İnkişaf
İlmî dergicilikte yeni bir soluk

İnkişaf

Mukaddime 3

Yahya ARSLAN

Firavun, Karun ve Bel’am Baura… Üçünün de ortak özelliği Hz. Musa’ya karşı olmaları. Kaybettiklerini anlayınca sureta zihniyet değişikliğine gittiler, saf değiştirdiler, reddettikleri medeniyetin en ön safında yer aldılar. Dinin bağlıları olarak, din düşmanlığı yaptılar. İfadeleri, dinin hakikatiyle eş değer kabul edildi.
Hz. Musa ile mücadele edenler, yenildikleri gün büyük bir zafer kazanmışlardı. Mü’min görünüp, dışarıdan yapamadıklarının belki yüz katını yaptılar, Tevrat’ı elleriyle tahrif ettiler. İhtiyarlarını Allah’ın muradına tercih ettiler. Ahbar, Haham adı altında Musevi Bel’am Bauralar icat ettiler. Ömürlerini Hz. İsa’nın manevi yürüyüşünü engellemeye adayanlar, dine karşı olanların tükenişini görünce İsevi oldular, havarilerin yerini aldılar. İsa’nın düşmanları İsevi kimlikleriyle din telkin ettiler. Roma senatörlerinkinden daha şen’i icraatlara imza attılar: Kendisine uyulması gereken kitabı değiştirip, hakim güce göre yorumladılar. Dıştan yıkamadıkları dini içerden çökerttiler. “Elleriyle Kitabı tahrif” ettiler. Hakikati o derece çarpıttılar ki, peygamber mirasını sonraki kuşaklara aktaracak ne bir Musevi ne de bir İsevi yetişebildi. Yığınla insan hakikat niyetine muharref dine iktida etti. Muhtelif bölgelerde içinde dogmatizmin korunduğu kaleler kuruldu. Adına havra, kilise dendi. Yanlışı tashih etme talebinde bulunan müstaid kafalar “Engizisyon Mahkemeleri”nde yargılandı, giyotinle başları vücutlarından ayrıldı. İnsanlığı kurtarmak için gönderilen vahiy, muharrif ellerde dalalet rehberi oldu. Aydınlanmanın dinsiz kuşağını ifrata taşıyan, şüphesiz ki kilisenin çökerttiği bu dindi. Bu yüzden batı ve doğudan nice yüz yıldır büyük sayılabilecek zekalar yanlış yönlerdirmenin kurbanları olarak din adına dine karşı yetiştirildi. Ebedi kurtuluş umuduyla kiliseye mümin olanlar, ebediyyen nasıl mahkum olunabileceğini öğrendiler.

***
Allah Rasulü’nün de düşmanları vardı. İbadet etmesine, Kur’an okumasına engel olan düşmanları… Yoluna dikenler serer, mübarek vucudunu taş yağmuruna tutarlardı. Ashabına olan fart-ı muhabbetini bilenler, gözleri önünde onlara işkence ederdi. Gayeleri ise, O’nu ruhen çökertmekti. Fakat başaramadılar, Efendim’in (s.a.v.) yürüyüşüne engel olamadılar. Meşiet-i İlahi’de kabul gören dualarıyla aşılmaz gibi görünen nice yollar kat etti. Duaya kalkan elleri “buzdan dağları” eritti. Hz. Ömer O’nun (s.a.v.) dualarının bereketiydi. İlmik ilmik dokudu yürekleri. Ashabının sayı itibariyle kırka ulaşması yılları bulmuştu, fakat o kırka dahil olanların her biri, bir ümmete bedeldi. Tek bir hedefleri vardı; O’ndan (s.a.v.) dinlediklerini ulaşabilecekleri en son nokta neresi ise oraya kadar taşıyabilmek. Kiminin adı Cafer b. Ebi Talip’ti, Habeşistan’a gidebilmişti. Kiminin ki ise Ebu Eyyup, ahir ömründe İstanbul önlerine at sürmüştü.
Allah Rasulü’nün riyasetinde başlayan, Ebu Bekir, Hatice b. Huveylid, Ali b. Ebi Talib ve Zeyd b. Haris’le yeni bir boyut kazanan manevi yürüyüşün erleri, insanlık tarihinin en hasbi cemaati oldu. “Muhakkak ki bu Muhammed büyük bir dava için yaratılmıştır.” diyen Ebu Bekir, Allah Rasülü tarafından İslam’a davet edildiğinde o kadar mesu’d olmuştu ki; “İşte yıllardır senden bunu bekliyordum.” diyip oracıkta imanını arz etmişti.
Mekke’de başlayan davet, gün geldi Allah’ın bereketiyle binlere, on binlere ulaştı. Fakat hep, o ilk anın heyecanı yüreklerde canlı kaldı. Sadakat Ebu Bekir’in iman ettiği gün ne ifade ediyorsa, Allah Resulü “Ya refike’l A’la” deyip “Yüce Dosta” yürüdüğü gün de aynı şeyi anlatıyordu. Ashabı bir iken de, bin iken de O’nunla (s.a.v.) aşk nikahı kıymışlardı. Hz. Ali, ölümün mukadder ve muhtemel olduğu gece, O’nun (s.a.v.) yatağında yatmıştı. Uhud’ta ki sahabiye Hz. Nesibe, O’nu koruyabilmek için göğsünü, yağan oklara siper etmişti. Allah Resulü O büyük kadının kahramanlığını anlatırken şöyle diyecekti: “Sağıma bakıyorum: Nesibe, soluma bakıyorum: Nesibe, arkama bakıyorum: Nesibe.” Her yerde Nesibe… Ashab, Bedir’de, Hudeybiye’de o kadar fedakardı ki; dünyada cennetle müjdelenen ilk ümmet oldular.
Sahabe, Allah Rasulü’nün Sünneti’ne sadakati, her şeyden daha aziz gördü: Efendimiz’in, ahirete irtihal etmeden önce kumandan olarak atadığı Usame b. Zeyd’in vazifesi tartışma konusu edildiğinde, Devlet Başkanı Ebu Bekir; “Değil Allah Rasulü’nün atadığı bir kumandanı azl etmek, O’nun sıradan bir ameliye olarak attığı bir düğümü dahi çözmem.” diyerek kararlılığını izhar etmişti.
İrtidat hareketleri başladığı zaman Devlet Başkanı Ebu Bekir zekat vermeyi reddedip dini parçalamadan yana tavır alanlara karşı, savaşacağını beyan edince, Hz. Ömer, “Kelime-i Tevhid”i kabul edenlerin mal ve canlarını koruma altına aldıklarını bildiren hadisi gerekçe göstererek savaşmanın doğru olmayacağını söylemişti. Ebu Bekir ise; “Allah’a yemin olsun ki; Hz. Rasulullah’a verdikleri ‘devenin ayağına bağlamakta kullanılan bir ipi’ dahi bana vermekten istinkaf ederlerse onlarla savaşırım.” diye mukabelede bulunmuştu. İnsanların çoğunun savaşmaya gönülsüz olduğu, bu durumda kimlerle birlikte savaşmayı düşündüğü kendisine sorulduğunda; Esma ve Aişe’yi göstererek: “Şu iki kızımla birlikte” demişti. Yanında iki kızı olduğu halde binlere karşı koymayı göze alan Ebu Bekir’in tek bir gayesi vardı: O da Allah Rasülü’nün mirasının bozulmadan sonraki kuşaklara aktarılmasıydı. İşte o ruh vesilesiyledir ki, bütün dinler, bağlıları tarafından tahrif edilirken İslam, geldiği gibi sonraki kuşaklara taşındı. Ümmet, fitnenin hakim olduğu nice devirler gördü. Mu’tezileden Şia’ya, Kaderiyye’den Cebriyye’ye kadar dalaletin binlerce dailerini dinledi. Fakat “Sevad-ı Azam”, Sünnet’in ve o Sünnet’e göre yaşayan cemaatin ardı sıra yürüdü. Kur’an’ın adil olduklarını beyan ettiği ashab ve onların merviyyatı “ehl-i dalalet”in İslam’ı tahrif etmelerine mani oldu. Ebu Hureyreler’in, Abdullah b. Mes’udlar’ın, Enes b. Malikler’in taşıdığı ilim bayrağı, Hasan Basriler’in, Said b. Müseyyebler’in, Alkameler’in… elinde ihtişamla dalgalandı. Müctehit imamların bereketli çalışmaları İslam şehirlerini ilimle doldurdu. Ebu Hanife, Malik, Şafii, Ahmed b. Hanbel, Süfyaneyn, İbn Cerir Taberi… İlim sancağını yüksek burçlara taşıdılar. Hakikatin müdafaası için gerektiğinde canlarıyla bedel ödediler.
İmam-ı A’zam kadılığı reddedişinden dolayı zindanda kırbaç yiyerek şehit oldu. İmam Malik “Mükreh’in talakı vaki’dir.” dediğinden ve bu deyişiyle mevcut iktidarın halktan aldığı biatın da geçersiz olduğunu ilan ettiğinden dolayı, öylesine dövüldü ki aldığı darbelerin tesiriyle omuzları çıktı. Şafii, elleri zincire vurularak Yemen’den Bağdat’a götürüldü. Mihne yıllarında Kur’an’ın yaratılmış olduğunu savunan Mu’tezili görüşü reddeden Ahmed b. Hanbel, tarifi imkansız ezalara maruz kaldı. Onlar bütün bu olanlara göğüs gerdiler. Tek gayeleri sureta mü’minlerin, İslam adına İslam’ı yıkmalarına karşı koymaktı. Allah’ın inayetiyle de başardılar.
Musa’nın, İsa’nın karşısında yer alan Bel’am Bauralar güçlerini yitirince, “Musevi”, “İsevi” nisbeleriyle, Tevrat’ı, İncil’i tahrif etmişlerdi. Yemen’li Yahudi Abdullah b. Sebe’nin başını çektiği, İslam’ı içerden çökertme hareketi ise ilki gibi başarılı olamadı. Çünkü sahabenin Peygamberle kıydığı aşk nikahı öylesine içtendi ki, her biri, hem “olanı olduğu” gibi aktardı hem de kendileriyle aynı hassasiyeti paylaşan onlarca allame yetiştirdi; Said b. Müseyyeb, İbrahim b. Yezid en-Nehai, Hammad b. Ebi Süleyman…, Ebu Hanife…, Malik, Şafii, Ahmed b. Hanbel…, Buhari, Müslim, Tirmizi…, Hassaf, Kerhi, Tahavi…, Pezdevi, Serahsi, Ebu Zeyd Debusi…, Gazzali…, Molla Hüsrev, Ebu’s-Suud, Kemal Paşa Zade, …, İmam-ı Rabbani…, İbn Abidin, Muhammed Zahid Kevseri, Ahıskalı Ali Haydar Efendi… İlim cihetiyle nesepleri sahabeye onlardan da Hazret-i Rasulullah’a ulaşan muazzam silsilenin mübarek halkalarıdır.
***
Abdullah b. Sebe ile başlayan, zındıklarla devam eden, bugün ise oryantalizmle temsil imkanı bulan muharrif anlayışın gayesi, İslami disiplinleri töhmet altında bırakmak ve bu yolla Müslümanlar’ı geleneklerinden koparmaktır. Maalesef ki bu anlayış, içimizdeki “reddi mirasçıların” teslimiyetçi duruşlarıyla, kronik bir hastalığa dönüşmüştür. Ahval ve şerait gereği, tashihi aciliyet arz eden bu hususu, İnkişaf mufassal bir şekilde tahlil etmeyi ihtiyaç olarak telakki etti. İnkişaf hakikatte, müdafaadan öte bir beyandır. Fakat bazen doğruyu izah edebilmek için, neyin yanlış olduğunu da belirtmek gerekmektedir. Bu yüzden “Sahabe Müdafaası” başlığını taşıyan ve bir Sünni ile Şii arasında akdedilen münazarayı anlatan yazı, ayrı bir önem arz etmektedir. Okuyucu söz konusu yazıda, doğru ile yanlışı bir arada bulma imkanına sahip olacaktır. Sahabenin adaletini “efradını cami’, ağyarını mani’” bir şekilde izah eden kapsamlı makale, hadisenin hangi ölçüler dahilinde mütalaa edilmesi gerektiğini, ilmi esasları dikkate alarak izah ediyor. Bütün İslam karşıtlarının ortak düşman ilan ettiği Ebu Hureyre’nin, İslam için ne derece önemli olduğunu, O’nu hedef alan iddiaların, nereye dayandığını ve gayelerinin ne olduğunu anlatan makale ise, O büyük sahabiyi, gündelik olayların basit mantığıyla anlamanın ne derece azim hatalara sebep olduğunu, mukni delillerle isbat, hataları ise tashih etmektedir.
Ahıskalı Ali Haydar Efendi dosyası, bütün bereketiyle devam ediyor. Ali Ulvi Kurucu ile Şeyhu’l-İslam Mustafa Sabri Efendi hakkında yapılan söyleşi ise, Ali Haydar Efendi yazısının bir alamda zeyli gibi oldu. Bu iki yazıyı, bir devrin iki ulu hocasının, benzer sıkıntılara nasıl direndiklerinin ve bu halleriyle sadatın sünnetine ne derece iktida ettiklerinin vesikaları olarak takdim etmek sezadır.
Özellikle son devir İslami anlayışlar üzerinde derin izler bırakan, Mısır’daki masonik yapılanmayı sosyolojik zaviyeden tahlil eden Kerim Wissa’ya ait makale, kimlerin nereye ait olduklarını belirtmesi cihetiyle ayrı bir önemi haizdir. Mayıs ayı düşünce tarihimizin büyük kurmayı Üstat Necip Fazıl’ın, haziran ise Cemil Meriç’in Ezeli ve Ebedi Dost’a gidişlerine tekabül ettiğinden, gök kubbemizin bu hoş sedalarını, birkaç makaleyle de olsa, bugüne taşımayı, temsil ettiğimiz anlayışın tahkimi gereği bir vazife telakki ettik.
İnkişaf, üçüncü sayısında çok daha güçlü bir kadro ve içerikle okuruna ulaşıyor. İlk sayıdaki satışları dikkate alarak tab’ettiğimiz ikinci sayı kısa zamanda tükendi. Bu yüzden, dergi ile alakalı gelen taleplere, olumlu cevap veremedik. Fakat okurlarımız arzuladıkları takdirde inkisaf.net  adlı yeni sitemizde, derginin bütün makalalerini bulabilirler.
Okurlarımızın ilk sayılarda ki yoğun teveccühünü dikkate alarak üçüncü sayıyı, önceki baskı adedinin bir buçuk katı artırdık. Sadece Rıza-i İlahi için, on-on beş abone yapan vefalı okurlarımız sayesinde, bu artış -inşaallah- her sayıda devam edecektir.
“Şimdiye kadar nerede idiniz? Elhamdulillah… İslami İlimler adına neşriyat yapan bir dergi İnkişaf gibi olmalı, şüphe değil güven telkin etmeli. Gücüm nisbetinde yanınızdayım.” Diyen okurlarımıza, teşekkür ediyor, dualarının devamını istirham ediyoruz.
Allah’ın selamı üzerinize olsun.

Leave a Reply

You must be logged in to post a comment.