İnkişaf
İlmî dergicilikte yeni bir soluk

İnkişaf

Dinlerin valsi

M. Salih YÜCESAN

“Ignace de L’oyola ile Pierre L’ermite’in geç kuşak torunlarının,” dedelerinden irsen devraldıkları “kurtarıcı Mesih gelerek yeryüzünde cenneti kuracak, altın çağı getirecek, ırmaklardan şerbet akacak, ahali kayalarda bal yalayacak, bet bereket artacak, fakr u zaruret kalmayacak, ayrıca estek ve köstek miti üzerinde ısrar etmelerinin” bir maksadı olsa gerektir…
“Labis-i libas-ı katrani keşiş hazeratının” tarih boyunca insanlığa kazandırdıklarına bakıldığında; kan ve gözyaşı ile açlık, süngü ve fuhuş’tan başka nesne görülemiyorsa şayet, baykuş ötüşlerinin nakusların çalmasından daha hayırlı olduğu neticesine varılması münasiptir.”

“Bundan beru gavura gavur, çıfıta çıfıt denilmeyecektir!… Bu, emiru’l-umerai’l-kiram, kebiru’l-kuberai’l-fiham, zevi’l-kadri ve’l-ihtiram, sahibu’l-ızz u ve’l-ihtişam padişahımız, efendimiz hazret-penahilerinin emr u fermanıdır… Duyduk duymadık demeyin!” ahmaklığının yüz elli sene sonrasına sarkan çağdaş versiyonuna diyalog deniliyor.

“Diyalog, monolog değildir!” Öyle diyorlar!

O halde maksat nedir?

Din savaşlarının önüne baraj inşa etmek, insanlar arasında sevgi, saygı ve kardeşlik bağlarını geliştirip, pekiştirerek kuvvetlendirmek. Kini, öfkeyi, nefreti, düşmanlığı, hasedi, fesadı yok etmek. Barış içinde bir arada yaşamak. “Bu ağaçlar, güzel kuşlar…” Çiçekler, böcekler ve de pembe pancurlu ev… Vişne şurubu… Vesaire…

Öyle mi?

Halbuki kitap, aksi kanaatte… Der ki kitap: “Bütün Kur’anları yaksak, bütün camileri yıksak, Avrupalının gözünde Osmanlıyız. Osmanlı, yani İslam: Karanlık, tehlikeli, düşman bir yığın…”

Yine kitaba göre Goethe: “Ya örs olacaksın, ya çekiç.” diyesiymiş. Ayrıca kitap, Şiraz’lının bir cümlesini de aktarmış kendisini okuyanlara: “Yemin ederim ki dünyanın bütün toprakları bir tek insanın kanını akıtmaya değmez…”

Öyleyse kim kimi diyaloga çağırsın?

Asırlar boyu varoluş histerisiyle, birbirinin ümüğünü sıkarak ayakta durmaya çalışan zebaniler, madde üzerinde kazandıkları zaferle şımarınca insanlığa ahlak dersi de vermeye kalkıştılar.

Menfaatleri süregeldiği ölçüde kendi aralarındaki boğazlaşmayı sona erdiren uğrular, “kanlı pençelerine ipek eldivenler geçirerek” kendilerinden olmayanları kardeşliğe ve barışa ve huzura mı çağırıyorlar?

Kaidedir: Batılının varolduğu yerde huzur yoktur. Belki bu kaide, hayatın kanunu, belki varoluşun gereğidir. Makineleşmenin zaruri neticesi, azgın iştihaların ittirmesidir.

Diyalog… Evet, insanlaşmanın ölçüsüdür. “İnsan konuşur, homurdanmaz…” diyor kitap.

Diyalog, pençelerin törpülenmesi, sivriliklerinin izale edilmesidir. Hümanizmdir, insana saygıdır, insanı sevmekle birlikte tabiatı da sevmektir. Ancak, batılının böyle alışkanlıkları yoktur. O, sadece kendine saygı duyar. Onun için kitap, narsizmden, yazar ise nekrofiliden bahsetmiştir. Ve batılı sahip olduğu konfordan kendi iradesiyle vazgeçmez. Belki sadece batılı değil, insan denen mahluk vazgeçmez konfordan. Halbuki konforun yolu vandalizmden geçer.

Bu bir lanet zinciridir.

“Şeytan veya iblis, Adem’i yüksek bir tepeye çıkararak, arzı gösterip de (bütün bu hazineler senin, sadece bana ram ol!) dediğinde Adem iblise itaat etmemişti…” diyormuş Tevrat… Demek ki iblisin büyük hesapları vardı… “Adem, ona itaat etmedi ama oğulları secde ettiler!” demiştir kitap.

Yazar, mealen: “… konfora sahip olmadan da mutlu olunabilir.” demiştir. “Işığa gem vurup, binemeyen” batılı için böyle bir hüküm batıldır.

Yani iblisin vesayetinden kurtulmak için post modern mi olunmalı?

Veya,

Hem tekniğin getirdiği konfordan faydalanıp, hem Müslüman kalınabilir mi?

Veya,

Cep telefonuna eskimesin diye kılıf takmak teknolojinin bir vacibi midir?

Ve bir soru daha: Bütün bu soruların diyalogla alakası ne?

Aşağı yukarı herkes, yahut kahir ekseriyet, “yüce ve ulu İslam dininin terakkiye mani olmadığı, şairin (alınız garbın tekniğini, alınız garbın fennini, almayınız garbın inançlarını) dediğinde isabet buyurduğu…” gibi saflıkları emsalden birer misal göstererek Dubai’de mutlu bir Müslüman hayal etmektedir. Edebilir, ancak tarih böyle bir misale henüz şahit olmadı.

Başka bir medeniyete ait emtiayı hazır kapmaya çalışmanın sonu o emtianın hamallığıdır. Başka bir medeniyetin -yazarın ifade ettiği üzere (sintine iskandil rotu)- olmayı kabul eden bir medeniyet soytarılaşır, maskaralaşır, kendi kabuğundan sıyrılır ve bir süre sonra da tarihte bir hatıradan ibaret kalır.

Kitap: “…Biz çok daha asil bir medeniyetin çocuklarıyız..” demiştir. Asil bir medeniyetin çocukları, “zıpçıktı bir medeniyetin” nal toplayıcıları olmamalıydılar. “Alınız garbın tekniğini, alınız garbın fennini…” tavsiyesi zamanının çaresizliğinden doğan bir zuhuldü. Aynı zuhulü devam ettirmenin çıkmaz bir sokağa girmek manasına geldiği hala anlaşılamamışsa şayet, yolun da sonuna gelinmiş demektir.

Yine kitap: “… Biz kafiri irşad ederdik, kafirle istişare değil..” demiştir. Çünkü istişare, sosyal bir aşağılık kompleksinin eseri olmak gerekir. Mağlubiyeti peşinen kabul etmek demektir. “Batının abeslerine perestiş” asil bir medeniyetin çocuklarına hiç de yakışmayan bir taabbüd biçimidir. Ama olmadı.. Geride nal ve necaset bırakanlar, onları toplayanları memnun ve mahzuz bakışlarla seyrediyor ve daha fazla toplamalarını tavsiye ediyor ve bundan şeytani bir zevk alıyorlar. Çünkü kitap “sırtlarında kamçımızın izleri var” der.

“Sizinle bizim aramızda ortak olan kelimeye geliniz.” hükmü göz ardı edildiği sürece diyalogdan maksadın, nal toplamaya devam etmek manasına geleceğini anlamak için fazla akıllı olmak da gerekmiyor.

Leave a Reply

You must be logged in to post a comment.