İnkişaf
İlmî dergicilikte yeni bir soluk

İnkişaf

Tek başına bir üniversite

M.Salih YÜCESAN

-kendi semasından tek yıldız-

“Kurân-ı Kerim’de suç unsuru arayacak kadar tefekküre düşman” olanların yaşadığı, esip savurduğu uçsuz-bucaksız belhum edal ahırında; daha güzel bir dünya yaratmak için, ömür tüketen insanları unutmamak, “onlardan devreden mirası, yani ışığı istikbâle aktarmaya çalışmak;” her namuslu insanın vicdan borcu olsa gerektir.

“Muzahrafat-pislik kanalı gazetelerinde” “bikininin adâbı” şeklinde manşet atıp, gayri ahlaki resimleri basacak kadar bayağılaşan adâbdan mahrûm tarih öncesi mahlukların hüküm-fermâ olduğu; “siyah derililerin putlarını kırdığı bir devirde putlara sarılan;” tahsil gördüğü mekteplerde “kafasına karanlık boşaltılmış” nesillerin vazife üstlendiği zaman bütün hünerlerinin “tefekkürü tasmalamak” olduğu cemiyetlerde fikir adamı nasıl yetişir?

“Kıymet bilmeyen milletlerde kıymetli adam yetişmez!”miş… Cemil Meriç de bu hükmü doğrulamış ve: “Tefekkür, bir saserdos… Dehâ, dikenli bir tâç… İsa’dan Gandhi’ye kadar her ulu, hışma uğradı… Hazîn olan; ulu olmadan hışma uğramak… Mezar taşlarına konser veren adam, kemanının sesiyle kendinden geçebilir ve taşlar dinlemesini bilmeseler de susmasını bilirler… Sen, taşların diş gıcırdattığı, uluduğu, yılışık kahkahalar attığı, homurdandığı bir ülkede yaşıyorsun…” diyerek durum tespiti yapmıştı.

Meyva verdiği ölçüde dalları yere eğilen ağacı temâşa ettikçe, “Şiraz’lı hikmet sahibi”ni hatırlamamak mümkün değil… Dolayısıyla, kıymet bilmeyen nesillerin kitabı “Kamasutra” olacaktı elbette. “Ramayana, Neşideler Neşidesi veya Kur’ân değil…”

“Aydın, tarih okur, edebiyat okur, felsefe okur” demişti. Ama okuduğuyla kalır. Çünkü “kanında kıyıcılık vardır. Şeytan, onu ense kökünden yakalamıştır. Onun için yapacağı tek şey, faziletin yüzüne tükürmektir ve mukaddesleri lâğıma fırlatmaktır… Onun için bu aydının kahramana tahammülü yoktur… Ve o, ancak kamçı karşısında diz çöker. Çünkü kamçı ile diz çökmeye alıştı… Haysiyetlerini kaybedenler; ona hiç sahip olamayanlar zora yok diyemez… Efendilerinin çizmelerini yalamak, becerebildikleri numaraların en iyisi…” demişti.

Çivileri teker teker fırlayan gemiden “denize atılan şişe” sahile ulaşmış, içine “gönlün” boşaltıldığı şişe açılmış ve mesaj alınmıştır.

Ama herkes bu mesajın dilinden anlamıyormuş!.. Anlayanlar yetmez mi? Ve bu mesaj, “Aziz Yuhanna’nın Vahiyler kitabı”ndan pasajlar ihtiva etseydi, belki okuyanlar anlamayacak; “Baltazar gibi, şifreyi çözebilmek için Danyal peygambere müracaat etmek” zorunda kalacaklardı.

Her mesajın, “ayaktakımı, sürü, kuru kalabalık,” “Süleyman’ın sofrası iltifatlarına muntazır olduğu halde, Venüs’e sırtları dönük, kemik peşinde koşanlar” tarafından anlaşılmak mecburiyeti de yoktur.

Her kelam, “zirveden zirveye akseden şarkı” değildir. Madem ki “kelime dua, kelime büyü, kelime küfür” dür; ancak zirvedekiler birbirlerini hem duyar, hem anlarlar. Uçurumun dibinde, cehennemin gayya kuyusunda yahut Eflatun’un mağarasında zincire vurulmuş esirler gibi hayat sürenler, kendi küçük dünyalarında, küçük mutluluklarıyla yaşayıp gitsinler. Bataklıkta veya çamurda… Ne kıymeti var?

Elbette, “kendisine aydın pâyesi verilen şamar oğlanları,” “memleketin gönlü ve göğsü üzerinde tepinen” kafadanbacaklı sarhoşların mesaja değer vermeleri, değerini takdir etmeleri beklenemezdi. Çünkü “domuzların, kitaplarla beslenmediği” artık öğrenilmiştir.

O, şarkılarını zirvelerde söylediği için, sesini pek çokları duymadı. Biyolojik bünyesi, kendini fikri kulede yaşamaya mahkûm etmişse de gönlü, ilelebet orada yaşamaya rıza göstermediğinden, has bahçelerinde yetiştirdiği orkideleri insanlara takdim etmek üzere yollara düşüp, tanıdığı tanımadığı pek çok insanın kapısın çalmış… Ama kapısını çaldıklarından pek çoğu ya evde yokmuş, yahut kapılarının çalındığını duymazdan gelmişler. Çünkü onlar, eşekdikenlerine âşinaymışlar!.. Onun için armağan edilen buketlere burun kıvırmışlar. Çünkü burunları tezek kokusunu almaya alışmış imiş! Çünkü ömürlerini lağımda geçiriyorlarmış!..

İnsanlar, her ne kadar “ışığa, hayata, sonsuza düşman” ise de yine onları “okumaya, düşünmeye ve sevmeye” ve “ilkel mahpesinden kurtulmaya” davet ediyordu. Ama biliyordu ki Kabil, Habil’i öldürdüğünden bu yana, insan acımasızdır, vahşidir, ilkeldir, ego-santriktir:

“Savaşlar absurde, işkence absurde. Ama bu kanlı komedyanın rejisörü bizleriz, ıslıkladığımız kendi eserimiz. Zaferleriyle şımaran homme-faber, dünya nimetlerini bir çocuk açgözlülüğü ile inine taşıdı. Gobseck’in mahzeni gibi bir taaffûn yuvası haline getirdi meskenini. Etler koktu, sütler bozuldu. Homme-faber, bahçıvanın köpeğinden farksız. Yiyemedi ve yedirmedi. Lânet kendi içimizde. Upanişad yaratıcıları da bedbîn. Ama insan, tabiatı henüz hûddamlaştıramamış, unsurların karşısında ezilmemek, erimemek için pesimizmin zırhına muhtaç. Sonra yine homme-faber. Öldürebilenin zaferi. Bu çıkmazdan nasıl kurtulacağız? Tabiatla vuslat halinde yaşa. Bırakmazlar. Moksa, Hind’de bile mümkün değil artık. Frenleri bozuk bir araba. Hızla uçuruma koşuyor ve biz bozduk… Ve koca tekniğin örümcek ağı içinde sığınak yok, kaçmak imkânsız. Nereye kaçacaksınız? Yıldızlara mı? Eldorado’dan hıçkırık sesleri geliyor. Ütopyayı iklim çoktan mahvetti. Hayat, hiçbir zaman çirkin değil. Çirkin olan, bu hayat…” dediği gibi.

Bütün dâ’vetçiler, söylenecek sözü olanlar, uçurumlara bedenlerini fırlatarak boşluğu doldurmaya çalıştılar. O da öyle yapmıştı. Ama tanrılara sâdık kulların hoşuna gitmemişti yaptığı. Çünkü, tanrılar insanın düşmanı; insanlar da tanrıların düşmanı idiler. Sâdık bendeler hariç… Zeus’la Promete’nin kavgası, hâlâ devam ediyor. Tanrılara mağlûb olmayanlar, ebedileşiyor, ışık oluyor, ses oluyorlar.

Madem ki “Nemesis onu da hışmına lâyık görmüş, madem ki parmakları gözbebeklerine uzanmış, madem ki dünyasını elinden almıştı.” O halde önünde iki yol vardı: “Ya ölüm boğacaktı şarkılarını, yahut elinden aldığı dünyadan daha muhteşemini yaratacaktı!” Ve, Nemesis’i utandırmadı… Ölüm, boğamadı şarkılarını. O, elinden alınan dünyadan daha muhteşemini kurmaya muvaffak oldu.

Ne var ki tanrılar zalim, ama sâdık bendeleri daha zâlim… Onun için ışıktan, rahatsız olurlar. Rahatsız oldukları için, zindanlarının duvarlarını kalın örer, pencere açmazlar. O, “ topuna, tüfeğine, matbuatına, üniversitesine rağmen kitaptan korkanları” siham-ı kazasına hedef yapıyordu. Kitaptan, yani ışıktan kaçan, paranın, servetin, şöhretin şımarttığı sonradan görme köylüleri ve üzerinde yaşadıkları toprağın kanını emen azgınlarla kuduzları.

“Burası, biletçinin Hollywood dediği yer. Gerçekten de bir foretsacre. Sacre, yani kenef. Orman, yani kanunun, idrâkin, ışığın giremediği canavarlar yuvası. Hangi canavar? O bataklıkta canavar bile barınmaz. Bir-iki timsah, üç-beş gergedan ve bir hayli örümcek. Düzeltilemez mi? Hayır. Burası tanrının lânetine uğramış…” diyerek vasfetmişti azgınlarla kuduzların cemiyetini…

Böyle bir pisliğin “ancak bir kataklizmle temizlenebileceğini” eklemişti.

O, daha pek çok şey söyledi.

O, bir mektep değil, tek başına üniversitedir.

O, İbn Haldun için söylediği “kendi semasından tek yıldız” olmak hususiyetini aynen taşıyan bir ustadır.

O, Cemil Meriç’tir.

Leave a Reply

You must be logged in to post a comment.