İnkişaf
İlmî dergicilikte yeni bir soluk

İnkişaf

Tahrifin sidre-i müntehası: Nasr Hamid Ebu Zeyd (1)

Halit İSTANBULLU

MUKADDİME
Kur’an-ı Kerim’in nüzülünden bugüne gelinceye kadar binlerce kudretli allame Allah Azze ve Celle’nin Kelamına hizmet edebilmek için ömürlerini tüketti. Şairler, edebiyatçılar, söz ustaları onun güzelliğini, icazını, i’cazını, faziletini anlatabilmek için birbirleriyle yarıştılar. Kur’an’ın her bir yönü için müstakil eserler kaleme aldılar. Fakat bütün anlatım ameliyeleri Allah Rasulu’nun anlatımı yanında son derece silik ve sönük kaldı. Nasıl kalmasın ki. Zira Kur’an’ın ilk muhatabı, Allah Teala’nın Onu açıklama görevini uhdesine verdiği kişi bizzat O. O diyor ki: “Sizden önceki ve sonraki nesillerin haberi, aranızdaki meselelerin çözümü Ondadır. O hak ile batılı ayırt eden kesin bir doğrudur. Komedi değildir.Kim bir zorbadan korkarak Onu terk ederse Allah ona öldürücü darbe indirir. Kim Ondan başka yol gösterici ararsa Allah Teala onu saptırır. O Cenab-ı Hakk’ın sağlam ipidir. O zikr-i hakim, sırat-ı müstakimdir. İstekler onunla masrufunda kalır. Diller onunla rekaketten kurtulur. Alimler ondan usanmaz. Çokça tekrarı yeniliğine halel getirmez. İnsanı hayrete düşüren yönleri bitip tükenmez. O öyle bir kitaptır ki cinler onu işittiklerinde şöyle demekten kendilerini alıkoyamadılar: ‘Şüphesiz biz doğruya ileten hayranlık verici bir Kur’an dinledik de ona inandık.’[1] Kim Onunla bir görüşü desteklerse doğru söyler. Kim Onunla amel ederse mükafatlandırılır. Kim Onunla hükmederse adil olur. Kim Ona çağırırsa doğru yola ulaştırılmış kabul edilir.”[2]

Bütün şubeleriyle Kur’an’ın ne olduğu ve ne olması gerektiğini en doğru Allah Rasulu ifade ettiği gibi nasıl anlaşılması gerektiğini de şüphesiz O göstermiştir. Dolayısıyla ancak Onun tayin ettiği usul çerçevesinde hareket edenler Kur’an’ı doğru anlama bahtiyarlığına erebilirler. Aksi bir ameliye içerisinde olanlar ‘Allah onunla bir çok kimseyi saptırır, bir çoğunu da doğru yola iletir.’[3] Ayetinde geçen sapık kelimesinin muhatabı olurlar.

Bir ayetin tefsiri ile alakalı meseleleri terkib ve tahlil cehdine giden kişi Efendimiz’in (s.a.v.) konuyla alakalı hadisi şeriflerini yada -Kur’an’ın inişine, Cebrail’in gelişine, Allah Rasulü’nün(s.a.v.) bağlayıcı beyanlarına, arap edebiyatının inceliklerine vakıf olan- ashabın mütalalarını gözardı eder buna mukabil mücerred aklıyla tayin ettiği usul çerçevesinde açıklamada bulunursa yaptıkları ta işin başında İslami olma özelliğini kaybeder. Nitekim Allah Rasulu(s.a.v), Kur’an’ı kendi gaye, ideoloji, meşreb ya da menfaatleri doğrultusunda açıklayanların ne olduklarını, nasıl değerlendirildiklerini ifade buyururken şunları söylemektedirler: ‘Kim kendi görüşü ile Kur’an’ı tefsir ederse cehennemdeki yerini hazırlasın.’[4]

Meselenin ciddiyeti, ashabı Kur’an’ı tefsir etme noktasında son derece hassas davranmaya sevk etmiştir. Öyle ki, bir çok ayetin inişine, Cebrail’in gelişine tanık olan Hz. Ebu Bekir (r.a.) diyor ki; “Bilmediğim konularda Allah’ın kitabı hakkında tefsirde bulunursam hangi sema beni gölgesine kabul eder ve hangi arz beni üzerinde barındırır.” İslam’ın devletleşme sürecine içtihatlarıyla büyük katkıda bulunan Hz. Ömer (r.a.) bir gün minberde hutbe irat ederken “Ve fakiheten ve ebba”[5] ayetini okur. Fakihe için, ‘bu bildiğimiz meyvadır. Ebba için ise, “Bu nedir? Onu bilmiyorum.” der. Sonra kendine dönüp şöyle seslenir: “Ey Ömer! Kur’an hakkında bilmeden konuşmak büyük bir sorumluluktur, böyle bir sorumluluğun altına girme!”[6]

Kur’an İlimleri

Rivayetleri ve o rivayetler çerçevesinde beyan ettikleri mütalaları, Kur’an’ı anlayış usulunun esası kabul edilen Ashabı Kiram’ın tefsir noktasında şahsi görüş izharından kaçınmaları onları takip eden kuşaklar üzerinde de etkili olmuştur.[7] Bu yüzden -Kur’an’la alakalı ilimleri tedris açısından- nesepleri ashabı kiram yoluyla Hz Rasulullah’a(s.a.v.) ulaşan İslam alimleri, Kur’an’ı anlamanın gelişi güzel olamayacağını muhakkak bir usul dairesinde geçekleşmesi gerektiğini vurguladılar. Bu vurgu, Allah Rasul’ünden (s.a.v.) gelen rivayetlerle pekişti. Bu noktada eserler telif edildi. Zamanla bu telifat ‘Ulum-u Kur’an’ adıyla yeni bir disiplinin doğmasına neden oldu. Allah Teala’nın (c.c.) muradı istikametinde tefsir yapmanın elif-basını veren “Ulum-u Kur’an” literatürünün medreselerde mufassal bir surette okutulması şahsi çıkarlara dayalı tefsir anlayışlarının meşruiyet alanı ortadan kaldırdı.

Ulema, Kur’an’ın inişi, toplanışı, tertibi, tedvini, esbab-ı nüzülü, Mekki- Medeni oluşu, nasihi-mensuhu, muhkemi-müteşabihi ve bunlar dışında onunla alakalı her şeyi ‘Ulum-u Kur’an’ kapsamında değerlendirmiştir.[8] Ulum-u Kur’an’ın tedvin ve tedrisindeki asıl gaye ise, Allah Tela’nın (c.c.) kelamını Cenab-ı Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) açıklamaları, sahabi, tabiin ve sonraki müfessirlerin üslubları çerçevesinde anlamaktır. Meşhur müfessirleri, benimsedikleri tefsir tarzları ile tanımak da bu bağlamda değerlendirilir.

Yeni Arayışlar

İslam irfan geleneğinde tefsir, farklı yaklaşımlar dikkate alındığında rivayet, dirayet ve işari olmak üzere üç kısma ayrılır. -Bunların nasıl olması gerektiği ise en küçük ayrıntısına varıncaya kadar “Ulum-u Kur’an” literatürünce tesbit edilmiştir.- Fakat modern zamana gelindiğinde malum tefsir tarzları aşılarak, müsteşriklerin geliştirdiği mantık örgüsünün de etkisiyle yeni tefsir yaklaşımları benimsenmiştir.[9] Benimsenen yeni tefsir tarzları İslam irfan geleneğinin usul ve tefsiriyle çelişince, meşruiyet telaşına kapılan modernist tefsirciler ‘Ulum-u Kur’an’a dair yazılan eserleri ve bu eserler dikkate alınarak telif edilen tefsirleri farklı açılardan eleştiri konusu yaptılar. İslam coğrafyasının çeşitli bölgelerinde bu anlayışta bir çok eleştiri neşrettiler. ‘Ulum-u Kur’an’ın tenkit edilişi, kamuoyunda yeni yaklaşımları dikkate alan bir tefsir usulünün geliştirilmesinin ihtiyaç olduğu hissini uyandırdı! Böylece, yeni “Ulum-u Kur’an” literatürü oryantalist telkinleriyle kaleme alınan tefsirlere meşruiyet kazandırmış olacaktı.!

el-Huli ve Edebi Tefsir Anlayışı

Modern zamanda oluşan tefsir tarzları içerisinde İslam’ın genel kabullerine en muhalif duran 1830 yılında Mısır’da doğan Emin el-Huli’nin (v.1966) geliştirdiği “Edebi Tefsir” anlayışıdır. 1923 yılında resmi bir görevle İtalya/Roma’ya ardından Almanya/Berlin’e gönderilen el-Huli, Avrupada kaldığı süre zarfında her iki ülkenin dilini öğrendi ve müsteşriklerin bu iki dilde kaleme aldıkları eserleri okuma imkanı buldu. Müsteşriklerle tanıştıktan, onların eserlerini okuduktan sonra İslami anlayış usulu bozulan ve bu bozukluk neticesinde Kur’an’a bakışı değişen bir çok Müslüman gibi el-Huli de değişti. Mısır’a döndükten sonra yazdığı her metinde yeni kimliğinin getirdiği değişimin etkisi görüldü.[10] “Çağımızdaki tefsirin asıl hedefi sırf edebi olmaktır.” diyen ve tefsir anlayışını bu esaslar üzerine inşa eden el-Huli, Mısır ulemasının sert tepkisiyle karşılaştı.

Aişe Abdurrahman, eşi el-Huli’nin geliştirme ve örneklendirme imkanı bulamadığı “Edebi Tefsir” anlayışını telif ettiği eserleriyle pratize etmeye çalıştı. Edebi Tefsir anlayışından hareketle Kur’an’ı tanımaya çalışan bir diğer yazar Muhammed Ahmed Halefullah’ın “el-Kasusu’l-fenniyyu fi’l-kur’ani’l-kerim”[11] adlı teziyle Kur’an’ı Kerim’deki kıssaları Edebi Tefsir usulu çerçevesinde tenkit ve tahlil etmesi, onların gerçekte vuku bulmadığını iddia etmesi gerek Halefullah’a gerekse ekolun bağlılarına karşı oluşan tepkinin dozunu artırdı. Neticede tezle direkt ya da dolaylı yoldan alakası bulanan Muhammed Ahmed Halefullah, Abdulkadir el-Mağribi, Muhammed el-Mubarek, Şevki Dayf, Tahir b. Aşur gibi akademisyenlerin üniversitedeki görevlerine son verildi.[12]

Aişe Abdurrahman, Ahmed Halefullah ve diğer “Edebi Tefsir” ekolu bağlıları el-Huli’inin sistematize ettiği tefsir anlayışını Kur’an’a tatbik etmeye çalıştılar. Bu noktada eserler neşrettiler. Fakat söz konusu anlayışın temellendirilmesi noktasında en kapsamlı çalışma, günümüz yazarlarından 1943 Mısır doğumlu[13] Nasr Hamid Ebu Zeyd’e aittir.

Mısır uleması, Kur’an hakkındaki görüşleri hezeyanlarla dolu olan Ebu Zeyd’in irtidat ettiğine dolayısıyla hanımıyla akdettiği nikahın da fesh[14] olduğuna hükmetti. Mahkeme de bu hükmü onadı.[15] Ebu Zeyd’in görüşleri basında ve büyük camilerde verilen vaazlarda eleştiri konusu oldu. Neticede 1995 yılında Mısır’dan ayrılmak zorunda kaldı.

Ebu Zeyd başta el-Huli’nin sistematize ettiği Edebi Tefsir anlayışı olmak üzere bünyesinde modernizmin kodlarını barından bilcümle tefsir tarzlarına meşruiyet kazandırabilmek için sünnet ve cemaat mezhebinin Ulum-u Kur’an literatürüne mesnetsiz ve insafsız tenkitlerde bulunmuştur. Bu çerçevede kaleme aldığı “Mefhumu’n-nass dirase fi ulumi’l-Ku’an”[16] adlı çalışması ilmi ve tarihi hakikatlere muhalif, ümmetin genel kabulleriyle çelişen görüşlerle doludur.

İşte bu makale, söz konusu eserin ihtiva ettiği görüşlerin bir kısmının tahlil ve tenkidi amacıyla kaleme alınmıştır.

BİLİMSEL ZİHNİYET KIRILMALARI

Kur’an’ın dini bir bakış açısıyla değil de edebi bir yaklaşımla incelenmesinin zorunlu olduğunu iddia eden el-Huli’nin Edebi Tefsir anlayışını benimseyen Ebu Zeyd, müminleri dini referansları dikkate alarak Kur’an’ı tefsir etmeyi terke, buna mukabil ‘bilimsel zihniyet’le onu değerlendirmeye çağırmaktadır. Kur’an’ın sıradan metinler seviyesine indirgenmesini ve nasslardan bağımsız bir surette akli ve edebi kriterler muvacehesinde okunmasını talep etmektedir.[17]

Yazarın taleblerindeki tasavvurun zıddı bir konuma sahip olan Kur’an’ı Kerim, bütün insanların dünya ve ahiret saadetini amaçlayan bir hidayet rehberidir. İnsanın aklı ile ulaşamayacağı ancak ilahi düsturlar vasıtasıyla öğrenebileceği cennet, cehennem, haşr gibi hakikatlerden bahseder. Akide kitaplarında semi’yyat başlığı altında incelenen bu nevi hakikatleri dini bir bakış açısı olmaksızın anlamaya çalışmak, matematik yada fizik metinlerini sırf edebi ölçülerle anlamaya benzer. Böyle bir yaklaşımın tek bir gayesi olabilir o da matematik ya da fiziğin varoluş gayesini perdelemektir. Kaldı ki Ehl-i Sünnet alimleri Kur’an’ı dil/edebiyat açısından incelemekten de geri durmamışlardır. Gramatik yönünü izah sadedinde telif edilen geniş hacimli ‘İ’rabu’l-Kur’an’ çalışmaları bütün medreselerin müfredatında yer alan Meani, Beyan ve Bedii ilimleri Kur’an’ı edebi açıdan anlamaya matuftur. Fakat Ebu Zeyd’in asıl gayesi, Kur’an’ı beşeri metinler seviyesine indirgeyip Onun değişmez hakikatlerini, ilahi yönünü ‘bilimsel zihniyet’ hezeyanıyla tartışmaya açmaktır. Bu indirgeme sürecine engel teşkil eden “Ulum-u Kur’an” disiplini ise yazarın tenkit oklarının öncelikli hedefidir.

Kur’an’ın sahih tefsirinin ancak Ulum-u Kur’an disiplinince tesbit edilen ölçüler çerçevesinde yapılacak olmasından rahatsızlık duyan Ebu Zeyd, ulemayı Kur’an ve sünnet noktasında sürekli aynı kriterleri tekrar etmek, yeni açılımlar gerçekleştirememekle itham etmektedir.[18]

Ebu Zeyd’in ‘tekrar’ dediği hakikatler ya bir ayete ya da bir hadise dayanmaktadır. Nitekim yazarın Ulum-u Kur’an’ı tenkit, bizimse istidlal için sıkça nakilde bulunacağımız Zerkeşi (v. 794/1392) ve Suyuti’nin (v. 911/1505) bu sahadaki eserleri, içerik itibariyle Kur’an ve Sünnet’ten mülhemdir. Yeni sözler sarf etme adına ayet ve hadise muhalif beyanda bulunmak Kur’an’ı anlamak değil bilakis anlaşılmaması için onu tahrif etmektir.

Kur’an İimlerinin Tedvin ve Nesebi

Yazar, Kur’an ilimlerini (Ulum-u Kur’an’ı) ebadi selasiyle tedvin ve tahlil bahtiyarlığına eren Zerkeşi ve Suyuti gibi alimlerin telifatının dış etkilere, özellikle de Haçlı saldırılarına karşı ümmetin medeni birikiminin, düşünce ve kültürünün muhafazasına matuf olduğunu,[19] bu yüzden müelliflerin kuru-yaş ayırımı yapmadan mevcudu ya da Kuran’la alakalı her şeyi eserlerine aldıklarını,[20] ne var ki modern zamanın ürettiği yeni problemlerin selefin sistematize ettiği klasik Ulum-u Kuran verileriyle çözümlenmesinin mümkün olmayacağını bu yüzden yeni yaklaşımların bir zorunluluk olduğunu iddia etmektedir.[21] Ebu Zeyd, bu yeni yaklaşımın nasıl olması gerektiğini soruştururken garip bir şekilde Müslümanların siyasi, ictimai, iktisadi ve sair alanda İslam’ın bütün yönleriyle yaşandığı sorunsuz devir olan Asr-ı Saadete dönülmesi yönündeki taleplerini yadırgamaktadır. Onları, İslam’ın geçmişte elde ettiği başarıları bu güne tanık göstermenin ötesine geçememekle itham etmektedir.[22] Ümmetin ilmi mirasına karşı olan güvensizliğini açıkca izhar eden yazara göre, Müslümanların tekrar Şer’i hükümleri hayatlarına tatbik ederek sorunları çözme talepleri,[23] ütopik bir yaklaşımdır.

İlahi olan Kur’an üzerinde konuşabilmek için, muhakkak Onun hakkındaki ilahi açıklamaları esas almak gerekir. Çünkü her ilim gibi O da kendine has yasalarla açıklanma hakkına sahiptir. Bu yüzden Ulemanın Kur’an ilimlerini ayet ve hadisleri temel alarak tedvin ve tahlil etmeleri tenkit değil takdir edilmelidir. Şayet yazarın iddia ettiği gibi, ulemanın duruşunu hicri yedinci asrın sosyo-politik şartları belirleseydi, o takdirde onlar ayet ve hadisle değil kendi yorumlarıyla eserlerini telif ederlerdi. Zira Kuran ve sünnet özelde hicri yedinci asrın şartlarını dikkate alarak nazil ve varit olmamıştı. Dolayısıyla selefin ameliyesi dış etkilere karşı bir içe kapanma değil, bilakis mevcut veriler doğrultusunda Kur’an’ı kendilerinden öncekiler gibi anlama gayretidir. Nitekim Zerkeşi ve Suyuti’ye kaynaklık yapan eserler söz konusu tehditlerin mevcut olmadığı asırlarda yazılmalarına rağmen benzer mütaalalara sahiptirler.

Ulum-u Kur’an’a kaynaklık eden ayet ve hadisleri dikkate almadan yeni mülahazalara girişmek Kur’ani esaslardan yoksun olacağından İslami olma özelliğini kaybeder. Bu açıdan böyle bir ameliye, tecdit değil tahriftir. Çünkü, bir şeyin yenileme özelliğine sahip olabilmesi bir asılın üzerinde gerçekleşmesine bağlıdır. O asıl’da Kur’an ve sünnettir. Dolayısıyla yadırganması gereken, ümmetin yaşadığımız asrın problemlerini çözme sadedinde asl’a yani Şeriat’a dönme talebini yadırgayan bakış açısıdır.

Geleneksel İslam’ın çözümlemelerinin modern zamanla örtüşmediği, bu yüzden yeni yaklaşımların çağın ihtiyaçlarını dikkate alarak yapılması gerektiği söylemi, dış etkilerden Kur’an ilimlerini telif eden alimlerin değil, yazarın etkilendiğini göstermektedir.

İslami bir metin telif edilirken şüphesiz dış etkiler dikkate alınmalıdır. Fakat bu dikkate alış, modern zaman krıterlerini Kur’an ve Sünnetin üzerinde gören bir bakış açısıyla değil, Kur’an ve Sünnet’i her şeyin üzerinde gören bir diyalektikle yapılmalıdır.

“Dünyanın ihyası maziye dönmeye bağlıdır:” tezini duyunca irtica paranoyasına tutulmuş meczuplar gibi garipleşen yazar, bilmiyor ki mazinin bütün kudretli kalemleri milletlerini köklerine dönmeye çağırmışlardır. Batı tefekkürünün en son tırmanış noktası Dante, İlahi Komedya’sını kaleme alırken ruhuyla kilisenin kaldırımlarına çöker. ‘Men hak-i reh-i Muhammed-i muhtarem/Ben Muhammed-i Muhtarın ayağının tozuyum.’ diyen Mevlana, bulduğu hakikate Efendimiz’in (s.a.v.) ifadelerini mutlak doğru kabul ederek ulaşır. ‘Bir ülke, dininden kopamaz, kopmamalıdır. Batıyı ancak din kurtarır.’ Diyen meşhur hiristiyan Dostoyevski kendine kulak verenleri maziye dönmeye çağırır. Koçi Bey, Sultan IV. Murad’a sunduğu Islahat Risalesi’nde vaziyetin çözümü ancak Fatih’in, Yavuz’un devrine dönmekle mümkündür der.[24]

Tecdit ve Teceddüt

Yazara göre bugün, Sünnet ve Cemaat anlayışına sahip alimlerin karşısında, eskiyi taklit etmenin imkansızlığını savunan yenilikçiler yer almaktadır. Bu akıma göre; ulema, kendi devrini yaşamış, ictihadda bulunmuş, düşüncelerini inşa etmiş ve bir kültür oluşturmuştur. Onların bu kültürel mirasını/geleneğini olduğu gibi bugüne taşımak doğru değildir.[25]

Ebu Zeyd’in tecdid/yenileme dediği yaklaşım, gerçekte teceddütten/yenilenmeden ibarettir. Zira tecdit, selefin yaptığı gibi İslam’ın esasına nüfüz eden gayri İslam-i bütün unsurları tasfiye edip, dini kendi öz değerleriyle aksiyoner duruma getirmektir. Tecdit, zihni ve ictimai anlamda İslam’ın özüne dönmeyi amaçlayan bir arınma hareketidir. Nitekim İslam toplumunda Müceddit kimliğiyle öne çıkan alimlere bakıldığında bu adı almalarının sebepleri arasında ya unutulan bir sünneti tekrardan hayata taşımak ya dini hurafelerden temizlemek ya da Kur’an ve Sünnete kayıtsız itaate çağırmaktan birisinin bulunduğu zahirdir. Nitekim meşhur müceddit İmam Rabbani Hazretlerinin Mektubat’ı incelendiğinde bütün mektupların bahsi geçen hususlardan müteşekkil olduğu görülecektir. Ne var ki, bu gün müceddit/yenilikçi etiketiyle ortalıkta yazıp çizenlerin yaptıkları, İslam’ın sabit esasları dahil bütün hakikatini değişen ve gelişen olgunun değerleri istikametinde kapsamlı bir değişime tabi tutmaktır. Öyle ki, tarihselcilik anlayışıyla Kur’an’ın hükümlerini tamamen buharlaştırabilmektedirler. Bu çerçevede yenilenmeyi bazen bir hakikati değiştirerek bazen de onu bütünüyle ilga ederek yapmaktadırlar. Yenilikçilerin ameliyesi, çağın hakim değerlerini dikkate alma esasına dayalı olduğundan tecdit değil teceddüttür/yenilenmedir. Netice itibari ile Ulemanın tecdit kavramına yüklediği anlamla yenilikçilerin yüklediği anlam bütün eczası ile birbirine muhaliftir. Farklı içeriklerine rağmen yenilikçilerin Ulema ile aynı kavramı kullanmaları ise, meşruiyet kazanma gayesine matuftur.

İslami Gelenek

Varlığını bir başka hareketin yanlışları üzerine ikame eden ve bu ikame ediş sürecinde aklı mutlak oldurucu ve buldurucu güç kabul eden felsefi hareketler açısından bakıldığında geleneğin reddi mümkün belki de zorunludur. Mademki hakikat tektir o halde felsefi hareketler birbirlerini tekzip etmeye mecburdurlar. Fakat ulemanın müktesebatı esasta birbirine muvafıktır. Çünkü o müktesebatın oluşmasındaki asıl buldurucu güç akıl değil Kur’an ve Sünnettir. Madem İslam’ın buldurucu gücü olan Kur’an ve sünnet bütün zamanlarda aynı kalıyor, değişmiyor o halde onların buldurduğu hakikat da değişmeyecektir. Yani İslam’ın söyledikleri esasta Hz Adem’den beri aynıdır. Ne Allah’a ne de ahiret’e imanda bir değişiklik vardır. İslam’ın bu yönünü göz ardı edip Kur’an’i hakikatleri tarihselci yaklaşımla ilga eden Ebu Zeyd’in gelenek yaftasıyla ulemanın müktesebatını maziye hapsetmesi kendi mantık örgüsü içerisinde pekala normaldir. Zira ancak bu tarz bir hareketle yenilikçi düşüncenin içtihatlarına fikhi ve itikadi anlamda uygulama alanları açılabilecektir.

İslam’ın bağlayıcı esasları çerçevesinde meseleye bakıldığında doğru olan geleneği bugüne taşımaktır. Zamanın değişmesi ile hükümlerin de değişebileceğini ifade eden fıkıh kaidesi, tarihselcilerin zannettiği gibi nass üzerine bina edilen hükümler hakkında değildir. Merhum Şeyh Ahmet Zerka, Şerhu’l-Kavaidi’l-Fıkhiyye adlı eserinde söz konusu kaideyi izah sadedinde şunları söylemektedir: ‘Buradaki hükümden maksat örf ve adet ile sabit olan hükümdür. Buna göre, hükmün kaynakları makamında olan örf veya adet değişirse bu değişime paralel olarak hüküm de değişir. Mesela İmam-ı Azam devrinde siyah renk kusurdu. Bir elbiseyi zorla alan kişi onu siyaha boyarsa ona eksiklik getirmiş kabul edilirdi. Fakat zamanla insanların siyaha olan bakışı değişti. Yani örf yeni bir hal aldı. Siyah, bir noksanlık yerine artı bir meziyet olarak kabul edildi.’ [26] Değişen bu örfe paralel olarak İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammet de renkle alakalı hükmü değiştirdiler. Çünkü hükmün kaynağı değişmişti.

Hükümlerin değişebilirliğinden bahseden fıkıh kaidesi ile istidlalde bulunurken onun tamamlayıcısı mesabesindeki şu kaide de gözlerden uzak tutulmamalıdır: “Lâ mesağa li’l-ictihadi fî mevridi’n-nassi”. Mecelle Türkçesi ile ifade edecek olursak “Nass ile sabit olan yerde içtihada mesağ yoktur.” Çünkü içtihat zannidir. Onunla elde edilen hüküm de zanni olur. Fakat nass ise kesindir, onda zan yoktur. Dolayısıyla ifade ettiği hüküm de kesinlik arz eder.[27] İnsan, hayat ve kainat değişir. Fakat Allah Teala ve Onun Kelamı değişkenler içinde sabit kalır. Bu yüzden Kelam-ı İlahi’den istinbat edilen hükümleri değişebilir kabul etmek müslümanca bir gayretin tazahürü olamaz.. Çağın ihtiyaçlarına göre yeniden yorumlama yaparken İslam değişen değil çağı değiştiren olarak kabul edilmelidir.

Gelenek Yenilik İlişkisi

Ebu Zeyd, Hasan Hanefi’nin ‘gelenek, kültürel ve milli bir yükümlülük olarak meselenin hareket noktasını, yenilik ise bu geleneğin çağın ihtiyaçlarına göre yeniden yorumlanmasını ifade eder’ şeklindeki bakış açısını gelenek-yenilik tasavvuruna tanık gösterir.[28] Yazarın hareket noktası olarak gördüğü gelenek tekdüze bir veriden ibaret değildir. O muhtelif tutumlar, sosyal güçler ve doğru yanlış bütün fırkalarda anlamını bulan eğilim ve akımlar mecmuasından ibarettir.[29]

Geleneğin ne olduğunun herkes tarafından kabul görür bir tanımını yapmak, sınırlarını çizip şudur demek fevkalade zordur. Genel bir tanımlamada bulunmak gerekirse şunları söylemek mümkündür. Vahye dayansın-dayanmasın meşru olsun-olmasın belli geçmişi olan bir yolu izlemeye, o çerçevede hareket etmeye veya toplumun, zihniyet ve uygulamasına yerleşmiş kuramları töre ve adete dönüştürüp sürekli kılmaya gelenek denir.

Yenilikçilerin özelde ise Ebu Zeyd’in gelenek kavramının İslamiliğine yüklediği anlamla Sünnet ve Cemaat anlayışına sahip bir alimin yüklediği anlam temelde bir birine zıtlık arz eder. Çünkü yenilikçiler öz posa ayırımı yapmadan bütün meşrep ve mezheplerin fikir ve aksiyonlarını gelenek bağlamında değerlendirirler. Yenilenmenin hareket noktası olarak gördükleri gelenek, içerik itibariyle doğru ile yanlışın iç içe yaşadığı bir kaostur. Bu yüzden doğru kadar içinde yanlışı da barındıran bir gelenekten hareketle yenilenme talebinde bulunmak nafile bir ameliyeden öte bir uğraş değildir. Geleneği doğru ile yanlışın buluşma noktası görmek işin başında ona karşı olması gereken güveni yok eder. Geleneğe karşı takınılan böyle bir tavır ondan istifade yerine onu tenkit ekseninde cereyan eder. Bunu söylerken gelenek masumdur bütün şubeleriyle ona itimat edilmelidir gibi bir iddiamız yok. Asıl söylemek istediğimiz madem gelenek diye bir tanımlamada bulunuluyor ve buna da Sünnet ve Cemaat anlayışı muhatab gösteriliyor o takdirde onların kendilerini tanıtmaları esas alınmalıdır. Yenlikçilerin tanımlamalarına göre geleneğin sınırlarını çizmek, rakip taraftarlarından birisini karşılaştırmada hakem yapmaya benzer.

Kuran’ı Kerim, uyulmasını ve devam ettirilmesini talep ettiği peygamberler geleneği İslam’dan (el-En’am 6/90), bir de terk edilmesi ve değiştirilmesini telep ettiği atalar geleneği küfürden ( el-bakara 2/170; el-Maide 5/104) bahsetmektedir. Buna göre, geleneğin bir sahihi bir de sapmışı vardır. Nitekim Allah Rasulu’nün (s.a.v.) yirmi üç yıllık risalet hayatı sahih olan peygamberler geleneğini inşa ve ihya, sapık olan Mekke’lilerin putperest geleneğini ise ilga ile özetlenebilir. Ebu Zeyd’in iddia ettiği gibi şayet yenilik, geçmişin bütün değerleri gelenek kabul edilip onlar üzerine tatbik edilecek olsa idi o takdir de Allah Rasul’unün (s.a.v.) Mekke’lilerin putperest gelenekleri ile mücadele etmemesi gerekirdi. Fakat Onun mücadelesi yanlış geleneği ilga, sahihini ise inşa ve ihya mihveri üzerine oturmaktadır.

Sünnet ve Cemaat anlayışı zaviyesinden bakıldığında gelenek için daha özel bir çerçevede şunları söylemek mümkündür: Gelenek, Kur’an ve Sünneti anlama ameliyesinde olan Sünnet ve Cemaat alimlerin bu iki kaynaktan ilhamla sarf ettikleri söz ve bunlarla alakalı ilmi disiplin, kültürel açılım ve sanatsal eğilimlerin yekunundan ibarettir. Ancak böyle bir gelenek hareket noktası kabul edildiğinde Allah Teala’nın (c.c.) muradı olan anlama ulaşılmış olur. Aksi takdirde yanlış harita kullananların avare dolaşmaları gibi akla ziyan usullerle hem zaman israf edilmiş hem de ihya adına bozgunculuk yapılmış olunur.

Yine yazar, Hasan Hanefi’nin, ‘ geleneğin, canlı ve sürekli değişen, çağın anlayışını, neslin oluşumunu ve tarihi gelişim evresini ifade eden olgudan bağımsız bir yönü yoktur. Yoksa gelenek, sabit nazari inançlar ve değişime kapalı evrensel hakikatler bütünü değildir.’ Görüşünden hareketle şunları söylemektedir: ’Yenilik talebi, önemli, yerinde bir talep olmakla birlikte, temelleri üzerine geleneğin inşa edildiği nesnel asıllara yönelik bilimsel bir zihniyete dayanmadığı takdirde, mevcut durum içerisindeki baskın güçlere hakimiyet ve gericilik yönünden –bilinçsizce- destek olmasının yanında gelenek içerisindeki en ilkel unsurların kutsanmasına yol açmanın da sorumlusu olur. Nitekim Afgani-Abduh-Reşid Rıza çizgisinin yenilik adına yaptıklarıyla gerici düşünceye sahip güçlerin kazanımları arasında kayda değer bir fark yoktur. Çünkü onlar da bilimsel bilinç yerine ideolojik kaygılarla hareket etmişlerdir.[30]

Sünnet ve Cemaat anlayışına sahip alimler nezdinde bir konunun ilmi esaslar çerçevesinde değerlendirilmesi şu kaidenin gereğinin yapılmasına bağlıdır: “İn künte nakilen fe’s-sıhha ev müdde’iyen fe’d-delil/Bir haberi naklediyorsan onun sıhhatini, yok eğer iddia ediyorsan delilini bilmen gerekir.” Buna göre, kişi bir haber rivayet ederken ilk kaynağa kadar haberin senedini, bir iddiada bulunurken de iddianın delilini bilmesi zaruridir.[31] Ebu Zeyd, İslam’ın sübut ve delalet açısından kat’iyyet ifade eden hükümleri dahil bütün mesailinin değişebilirliğini iddia ederken ne Kur’an ne de Sünnetten bir delile dayanmaktadır. Ortada sadece kendi hezeyanları ve onlara tanık gösterdiği Hasan Hanefi’nin görüşleri vardır. Yani Şıracının şahidi bozacı. Fakat Ebu Zeyd, şıracı-bozacı dayanışmasına karşı haberin sihhatini, iddianın ise delilini gözeterek eser telif eden ulemayı gerici, kendilerini ise bilimsel bilince sahip insanlar olarak nitelemektedir. Buna da yağız hırsızın ev sahibini bastırması derler.

Ebu Zeyd Kur’an ve Sünnetin çağa egemen kılınışına öylesine karşıdır ki; çağı İslam’a göre okuyup öz-posa ayırımına gitme yerine İslam’ı çağa göre okuyup egemen akla teslimiyeti tercih eden Afgani-Abduh-Reşid Rıza çizgisine bile tahammülü yoktur. Onun bu duruşuna karşı nasıl bir tavır alınması gerektiğini şu ayet ne kadar güzel ifade etmektedir: “Allah de, sonra bırak onları, içine daldıkları batakta oynayadursunlar.”[32]

İnsan aklının idrakini aşan itikadi hakikatleri, bilimsel bilinci tartışmasız otorite kabul ederek yorumlamak, onları değişime tabi tutmak delile dayanan değil bilakis delillere muhalif duran bir iddiadır. Çünkü inançla ilgili esaslar Hz. Adem’den (a.s.) Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) gelinceye kadar değişikliğe uğramadan sabit kalmışlardır. Bütün rasuller milletlerini Allah Teala’nın (c.c.) mevcudiyet ve vahdaniyetine, ahiret gününe, hesaba cennet ve cehenneme iman etmeye çağırmışlardır.[33] Kur’an bu hakikatin delilleri ile doludur.[34]

TAHRİFAT

Geleneğin bilimsel anlayışla ele alınmasının gerekliliğinde ısrar eden Ebu Zeyd , Kur’an’ın her şeyden önce bir metin olarak telakki edilmesini ve edebi-eleştirel bir bakış açısıyla anlaşılmasını talep etmektedir. Ona göre, ancak böyle bir anlama ameliyesi Kur’an’ın nesnel gerçeklerini ortaya çıkarabilir.[35] Cüretkar Kur’an sorgulamalarını, Müslümanların akidelerini sarsmaya yönelik teşebbüsler olarak değerlendiren ulemayı tenkit eden yazar onların aynı ayet üzerindeki farklı mülahazalarının İslam-ı bilinememe gibi bir riskle karşı karşıya bıraktığını gerçekte ise ancak kendi zihniyetinin ona nesnel bir bakış açısı kazandırabileceğini iddia etmektedir.[36]

Ebu Zeyd’e göre, Kuran’ın iki devri vardır: Teşekkül ve Teşkil Devri. Birincisinde Kur’an, hakikati ve özü itibari ile kültürün ürünüdür. Yani vahiy yukarıdan aşağıya doğru değil, aşağıdan yukarıya doğru gelişmiştir. Bu dönemde Kur’an, kültüre karşı edilgendir. Hayata rengini veren değil onun rengini alan bir Kur’an vardır. Böyle bir kitabın önceden mevcut metafizik bir varlığının (Levh-i Mahfuz) olduğuna inanmak Kur’an’ın kültür içinde teşekkül ettiği gerçeğinin gücünü azaltmakta ve bilimsel anlayışın imkanını zorlaştırmaktadır.[37]Yazar zihni kabullerini tasvib edebilmek için, Kuran’ın Levh-i Mahfuz gerçeğini reddetmektedir.[38] İkinci dönem ise, ‘Teşkil Devridir’, bu devir, Kur’an’ın kültürden aldıklarıyla hayata müdahale ettiği bir süreçtir. Yine bu süreç, Kur’an metninin egemen ve otariter bir metne dönüştüğü, diğer metinlerin kendisine kıyaslanıp, meşruiyetini ondan aldıkları bir süreçtir.[39]

Kur’an’ın Ne Söylediği Açıktır

Kur’an’ın ne söylediği aşikardır. Anlaşılmasının izaha vabeste olan bölümleri bizzat Allah Rasul’u (s.a.v.) tarafından açıklanmıştır. Hakikat bu minval üzere iken, yazarın çıkıp da nesnellikten dem vurması gerçekte Kur’an’ı tarihsel bağlamına taşıyıp nüzül dönemine hapsetmek ve Ona muhatap olarak yalnızca Allah Rasul’u (s.a.v.) ve ashabı göstermek amacına matuftur. Böylece, Kur’an’ın bütün insanlığa hitab eden tarih üstü duruşu izale edilecektir.

Ebu Zeyd’in ‘bilimsel yaklaşımı’ aslında cehaletin ona verdiği mağruriyetten öte bir şey değildir. Çünkü bilimsel yaklaşım ve onu benimseyen her akıl, kendi yaşadığı devri bütün zamanlardan üstün görür.[40] Onun nezdinde mazinin bütün değerleri çağdışıdır. Buna göre, bin dört yüz küsür yıl önce gelen Kur’an’ın bilimsel yaklaşım taraftarı bir modernisti muhatab alıp ona konuşması onun aklını buyurması üstün akıl sahiplerinin özgüvenlerini incitmektedir.

Beşeri metinler üzerinde icra edilen eleştirel yaklaşımın bilimsel yöntem safsatası ile Kur’an’a tatbik edilişi ilahi bilgiyi beşeri bilgi seviyesine indirgemekle eş anlamlıdır. Her şeyden önce Kur’an, ihtiva ettiği fıkhi, itikadi ve ahlaki hükümlerin ötesinde kendisi ile ibadet edilen ve içinde şüphe uyandıracak hiçbir unsur barındırmayan bir kitaptır. Onu eleştirel bir yaklaşımla okumak peşinen onda bir takım hataların varlığını kabul etmek demektir. Eğer böyle bir düşünceye sahip değillerse o takdirde yaptıkları abesle iştigaldir. Yok aksi söylenecekse onlar Kur’an’da hiçbir eğriliğin ve şüpheye neden olacak unsurun olmadığı hakikatini reddediyorlar demektir.

İlahilik yönü en önemli özelliği olan Kur’an’ı beşeri metinlerde esas olan eleştirel okumanın argümanları ile yorumlamak, kumaşı litre ile suyu da metre ile ölçmeye benzer. İnsanların kabulleri Allah Teala’nın ilmine nisbetle gerçeklik mi ifade eder ki yazar onları temel alarak insanları Kur’an’ı eleştirel bir bakış açısıyla okumaya davet ediyor!?

Kur’an Ezelden Ebede Nizam Verir

Kuran’ı yirmi üç yıllık nüzül devrinde kültüre karşı edilgen kabul edip vahyin yukarıdan aşağıya doğru değil de aşağıdan yukarıya doğru gerçekleştiğini iddia etmek müsamaha edilebilecek bir hezeyan değildir. Bu hezeyan, Kur’an’ın defaatle ifade ettiği inzal ve tenzil kavramlarını ya anlayamama ya da anlayıp dikkate almama anlamına gelmektedir. İlki cehalete ikincisi ise küfre amirdir. Aslında bu yaklaşımın ileriki yıllarda söylenmek üzere tehir edilen açık anlamı, Kuran’ı arap örf ve adetlerini temel alarak Hz. Rasulullah’ın (s.a.v.) -haşa- uydurduğunu söyleme safsatasıdır. Şimdilik meselenin bu boyutunu dile getirme görevi hala müsteşriklerin uhdesindedir. Zaten Emin el-Huli, Ebu Zeyd gibi yenilikçilerin Kuran’ı yorumlama usulleri ile müsteşrikler arasındaki tek fark, müsteşrikler Kuranı Allah Rasulune (s.a.v.) isnat ederken yenilikçiler şimdilik Cenab-ı Hakka (c.c.) isnat ediyorlar.[41]

Kur’an ilahi emirlerle doludur. Emirse yukarıdan aşağıya doğru gelir. Aksi zaten emir değildir. Üstün güç emreder.Vahiy, üstün güç olan Allah Teala’nın nüzül devrinden hareketle bütün zamanlara şamil olan emir ve yasaklarını içerir. İlahi emirler hayata şekil verir. Ebu Zeyd’in iddia ettiği gibi hayat ilahi emirlere şekil vermez. Çünkü böyle bir tasavvur emrin tabiatına aykırıdır.

Ayrıca konunun şu boyutu da göz ardı edilmemelidir. Vahyin zarfında tek taraflı bir müdahele vardır. Allah Teala (c.c.) arıya vahyeder, Musa’nın(a.s.) annesine vahyeder. Bunlar tamamıyla Allah Teala’nın (c.c.) tasarrufuyla gerçekleşir. Arıya vahyedilen program Allah Teala (c.c.) ile arı arasındaki müşterek bir ameliye sonucu hazırlandı denebilir mi? Bu soruya hayır diyenler vahyin gerçek muhatabı insan için de aynı cevabı vermek zorundadırlar.

Yazarın iddiasının aksine Kuran kültür içinde teşekkül eden edilgen bir kitap değildir. Dolayısıyla bünyesinde “etkin tarihin” değil Allah Teala’nın (c.c.) hükümlerini barındırır. Fakat oryantalist yönlerdirmelerle aklı karışan ve bu karışmanın neticesinde doğru ile yanlışı ayırabilme melekesini yitiren modernistler Kur’an’ın müşahhas beyanlarının tarih üstü duruşlarını idrak edememektedirler.

Modernistlerle Sünnet ve Cemaat anlayışına sahip alimlerin vahyin nasıllığı hakkında zıt kanaatlere sahip olmalarının temelinde Allah Teala’nın varlığının farklı tasavvur edilişi vardır. Sünnet ve Cemaat alimlerine göre nasıl Onun varlığında hiçbir şeyin zamansal ve mekansal bir boyutu yoksa vahyinin hitabının kuşatıcılığının da zamansal ve mekansal bir boyutu yoktur. Fakat Ebu Zeyd’in tasavvurunda vahiy, kültürden etkilenerek teşekkül ettiğinden onda insanilik vardır. İnsanda zaman ve mekanla sınırlı olduğuna göre, onun kültürünün ürünü olan vahiy de insani özellikleri taşır ve dolayısıyla o da zaman ve mekanla sınırlıdır.

Hz Adem’den (a.s.) Efendimiz’e (s.a.v.) kadar uzanan süreçte var olan rasullerle alakalı kıssaların Kur’an’ı Kerimde zikredilmesi ilahi hitabın zamansal ve mekansal bir sınırının olmadığını gösterir. Kıssalardaki müşahhas olaylar ve onların ilk muhatapları değişse bile vahiy vasıtasıyla iletilen ilahi hakikat değişmemektedir. Çünkü tarihi ve içtimai yönü olan beyanlar her ne kadar müşahhas görünse bile gerçekte bunlar geçmişte olmuş ve gelecekte de olacak tekrarlanır hakikatlerdir. Yeme içime gibi insan varlığının ikame ve idamesi için gerekli olan, bundan dolayı da sürekli tekrarlanan öğeler gibidirler. Bu yüzden geçmiş peygamberlerin kıssaları bugünün müminine de hitap etmektedir.

Kur’an Değişmeden Değiştirir

Allah’ın (c.c.) Cibril (a.s.) vasıtasıyla, Rasulullah’a (s.a.v.) indirdiği[42] Kuran, hayata müdahildir. Şekillenmeye değil şekil vermeye gelmiştir. Aksi taktirde vahyin bir anlamı kalmazdı. “Etkin tarihe” göre teşekkül eden vahiy tasavvurunda ilm-i ilahinin muattal addedilişi, insan bilgisininse ondan üstün kabul edilişi vardır. Halbuki Onun ilmi her şeyi kuşatır. Bugün için ne ifade ediyorsa yarın da onu ifade eder. O daima ve kesintisiz etkindir.[43] Her an bir etkinlikte bulunur.[44]

Bu çerçevede cahiliye devri hukukuyla İslam hukukunun münasebetini yanlış okuyup çarpık yorumlayanlara ise şunu söylemek bir vazifedir: Cenab-ı Hak belli aralıklarla fakat sürekli bir surette yeryüzüne müdahale etmiştir. Bu müdahalelerde muhataplar farklı olmakla birlikte özde insanların ortak buluşma noktaları ve hayati ihtiyaçları gözetilmiştir. Bundan dolayı bütün dinlerin genel adı İslam, bağlılarının ise müslümandır. İlahi, evrensel ve halidi olma özelliğine sahip bu müdahalenin son halkasında İslam vardır.

Tarihi olmayı aşan, muayyen bir coğrafya ve muayyen bir topluma sığmayan evrensel İslami kültür, nebevilik özelliği ile muharref bir surette cahiliye devrinde de yaşamakta idi. Bu yüzden, Arapların hayatında önceki peygamberlerin şeriatlarından belirgin izler vardı. Kuran, ibka, ihya, ilga ve inşa ameliyeleri ile hayatı yeniden düzenledi. Yani bünyesinde bir çok yanlışla birlikte evrensel ve nebevi kültürün de kodlarını taşıyan hayatı öz-posa ayrışımına tabi tuttu. Doğruları alıp yanlışları gerisin geri küfür fideliğine iade etti. Eğer Ebu Zeyd’in Kur’an’ın kültür içinde teşekkül ettiği hezeyanı doğru olsaydı Arap müşrikler Kur’an’dan hoşnut olurlardı. Halbu ki onlar, Kur’an’ı kendi kültürlerinin ortadan kaldırıcısı olarak görüyorlar ve onun ilerleyişine mani olabilmek küfür geleneklerine (atalar dini) bağlı kalmada ısrar ediyorlardı.[45]

Bütün gerçekler ayın on dördü gibi zahirken, oryantalizmin buyurgan aklıyla Kur’an’a saldırmanın neresinde iyi niyet olabilir ki, modernizmi bütün mevcudiyetiyle küfür fideliğine isnat eden ulema taaassupla itham edilmektedir?

Kur’an’ı muradı ilahi çerçevesinde anlayabilmek için mutaassıb olarak itham edilen ulemanın perspektifine sahip olmak gerekir. Bu perspektife sahip olanlar, Kuran-ı Kerimdeki bazı hükümlerin niçin yedinci asrın hakim kültürüyle kısmen örtüştüğünü kolayca idrak edebilecektir. Bu örtüşmenin, Kuranın insaniliğine değil, ilahi ve halidi oluşuna işaret ettiği görülecektir. Çünkü Kur’an’ın nazil olduğu dönemde Hicaz’da hala Hz. İbrahim’den (as) kalma hatıralar yaşıyordu. Örneğin –her peygamber gibi- Hz. İbrahim’in (a.s.) kaynağı da vahiydi, Peygamberimizin (s.a.v.) kaynağı da vahiy olduğuna göre hac gibi insanın kulluğunu amaçlayan bir ibadette iki peygamberin şeriatının bir birine benzemeleri vahyin zarfında olan halidiliğin bir gereğidir. Bütün bunlardan sonra İslam’ın haccı belli değişikliklerle kabul etmesini kültürden etkilenme olarak değerlendirmek mümkün müdür!?

Şey olma özelliğine sahip her şey görsel ve kuramsal yönünü vahye borçludur. Eğer Allah (c.c.) Peygamberlerini göndermemiş olsaydı, insanlar değil medeniyetin en büyük icadı tekerleği bulmak yemek, yemek için ağızlarının yolunu bile bulamazlardı. Bu kıyastan hareketle; medeniyetin kaynağına inersek orada vahyi görürüz. Cemiyete hakim olan hurafeler ise vahiy doğrusuna bakılarak oluşturulan yanlışlardır. Hz İbrahim’den, Hz. İsa’dan kalan sünnetlerin sahihlerinin Kuran’ın münderecatında yer almaları Kuran’ın vahiy olduğunu tasdik eder. Çünkü bütün peygamberler Allah’ın rasülleriydi ve evrensel hakikatleri tebliğ ediyorlardı. Dolayısıyla temelde söylediklerinin aynı olması bir zorunluluktur. Bütün bunlardan sonra Nasr Hamid Ebu Zeyd’in edilgen Kuran tasavvurunun ne kadar sığ ve basit olduğunu söylemek zannediyorum kelam israfı olur.

O Levh-i Mahfuz’dan Gelmiştir

Kur’an’ın, Şer’i dilin meşhur ifadesi ile “Levh-i Mahfuz”dan[46] yani her şeyin yazıldığı varlık sahifesinden[47] dünya semasına indirilişi hususunda alimler arasında ihtilaf yoktur. -İhtilaf, sadece inişin keyfiyeti hakkındadır.-[48] Zira Kur’an, bizzat “Levh-i Mahfuz”dan indiğini ifade etmektedir: ‘Hayır o şerefli bir Kur’an’dır. Levh-i Mahfuzdadır.[49] ‘O, elbette değerli bir Kur’an’dır. Korunmuş bir kitaptadır (kitab-i meknun).’[50] -Fahreddin Razi Levh-i Mahfuz ile “Kitab-i Meknun”un aynı anlama geldiğini söylemektedir.-[51] Melek işte o “Levh-i Mahfuz”dan aldığı ayetleri Allah Rasulüne indirmiştir.[52] Bütün bu ayetler ortada dururken Kur’an’ın Levh-i Mahfuz’da önceden var olduğunu inkar etmek ancak Kur’an’ı Kerim’in şu ayetiyle ifade edilebilir: (Ey Muhammed!) De ki: “Siz Allah’a dininizi mi öğretiyorsunuz? Oysa Allah, göklerdeki ve yerdeki her şeyi bilir. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.”[53]

Leave a Reply

You must be logged in to post a comment.