İnkişaf
İlmî dergicilikte yeni bir soluk

İnkişaf

Müslümanların zihinleri nasıl karıştırıldı

Mehmed Şevket Eygi

Bilhassa son otuzbeş seneden beri Türkiyemizde din konusunda birtakım alışılmamış olumsuz rüzgârlar esmeye başladı. Dinde reform, dinde değişiklik, dinde yenilik, ılımlı İslâm, Light İslam gibi tâbirler tedâvüle girdi. Asırlardan beri Ehl-i Sünnet sınırları içinde yaşayan Müslümanlar arasında dinî tartışmalar, çekişmeler şiddetlendi; ortaya büyük anlaşmazlıklar çıktı. “Birileri” Müslümanların kafalarını karıştırmak istemiş ve bunda başarılı olmuştu.
Din konusundaki tartışmaları, çekişmeleri icâzetli ve ehliyetli din uleması mı yapıyordu? Hayır! Ulema dinî konularda hafiflik yapmaz, lüzumsuz ve faydasız tartışmalara girmez.
Bu gibi zihin karıştırmalar (Osmanlılar buna tağşiş-i ezhân derlerdi) ehliyeti ve icâzeti olmayan birtakım ilâhiyatçılar (bu gibi işlere bulaşmayanları tenzih ederek söylüyorum), bazı “amatör” din bilginleri, bir grup İslâmcı, heveskâr gençler, radikaller tarafından yapılmıştır. Peki bunların arkalarında hangi güçler bulunmaktaydı? Tahmin etmek zor değildir bu güçleri.

Yakın tarihimizde, yetmiş-seksen seneden beri “birileri” Türkiye’den İslâm’ı kaldırmak, silmek istiyor. Büsbütün kaldıramazlarsa İslâm’ı bozmak, ortaya indirilmiş (münzel) ilâhî bir İslâm yerine, uydurulmuş, hafifletilmiş, beşerî bir ideoloji ve hümanizma haline getirilmiş, reforma tâbi tutulmuş yeni bir İslâm…
Madalyonun öbür tarafında, Ehl-i Sünnet Müslümanlarını bozuk ve hatta müşrik sayan bir tâife vardır. Bunlar kendi mezheb ve meşreblerini Türkiye’de hâkim kılabilmek için, öncelikle eski İslâmî yapıyı yıkıp, meydanı temizlemek gerektiğini düşünüyorlardı. Bunun için de her vesile ile halkın ve gençlerin kafasını karıştırmak, akâid ve fıkıh konusunda yeni rüzgârlar estirmek istiyorlardı.
İslâm’ı ve Müslümanları ülke ve devlet için en büyük tehdit ve tehlike olarak gören, dindar zümreye iç-düşman olarak bakan Pembeler de dinde değişiklik ve yenilik yapılmasını, eski geleneksel Sünnî Müslümanlığın yerine suya sabuna dokunmaz platonik bir Müslümanlık gelmesini şiddetle arzu ediyorlardı. Başka bir tâbirle musallî Müslüman değil, musallâ Müslümanı istiyorlardı. Onlara göre din bir vicdan işiydi, kesinlikle vicdanlardan dışarıya çıkarılmamalıydı. İnsanımız zaten Müslümandı. Öldüklerinde câmiye getirilip musallâ taşı üzerinde cenaze namazları kılınmıyor muydu? Her gün her yerde cenaze namazları kılınırken Türkiye’de din hürriyeti yoktur demek ne büyük bir küstahlıktı!..
Maalesef Müslümanların bir kısmı, uçlarında dinde reform, dinde yenilik, dinde değişiklik yemleri bulunan zokaları yuttular. Otuzbeş senedir İslâmî kesimde bin türlü verimsiz, faydasız, hattâ son derece zararlı dinî tartışmalar ve çekişmeler görülüyor, yaşanıyor. İlm-i Kelâm sahasında ortaya bir sürü bozuk, yanlış inanç ve metod çıktı. Bunlardan bazısını sayayım:
TELFİK-İ MEZÂHİB: Aslen Suriyeli bir Osmanlı Arabı iken Mısır’a kaçıp orada fikirlerini yaymış Reşid Rızâ adında biri vardır. Bu zat, Muhammed Abduh’un talebesi olduğunu iddia eder ama boynuzun kulağı geçmesi gibi, bu Reşid Rızâ reformculukta üstadını geride bırakmıştır. Abduh, Cemâlüddin Afganî’nin talebesidir. Farmasondur. İtikad bakımından Mutezile mezhebine bağlıdır. Risâle-i Tevhîd adlı meşhur eserinin ilk baskısında (Bulak mat.), Mutezile mezhebinin “Kur’ân mahluktur” bozuk inancını açıkça benimsemiş ve tutmuştur. Daha sonraki baskılarda bu paragraf taqıyye icabı çıkarılmıştır. Kim çıkartmıştır? Tilmizi Reşid Rızâ! Peki mason ve mutezile Abduh’un bu eli bayraklı talebesi hangi mezhebdendir? Vehhabî’dir. Bu zâtın İslâm’da Birlik ve Fıkıh Mezhebleri isimli kitabı 1970’li yılların başında maalesef bizim Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yayınlandı. Makam ve müessese olarak Diyanet’i tenzih ediyorum. Lakin o tarihte Diyanet’e hâkim olan bazıları bu işi yaptılar. Daha sonra Diyanet kitabın yeni baskılarını yayınlamadı. Şu anda telfikçi, Afganîci, Abduhçu, Reşid Rızâcı bir ilâhiyatçı tarafından yayınlanmaktadır. Telfik-i mezâhib ne demektir? Bu soruya ben cevab vermeyeyim. Son devrin büyük ve açık fikirli Osmanlı ulemasından Seydişehirli Esad Mahmud Efendinin sözünü nakledeyim: Bu zât, Tarih-i İlm-i Hukuk adlı kitabının “İslâm Şeriatının Tarihi” bölümünde, telfikin İslâm dinini ve fıkhını oyuncak hâline getirmek olduğunu yazıyor…
MEÂLCİLİK: Türkiye’de, Müslüman olmadıkları halde kendilerini Müslüman gibi gösteren iki kimlikli, iki dinli bir taife vardır. Bunlar, nedense dinde reform, dinde yenilik, dinde değişiklik, Şeriatsız ve fıkıhsız bir İslâm konusuna pek meraklıdır. Böyleleri ezanın ve Kur’ân’ın Arapça değil, Türkçe okunmasını isterler. Bunlar “Türkçe Kur’ân” deyip dururlar. Türkçe, Fransızca, İngilizce Kur’ân olmadığını bilmezlikten gelirler. Bir tek Kur’ân vardır, o da Arapça olarak indirilmiş Kur’ân’dır. Tabiî ki, bunun her lisana yapılmış tercümeleri olabilir ama bunlar Kur’ân değildir, tercümedir, meâldir. Kimler çıkarttı, nasıl çıktı, niçin çıktı bilmiyorum, bir ara “Meâlciler” ismi verilen bir zümre türemişti. Bunlar Kur’ân’ın meâl ve tercümelerini okumayı dinin esası gibi görüyorlardı. Tercümelerin kullar tarafından yapılmış olduğunu, içlerinde birtakım hatâlar, yanlışlıklar, yersiz anlayışlar ve yorumlar bulunabileceğini hatırlarına getirmiyorlardı. Nitekim zamanımızda, bozuk ve yanlış tarafları bulunan hayli meâl ve tercüme yayınlanmıştır. Hattâ bir ilâhiyatçı, bir âyeti yanlış yorumlayarak müşrikleri (Allah’a ortak ve eş koşanları), kâfirleri, Hazret-i Muhammed’in tebligatı kendilerine ulaşmış olduğu halde onu inkâr ve tekzib edenleri, yıldızlara tapanları da Cennet’e sokmaktadır. Meâl, tercüme ve tefsir konusunda akıllı, firasetli, vicdanlı, mantıklı Müslümanların dikkat etmeleri gereken birtakım hususlar vardır: (1) Asıl Kur’ân birdir ve o da Hazret-i Muhammed aleyhisselâtü vesselâma Cibril-i Emîn tarafından 23 senede getirilmiş olan Arapça Kur’ândır. (2) Tercüme ve meâller Kur’ânın kendisi değildir. (3) Kur’ânı tefsir etme ehliyet ve icazetine sahip bulunmayan kimselerin yazdığı tercümeler, meâller, tefsirler kesinlikle alınıp okunmamalıdır. (4) Dinsizler, İslâm düşmanları, münafıklar, bid‘atçiler; İslâm’ı bozmak, Müslümanların zihinlerini karıştırmak için icâzetli, dirâyetli, ehliyetli müfessirleri devreden çıkartıp, onların yerine reformcuları, ehliyetsizleri ve cahilleri koymak istemektedir. Bu konuda çok dikkatli ve uyanık olmak gerekir.
MEZHEBSİZLİK: Son yıllarda ortaya çıkan büyük ve yıkıcı bir bid‘at de budur. Birtakım hafif akıllılar, fıkıh olmazsa Şeriat’in de olmayacağını, Şeriat elden gidince dinin sadece bir ism ve resmden ibâret kalacağını anlayıp idrak edemiyor. Hukukta bir “Ceza Hukuku”, bir de “Ceza Kanunu” vardır. Bir ülkede Ceza Kanunu olmazsa orada Ceza Hukuku boşta, havada kalır. Cezaların tatbiki, mücrimlerin cezalandırılması, hakların ihkakı, adaletin yerine getirilmesi, kazanın (yargının) icrası için ceza kanunu şarttır. İslâm dininin hükümlerinin bilinmesi ve hayata uygulanması için de mutlaka bir İslâm fıkhının olması gerekir. İşte mezhebsizler bunu anlayamıyor. Bir doktorun, bir mühendisin, bir işletmecinin, bir zooloji profesörünün, bir terzinin, bir tâcirin kendi aklı ve kültürü ile Kur’ândan ve Peygamber Sünnetinden dinî ve fıkhî hüküm çıkartması mümkün müdür? Elbette mümkün değildir. Böyle bir şeyi düşünmek bile cinnet olur. Mezhebsizler, “Niçin dört mezheb?.. Mezhebler kalksın ve birlik olsun” diyorlar. Mezhebler kalkınca birlik olmaz, korkunç bir anarşi olur. Dört mezheb yerine binlerce, hattâ yüzbinlerce mezheb çıkar, Ümmet içinde birlik ve beraberlik kalmaz. Müslümanlar dinî konularda çekişip tepişmeye başlar ve sonunda belâlarını bulurlar.
İSLÂM’IN BAZI HÜKÜMLERİNİN ESKİMİŞ OLDUĞU HEZEYANI: Bir Müslümanın böyle bir şey söyleyebileceğini düşünmek bile istemiyorum. Bu dinin kesin hükümlerini kim koymuştur? Allahü Teâlâ. O yanılır mı?.. Dinimizin bazı hükümleri Peygamber Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) hadîslerine, Sünnetine dayanmaktadır. O yanılır mı? Allah yanılmaz, Resulü yanılmaz. Bu konuda delil nedir? Kur’ânda onun için “Peygamber hevâsından konuşmaz” buyuruluyor. Resûl-i Kibriya Efendimiz din konusunda bir şey söylediyse o kesinlikle ilahî vahiydir, ilahî ilhamdır ve Müslümanlar ta Kıyamet’e kadar o hükme uymakla mükelleftir. Kur’ânda müteşâbihat da vardır. Biz burada muhkem âyetlerden ve hükümlerden bahs ediyoruz. İnanca, taharete, ibadetlere, muamelata, ukubata, ahlak ve fazaile, dünyevî ve uhrevî umura ait bütün din hükümleri Kıyamet’e kadar kalacaktır. Müslüman böyle düşünmek, böyle inanmakla mükelleftir. “Şu âyet tarihseldir, bu âyet eski zamana aittir, filan âyetin hükmü bu devirde geçmez…” kapısı açılırsa maazallah (Allah korusun) ortada din diye bir şey kalmaz, Müslümanlık, birtakım Protestan kiliseleri gibi bir hümanizma haline gelir. Namaz Kur’ânda, Sünnette günde beş kez, belirli vakitlerde kılınması emr edilen bir ibadettir ve dünya batıncaya kadar da bu şekilde kılınacaktır. Hiçbir ilâhiyatçının, hiçbir reformcunun İslâm’ın kesin hükümlerinde değişiklik, hafifletme, çıkartma yapmaya, hattâ işi daha da ileriye götürüp bunları büsbütün kaldırmaya asla hakkı ve selâhiyeti yoktur. İslâm bir bütündür, bütünü ile korunacaktır ve zaten de Allah onu korumaktadır.
DİYALOG ve TOLERANS MEZHEBİ: Evet, mezheb diyorum. Zamanımızda bazı Müslümanlar böyle bozuk bir ideolojiye bağlanmış bulunuyorlar. Onlar “Üç din de İbrahimîdir” diyorlar. Peki Kur’ân ne diyor: İbrahim Yahudi, Nasranî, müşrik değildi. O hanîf ve müslimdi, diyor. Diyalogcular Hıristiyanlığı ve Yahudiliği de hak din olarak kabul ediyor ve bağlılarını Cennet’e koyuyor (sanki Cennet babalarının mülküymüş gibi…) Peki bu konuda Şeriat-ı Garra-yı Ahmediyye ne diyor? Hazret-i Muhammed’in Peygamberliği, tebligatı, Allah katında getirdiği İslâm dini kendisine bildirildiği ve ulaştırıldığı halde bunu inkâr edenler, yalanlayanlar için necat, felah, selâmet, kurtuluş ve Cennet yoktur diyor. Şimdi birtakım Diyalog ve Hoşgörü havarilerine mi inanalım, yoksa Kur’âna, Peygambere, İslâm’a, Şeriat’a mı? Diyalog 1960’lı yıllarda Vatikan tarafından çıkartılmıştır, Müslümanlar için bir tuzaktır.
Daha fazla uzatmak istemiyorum. Akıllı, vicdanlı Müslümanlar din konusunda tartışmalardan, çekişmelerden, indî görüşlerden dikkatle kaçınmalıdır. Ehil olmayan, icazetli âlim olmayan, müctehid olmayan, müftü olmayan hiçbir Müslümanın dinî konularda “Ben böyle düşünüyorum, bu hususta benim fikrim ve görüşüm şudur…” gibi büyük laflar etmeye hakkı yoktur. Böyle bir şey dine ihanet olur, kutsal din konularını hafife almak olur.
Sevgili din kardeşlerime, inanç, taharet, ibadetler, muamelat, diğer ahkâm-ı şer’iyye ve ahlak konularında MUTEBET-GÜVENİLİR, TEMEL EHL-İ SÜNNET ve CEMAAT kitaplarına bağlı kalmalarını, din konularında geçmiş büyük ulemayı kendilerine rehber olarak kabul etmelerini tavsiye ediyorum.
Bizim din konusundaki tartışmalarımız, çekişmelerimiz, tepişmelerimiz, ihtilâf etmemiz kimlerin işine yarıyor? Dinsizlerin, bizi esir ve zelil etmek isteyen sömürgecilerin, dahilî ve haricî düşmanlarımızın…

Leave a Reply

You must be logged in to post a comment.