eder etmez üstadın önceden rezervasyon yaptırdığı otelin yolunu tuttuk. İngiliz kültür ve sanatını yansıtan otel, Kahire’nin iyileri arasında idi. Fakat gerek personelinin yaşam tarzı gerekse de bodrum kattaki mescidiyle Amr b. As (radiyallahu anh)’ın yadigarı Mısır’a çok yabancıydı.
Mısır’ı teneffüs etmek için otelden ayrılıp Nil’e doğru yürürken, giyim tarzı itibarıyla Mısırlılardan farklı olacağımızı düşünüyordum. Çünkü üzerimizde ne Mısırlı erkeklerin giydiği bir tür gömleğe benzeyen “cellabiyye”, ne de başımızda kırmızı serpuş vardı. Mısırlıların bizi ecnebi kıyafetli iki Müslüman olarak değerlendireceklerini zannetmiştim. Fakat öyle olmadı. Afrika’nın kuzey doğulularının giyim tarzları itibarıyla Türklere çok benzediklerini müşahede ettim: Erkekler pantolon, ceket ve gömlekleriyle, kadınlar da yarı üryan ya da eğreti örtüleriyle Türkiye’nin herhangi bir bölgesindeki şuursuz Müslümanlardan farksızdı.
Motorlu bir kayıkla bir müddet Nil’de dolaştık. Fakat bu zaman zarfında Kahire’nin tarihi ile alakalı bir tespitte bulunamadım. Çünkü dolaştığım bölgenin sağ tarafında eğlence merkezleri solun da ise uluslararası oteller vardı. Çeşitli renklerle tezyin edilen motorların kasetçalarlarından çıkan müzik sesleri tam bir ses anarşisi oluşturmaktaydı.
Nil’in özellikle “Meydanu’t-Tahrîr(Özgürlük Meydanı)” yakası İzmir’in kordon boyuna benziyor. Yol kenarları mısır, çerez ya da türlü içecekleri pazarlayan seyyar satıcılarla dolu. Her adımda Mısırlıların İngiliz kültürünü fethin değerlerine tercih etmede zorlanmadıkları göze çarpıyor.
Kahire’nin merkezinde yer alan “Meydanu’t-Tahrîr” ise bir İslam şehrinden daha ziyade Batı ülkelerini çağrıştırıyor. Meydanı kuşatan Ramses Hilton, Nil Hilton, İntercontinantel Hotel, Amerikan Üniversitesi ve uluslararası fastfood mağazaları özgürlüğün sadece kağıt üzerinde bir anlam ifade ettiğini belgelemekte.
Mısır’ın Mührü: Amr b. As Mescidi
Kahire ziyaretine, ülkeyi İslam’la tanıştıran Amr b. As (radiyallahu anh)’ın yaptırdığı mescitle başladık. Amr’ın fetihten 3 yıl sonra ( 21H) inşa ettiği mescit, Mısır’ın elifbası olduğu kadar mührüdür de. Bu mescitteki ders halklarında İslam’ın özellikle Afrika’da intişarına vesile olan pek çok müçtehit yetişmiştir. Abdullah b. Amr, Abdullah b. Lüheya’, Leys b. Sa’d gibi meşhur sahabe ve müçtehitler orada imamlık yapmıştır. İmam Şafi de derslerini bu camideki zaviyesinde okutmuştur. Rebi’ b. Süleyman gibi büyük fakihleri burada yetiştirmiştir.
Mısır’a has mimariyi güzel bir şekilde yanıtsan mescit –zamanla- şehrin en büyük camisi olmuştur.
Müminlerin direkt olarak gökle iletişim kurmalarını hedefleyen camide, içeriye giren cemaati kucaklayan klasik tarz kubbelerin yerinde üstü açık bir avlu tercih edilmiş.
Belli vakitlerden sonra değişik hocalar tarafından camide akdedilmekte olan derslere iştirak diğer İslam beldelerinde olduğu gibi maalesef oldukça düşük.
Hüseyin Mescidi
Kerbela şehidi Hz. Hüseyin adına Fatımîler tarafından yapılan Mescit, Mısır’ın en fazla ziyaret edilen mekanlarından biri. Hz. Hüseyin’in başının defnedildiğine inanılan kabrin muhteşem görüntüsü Selefi cereyanın Mısır’ı vurmadığının bariz bir göstergesi. Fakat birçok kabirde olduğu gibi ölçüsüz ihtiramdan kaynaklanan yanlış uygulamalar maalesef burada da dikkatlerden kaçmıyor.
Han Halil
Geniş bir alana kurulu olan Han Halil çarşısı, Mısır kültür ve sanatını Batı’ya açan önemli mekanlardan biri… Çarşıda alışveriş yerlerinin yanında epey sayıda dinlenme mekanı da var. Nargileyi ise özel mekanların yanında birçok dükkanın önünde de bulabilirsiniz.
Çarşıda daha çok Mısır tarihini remzeden eserler göze çarpmakta: Allah Teala’nın suya gark ettiği Firavn farklı şekillerde tasvir edilerek insanların beğenisine sunulmuş.
Çarşıda bakır sanatıyla uğraşan bir ustanın vitrininde Laura Buşh ile çektirdiği fotoğrafı görünce; “Zavallı Müslüman ne ile fahriye iddiasında bulunuyor!” demekten kendimi alamadım.
Bir Zamanlar Ezher
İlim tarihimizin medar-ı iftiharı olan Ezher’deyiz. Dünyanın en eski üniversitesi olarak da bilinen Ezher, asırlar boyu İslam dünyasının farklı iklimlerinden binlerce öğrencinin ilim tahsil etmek için Kahire’ye akmasına vesile olmuştur.
Kendilerini Hz. Fatıma (radiyallahu anha)’ya nispet ettiklerinden Fatımiyyûn adını alan şiiler, Kahire’de iki yıl gibi kısa bir zamanda (359/970-361/972) inşa ettikleri Ezher Camii’ni 972 yılının ramazan ayının 7’sine tekabül eden cuma günü ibadete açmışlardır.
Ezher’de 976 tarihinden itibaren Fatimî hocalar nezaretinde oluşturulan ders halkalarında Fatımî fıkhı okutulmuş, 988’de ise cami büyük bir İslam üniversitesine dönüştürülmüştür. Fatımîler kendilerine göre adam yetiştirmek ve bölgeye ideolojilerini yaymak için kurdukları Ezher’i hedefleri istikametinde kullanmaktan kaçınmamışlardır.
Ezher’deki Şii eğitim Fatimî Devleti yıkılıncaya kadar devam etmiş, onların inkırazıyla Ehl-i Sünnet alimlerinin idaresine geçmiştir. Bu anlamda Ezher’de ilk olarak İmam Şafi Hazretlerinin mezhebi okutulmuştur.
Ezher’e vardığımızda saat 9 sularıydı. Kitapçı dükkanları henüz açılmakta, gazeteler tezgahlara yeni yerleştirilmekteydi. Kitapçıları dolaşırken zaman öylesine hızlı aktı ki 2-3 saatlik süre sanki 15-20 dakika kadardı. Orada yükte hafif pahada ağır çok sayıda kitap satın aldık. Allah Resulü’nün ebeveyni ile alakalı aradığım; fakat bir türlü bulamadığım kitapları sorduğum bütün yayıncılar, “Cevamiu’l-Kelim” yayınevinde bulabileceğimi söylediler. Epey uzun bir mesafe katettikten ve birkaç defa adres sorduktan sonra kitapları bulup almak nasip oldu.
Öğle namazını Ezher Camii’nin Fatimiler tarafından yaptırılan bölümünde kıldık. Kıldığımız bölümün ön tarafında yer alan yüksek zeminli musalla ise Osmanlı Devleti tarafından inşa edilmiş. Vakit namazlarında cami dolmadığından imam namazı Fatımîler tarafından inşa edilen yerde kıldırıyor.
Camiden çıkarken sol tarafta yer alan revaklarda çeşitli dersler okutulmakta: Bir müddet katıldığım derslerden ilki nahivdi. Bizim medreselerde okutulan Muğni ya da İzhar seviyesinde bir ders işleniyordu. İkincisi ise “Evraku’l-Etrak”ta akdedilen feraiz dersi idi. Dersi sadece cami imamları dinlemekte idi.
Namazdan sonra Ezher’in kadim kampüsünü de ziyaret ettik. Gördük ki kitaplarda adından övgüyle bahsedilen, “ilmin kabesi” olarak nitelenen Ezher gitmiş yerine sıradan bir üniversite gelmişti. Ulema Mısır’ın iki damarının olduğunu söylerdi: Biri güneyden gelen ve ülkeye hayat veren Nil, diğeri ise Ezher’de doğup bütün dünyaya yayılan ilim nehri. Toprağa hayat veren Nil eski azametiyle akmaya devam ediyor. Fakat ilim nehri için aynı şeyi söylemek fazla iyimserlik olur.
Karafe ve İmam Şafi
Mısır’da kabirlerle iç içe yaşayan Yemen asıllı Karafe kabilesinin adı, sonraları tağlip yoluyla belli bir bölgedeki kabirler için kullanılmış ve Karafe, İmam Şafi’nin de içinde bulunduğu büyük bir kabristanın adı olmuştur.
Kahire’de gerek Müslümanlar gerekse de Hristiyanların önemli bir bölümü (2-3 milyon kadar) ölüleri ile birlikte yaşama geleneğini sürdürmekteler. Etraf ve tavanı çevrili tipik “Mezar Ev”lere defnedilen ölülerin yakınları zaman zaman buralara gelir, gecelerler. Bazıları da evlerinin bodrum katını mezareve dönüştürüp yakınlarını oraya defnederler.
Ukbe b. Âmir’den Leys b. Sa’d’a, İmam Şafi’den İbn Hacer’e kadar her dönemden bir çok alimi bağrına basan Karafe, hiç şüphesiz Mısır’ın ilim beldesi olduğunun en önemli vesikalarından biridir.
Kahire’nin bu zenginliğine tanık olmak hem de kibar-ı ulemaya sıla yapmak için Karefe’ye doğru hareket ettik. Tozlu yollardan geçip İmam Şafi adına yaptırılan mescide ulaştığımızda ikindi ezanı okunuyordu. Namazı eda ettikten sonra kabri ziyaret ettik. Kabir fazla bakımlı olmamakla birlikte görkeminden bir şey kaybetmemiş.
Mısır’ın Büyük Hocası: Zahid Kevserî
İmam Şafi’nin kabrinden ayrılırken cami içerisinde oturan yaşlılara Kevserî’nin kabrini sorduk. Bize yakın alaka gösteren zatlar, kabri bilmediklerini söylediler.
Üstatla birlikte tozlu yollarda her önümüze çıkan yazıyı okuyarak ve yaşlı kişilere sorarak arayışa devam ettik. İlk olarak Leys b. Sa’d’ı ziyaret ettik. Tevafuken İbn Hacer el-Askalanî’nin kabrini de bulduk. Kabrin bulunduğu binanın durumu ve demir kapısındaki kilit, hazirenin uzun zamandır açılmadığını göstermekte idi. Karanlık bir dehlizden geçip Ukbe b. Âmir’e ulaştık. Daha bir çok alimin kabri derken neredeyse bütün Karafe’yi dolaştık. Toz toprak içerisinde tekrar Şafi’nin kabrine döndük. O ara Ahmed Hayri’nin Mektebetu’l-Ezheriyye’den çıkan “el-İmamu’l-Kevserî” adlı kitabındaki Kevserî’nin kabrini tarif eden adresi esas alarak bir taksiyle tekrar aramaya başladık. Kahhale Mescidi’nin yanından geçerken üstat, Fahreddin Razî sokağında kabri gösteren yazıyı gördü. Kabrin olduğu hazirenin anahtarı bir kadında olduğundan içeri giremedik. Şoför kadını bulup getirdi. Kadının elinde çevredeki hazirelere ait 20-30 kadar anahtar vardı. Bereket ki ikinci denemede kapıyı açtı.
Hazirede Kevserî merhumun iki kerimesi de metfun. Fakat kişiyi en fazla etkileyen şeylerin başında, merhumun öğrencisi Ahmed Hayrî’ye kabir taşına yazılmasını vasiyet ettiği ve ziyaret edenleri ibret almaya davet eden şiir gelmektedir. Şiiri kabir taşından okumuyor sanki bizzat Kevserî’den dinliyorsunuz.
Karefe sokaklarında ölümle hayat iç içe. Sefaletin soğuk yüzüne tanık olmak insan ruhuna acı veriyor. Mezbelelikte yaşayan insanları gördükçe buradan “İnsan mı çıkar tabut mu?” diyorsunuz. Fakat onlar öteki hayatı bilmediklerinden hallerinden memnun görünüyorlar. Tabelasız sokaklarda bize rehberlik yapan gence kabirler arasındaki barakalarda yaşamanın zorluğunu sorduğumda bunda garipsenecek bir durum olmadığını söylemişti.
Piramitler
Mısır’dan İslam’ın izlerini silmek isteyen Batı, ülkenin piramitleriyle tanınmasını istemektedir. Bu yüzden Onun gözünde Mısır piramitler ülkesidir.
Sabah dokuz sularında bir taksiyle piramitlere doğru yola çıktık. İlk olarak bir enstitüye ait çalışmaların satışının yapıldığı bir dükkana uğradık. Orada Allah Azze ve Celle’nin yerin dibine geçirdiği Firavun’u ve sistemini canlandırmak isteyen putlar vardı. İş yeri sahipleri parayla dalâlet satıyorlardı. Sadece tağutî sistemlerin nereden nereye geldiğini görebilmek adına ibret nazarıyla eserlere şöyle bir bakıp ayrıldık. Ardından kiraladığımız bir at arabasıyla piramitleri dolaştık. Piramitlerin bulunduğu Gize Vadisi mabetleri, kabirleri, eğlence yerleriyle tam da Firavunlara layık bir şehir…
Şehir dışında yer alan piramitlerin her biri kocaman taş yığını. Bu kocaman taş yığınları Hz. Musa’nın Allah Teala ile konuştuğu Tûr-i Sîna’ya göre ise küçücük. Firavunlar binlerce işçiyle ancak 70 yılda bitirebildikleri piramitlerle ilahlık iddialarını teyit etmek istemişlerdi. Küfrün idraki ne kadar da garip değil mi?
Batı’ya göre Keops, Kefren ve Mikerinos’tan oluşan piramitler dünyanın yedi harikası arasındadır. Bunları; kimler, neye göre seçmişlerdir. Bir yerde binlerce kişi öldürülse ve onların cesetlerinden bir dağ oluşsa bu harika bir görüntü mü, yoksa büyük bir soykırım mı olur? Bütün vicdan sahipleri bunun bir soykırım olacağında ittifak edecektir. Peki ya her biri iki ile on ton arasında değişen taşların Asvan’dan Kahire’ye kadar taşınması esnasında ve bu taşların yerleştirilmesi sırasında binlerce insanın can vermesi nedir?
Peygamberlerin kimlerle, neden mücadele ettiklerini anlamak, ilahlık iddiasında bulunanların akıbetlerini görüp ibret almak için piramitler görülmeye değer.
Batı piramitleri, müminler de onlardaki mantığı reddeden Hz. Musa (aleyhissalam)’yı yüceltiyor. Müslümanlara güzel ve çirkini öğreten Allah Azze ve Celle’ye hamdolsun.
Medeniyetin Gücü
Genelde alt katta olan üst kattakini, zayıf güçlüyü, taşralı da merkezdekini taklit eder. Birbirlerini etkilemesi açısından medeniyetler de böyledir. Güçlü olan medeniyetler zayıflar tarafından ilim, fikir ve sanatta model alınırlar. Mısır’ın sembolleri arasında yer alan Mehmet Ali Paşa Cami de İstanbul’un selatin camileriyle neredeyse ayniyet arz etmektedir.
Mehmet Ali Paşa’nın yönetim merkezi olarak kullandığı kale de Topkapı Sarayı’na çok benzemektedir.
Öğle namazı ile kale ziyaretini tamamlayıp otele geçtik. Mısır’da ikamet eden Metin Turan Bey’le buluşup Gafîr kabristanlığına doğru hareket ettik.
Mustafa Sabri Efendi
Mustafa Sabri Efendi son devir Osmanlı ulemasının tefekkür yönü en güçlü olan alimlerinden biriydi. İstanbul’da ittihatçılara ve modernistlere, Mısır’da da Abduh başta olmak üzere Meraği, Ferid Vecdi gibi yenilikçilere karşı kaleme aldığı reddiyeler onun fikri yönünün nedenli güçlü olduğunu göstermektedir.
Yirmi iki yaşında, Ezher ulemasından daha alim gördüğü Fatih Medresesi dersiamları arasına katılan ve onlarla birlikte ders vermeye başlayan Sabri Efendi, ilmi kariyerini şeyhulislamlıkla taçlandırmıştır.
Tavizsiz kişiliği ve İslam’a şartsız bağlılığı ittihatçılarla arasının açılmasına sebep olmuş bu yüzden iki defa İstanbul’dan hicret etmek zorunda kalmıştır.
Osmanlı Devleti’ne yakınlıkları gerekçe gösterilerek mal varlıklarına el konan ve ülkeden sürülen 150’liler listesinde oğlu İbrahim ile birlikte yer alan Sabri Efendi ikinci gidişinden sonra bir daha ülkeye dönememiş, Mısır’a yerleşmiştir.
Mısır’daki ilk günlerinde sıkıntılar çeken Sabri Efendi, zamanla Mısır uleması nezdinde “hüccet” kabul edilmiş, çeşitli ilim adamlarına ders okutmuş, icazet vermiştir. En hacimli eseri olan “Mevkıfu’l-Akl”i de Mısır’da kaleme almıştır.
Vatan cüda yaşadığı Mısır’da 1954 yılında vefat eden Sabri Efendi, büyük bir kalabalığın katılımıyla kılınan cenaze namazının ardından Kahire’deki Gafir Kabristanlığına defnedilmiştir.
Gafir, Karefe’ye göre daha bakımlı bir kabristan. Ana yoldan Mustafa Efendi’nin metfun olduğu sağdaki hazireye dönen yaya yolunun her iki tarafında mezarevler var.
Sabri Efendi’nin kabrinin olduğu hazirede türbedara göre yedi sekiz kişi bulunmakta. Gafir’deki bu hazirede olduğu gibi, Mısır’da ölüler için yerin altında sağlı ve sollu odalar yapılıyor. Bir tarafa kadınlar diğer tarafa ise erkekler defnediliyor. Mustafa Sabri Efendi de dört beş metrekarelik bölümde Ekmeleddin İhsanoğlu’nun babası ile birlikte yatmakta. Yanlarında bir kişi daha metfun. Bu yüzden Sabri Efendi’nin kabrinin yeri tam olarak belli değil.
Sabri Efendi ile Mısır ziyaretine ara noktası koyup, saat 18.30’da Gana’ya gitmek üzere Kahire’den ayrıldık.
Sözün Özü
Batı, sömürdüğü ülkeleri bilinçli olarak fakirleştirdiği gibi, her türlü hizmetten de mahrum bırakmıştır. Bu durum, zor şartlar altında yetişen hafifmeşrep Müslümanlarda Batı hayranlığı uyandırmıştır. Hayranlığın tetiklediği modernist söylemler İslam ülkelerini sefaletten kurtaramadığı gibi iman ve irfandan da mahrum bırakmıştır. Karafe’deki kimi mezarevlerden ya da sokaklarda dolaşan motosikletlerden yükselen müzik sesleri mahrumiyetin ne derece derin olduğunun bariz bir göstergesidir. Bu cihetle Mısır’ı Türkiye’ye, Karefe’yi de Karacaahmet’e benzetmek mümkün: “Tepinirken Beyoğlu ağlar Karacaahmet.”
Ulemayı kör taklitle suçlayan hürriyetçi, yenilikçi Reşid Rıza’nın sihirli ideolojisinden, kurtuluş yerine sömürüyü içselleştiren bir gençlik ve Hüsnü Mübarek’e özgü bir istibdat çıkmıştır.
İslam’ın bizzat kendisini yenilemeye talip hareketlerin söz sahibi olduğu Mısır’da çağdaş söylemlerin üzerinden bir şu kadar asır geçmesine rağmen insanlar hâlâ tozlu yollarda yürüyor, hiçbir batı ülkesinde göremeyeceğiniz acıları çekiyorlar. Mısır iddia edildiği gibi ne sanayide büyük atılımlar gerçekleştirebildi, ne de tarım alanında ciddi projelere imza atabildi.
Batılı gibi olmak isteyenler, Batı’nın ekonomik refah düzeyini yakalayamadıkları gibi kendi kimliklerini de kaybettiler.
İslam kültürünün şekillendirdiği elbiseler yerine blucin giyen kızlar, sokak ortalarında emperyalistleri resmeden heykeller, otel hollerinde saygın bir şekilde İngiliz işgalini canlandıran resimler, Türkiye’deki topçularla, çalgıcıları soran gençler… Bütün bunlara bakarken Mustafa Lütfi Menfelutî’nin “Hutbetu’l-Harb”ini düşündüm. Acaba bu gün için Mısır’da kaç kişi böyle bir hutbeyi dinleme ve gereğini yapma cesaretini gösterebilir?
Modernistlerin ümmeti içinden çıkılmaz bir anafora sürüklediğini yüksek sesle duyuran Mustada Sabri Efendi ne kadar da haklı imiş. Üstat o zamanlar şöyle diyordu: “… Ben Müslümanların maddeten ve ahlâken inhitatını ve belki kısmen iflasını inkar edenlerden ve buna çare olacak uyanış ve teceddüt (yenilenme) yollarının önüne set çekmek isteyenlerden değilim. Ancak buna çare olacak diye açıktan veya gizliden İslam dininin tahrip veya tahrif edilmesine lüzum gösterilirse o zaman ben, Müslümanların bu sefalet hâlinde kalmalarını haklarında daha hayırlı görürüm.” “… Müslümanların mesut bir dünya yüzüne çıkmasını vicdanî samimiyetimle arzu ettiğim hâlde dinimizin üzerine basarak erişebileceğimiz yüksek dünyanıza lanet ederim. Biz o yüksek dünyaya çıktığımız zaman İslamiyet de ona sımsıkı sarılan elimizle başımızın üstünde hürmetle bulunmalıdır. Hem bu şekilde hareket edersek yükseleceğimiz yere çıkarken bizliğimizi de beraber götürmüş olacağımızdan muvaffakiyet daha ziyade kesindir. Aksini yaparsak daha yükselme hareketinde melezleşmiş olan bizler, çıkacağımız noktaya ulaşmadan kuvvetimizi kaybetmiş olacağımız gibi, olmaz ya, arzumuzun en üst mertebesine yükselmek mümkün olsa bile, o yükselenler artık biz değil, bizden tenasuh etmiş başkalarıdır. Bize yabancı olan o insanların dünyalık saadetlerine çalışmak borcumuz olmadığı gibi ahiretteki mesuliyetlerine iştirak etmek de hiç işimize gelmez.”
Mısır, mazisindeki ulu hocalara tekrar kulak verir mi bilemem; fakat mustağripleri dinleyerek hatalı bir tercihte bulunduğunu her geçen gün daha iyi idrak etmektedir.