İnkişaf
İlmî dergicilikte yeni bir soluk

İnkişaf

A.F.A.K açılış toplantısı ve Yusuf El-Karadavi’nin fikih anlayışı üzerine mülahazalar

Talha Hakan ALP

Son yıllarda İslam alimlerinin öncülüğünde sivil İslamî organizasyonların artış göstermesi kuşkusuz memnuniyet verici bir gelişme. Bu organizasyonlar İslam alimlerini bir araya getirerek ulema sınıfının birbirlerini tanımalarına ve görüş alışverişinde bulunmalarına sağladığı katkıyla özellikle takdir edilmelidir. Yakın bir tarihte İstanbul böyle bir organizasyona ev sahipliği yaptı. 29 Haziran Perşembe günü akşam Grand Cevahir Otel’in kongre salonunda Avrupa Fıkıh ve Araştırma Konseyi’nin (AFAK) 3 gün sürecek 15. dönem toplantısının açılışı vardı.Adı geçen Konsey, gayr-i müslim toplumlarda yaşayan Müslümanların fıkhî problemlerini çözümlemek üzere 1997 yılında Yusuf el-Karadâvî başkanlığında İngiltere’de kurulmuş bir ilim ve davet müessesesi. Konsey, aralarında Faysal Mevlevî, Muhammet Taki el-Osmanî, Ali el-Karadâğî ve Hüseyin Hamid Hassan gibi tanınmış İslam alimlerinin de bulunduğu otuz sekiz kişiden oluşuyor.
Açılışta Konsey’in kuruluş gayesi, misyonu ve felsefesi ile ilgili fikir verici mahiyette konuşmalar yapıldı. Açılış toplantısında konsey üyelerinden, önce başkan yardımcı Faysal Mevlevî böyle bir konseye duyulan ihtiyaç ve konseyin amacı istikametinde kısa bir konuşma yaptı. Daha sonra Konsey başkanı Yusuf el-Karadâvî’ye söz hakkı verildi. el-Karadâvî’nin konuşması, ağırlıklı olarak kendisinin ve Konsey’in fıkıh anlayışını resmedici nitelikte, yer yer ders üslubunu yer yer vaaz tarzını andıran, ama her haliyle samimi bir konuşmaydı. Şunu da belirtmeliyiz ki, el-Karadâvî’nin zaman zaman örneklere boğulan konuşması, her geçen gün ilmî muhitlere hakim hale gelen “kolaylıkçı fıkıh söylemi”nin adeta manifestosu niteliğindeydi.
Yusuf el-Karadâvî, birçok kitabında yazıya döktüğü bu konuşmasında, bol bol İslam fıkhı’nın değişiminden, ruhsatların daha sık ve rahat kullanılması gerektiğinden, özellikle gayr-i müslim ülkelerde yaşayan Müslümanların şartlarının zorluğundan hareketle yerleşik fıkhın içtihadî hükümlerinin yerine Şâri’in maksadını ve Müslümanların maslahatını önceleyen yeni bir fıkıh anlayışına ihtiyaç duyulduğunu ve bunun bir an evvel tesis edilmesi gerektiğini vurguladı. Yer yer fikirlerini “Abdullah bin Ömer’in şedâidindense, İbn-i Abbas’ın ruhasını alırım” şeklindeki söylemlerle somutlaştıran Yusuf el-Karadâvî, İslam fıkhının değişebileceği konusunda bir orantıda bulunmaktan da geri kalmadı. el-Karadâvî’ye göre İslam fıkhının çok az bir kısmı değişmez (sabite)leri temsil ederken, yüzde doksan ve hatta doksan üç oranında büyük bir çoğunluğu ise değişebilenler kategorisine girmekteydi.

Avrupa Fetva ve Araştırma Konseyi’nin üyeleri arasında her ne kadar meşhur İslam alimleri yer alıyorsa da çoğunluğu oluşturan üyeler Yusuf el-Karadâvî’nin karizmasının etkisinde kalabilecek genç araştırmacılardan oluşmaktaydı. Zaten Konsey’in ağır toplarından Muhammet Taki ol-Osmanî toplantıya iştirak edemedi. Konsey’in birinci günkü toplantısını izleyen yakın dostlarımın intibalarına göre, konsey üyeleri konuyu bir yere kadar tartışıyor ve sonuçta söz Yusuf el-Karadâvî’ye bırakılıyor. el-Karadâvî’nin sonuç olarak ortaya koyduğu tercih fiilî olarak neticeyi belirliyor. Bu yönüyle Konsey’de sağlıklı ve objektif bir müzakere ve tartışma ortamının sağlanabildiğini savunmak zor görünüyor. Bu da Konsey’in kararlarının güvenilirliği konusunda ciddi şüpheler uyandırıyor. Usul-i fıkıhtaki icma konseptinin, günümüz fıkıh komisyonlarıyla pratize edilip edilemeyeceğine dair tartışmalar açısından burası ayrıca düşünülmelidir.
el-Karadâvî’nin fıkıh anlayışının eleştirisine geçmeden önce, günümüzde uygulanan fetva yöntemleri bağlamında el-Karadâvî’nin yerini tespit etmemiz onun fıkıh perspektifini doğru anlamamız açısından önemlidir. Çağımızda fakihlerin güncel meselelere yaklaşımda takip ettiği iki yöntem göze çarpmaktadır. Tahriç ve ictihad yöntemi. Tahriç yöntemi, tespit edilen ortak noktalardan hareketle imamların benzer konularda verdiği fetvaların güncel meselelere uyarlanmasıdır. İçtihat yöntemi ise, genel fıkıh kaidelerinin ışığında Kuran ve hadis naslarından istinbat edilecek hükümlerle güncel meselelerin çözüme bağlanmasıdır. Muasırlardan el-Karadâvî daha çok içtihat yöntemini benimserken, Muhammet Taki el-Osmanî tahriç yöntemini kullanmaktadır. İçtihat yöntemi neticeye ulaşma açısından daha zahmetsiz olmakla beraber, sonuçları tahriç yöntemine göre pek güvenilir değildir. Zira bu yöntemde, yüzyılların fıkıh birikimi göz ardı edilmekle hem konunun yanlış bir zeminde değerlendirilmesi hem de nas ve kaidelerin hadiseye tatbikinde tetabuk sorununun doğması gibi ciddi riskler bulunmaktadır. Üstelik nasların anlaşılması konusunda ilk İslam nesillerine göre daha az avantajlı olduğumuz ve onların yorum ve açıklamaları olmadan önümüzü bile göremeyeceğimiz işin cabası.
el-Karadâvî’nin fıkıh anlayışı; “eşyada asl olan ibahadır”, “iş daraldığında genişletilir”, “zaruretler mahzurları mubah kılar”, “zamanın değişmesiyle hükümlerin değişmesi inkar edilemez”, “meşakkat kolaylığı celb eder” gibi genelde kolaylığı, haramdan çok ibahayı telkin eden fıkıh ilkelerine dayanır. el-Karadâvî bu ilkeleri kayıtlayan alt prensiplerin olabileceğini ya da detaylarda bunların yerine başka kaidelerin uygulanması gerektiği gibi aksi ihtimalleri göz önünde bulundurmaz. Bu nedenledir ki o fetvalarında genelde modern iktisadî ya da sosyal problemleri olumlayıcı bir yaklaşım sergiler. Onun fetvalarında, modern çağın Müslüman ferde dayattığı her sorun ama şöyle ama böyle; fakat çoğunlukla meşrulaştırılarak çözümlenmektedir. Sözgelimi üniversiteye alınmayan başörtülü kızların başlarını açabileceği yönündeki fetvası bunun en son ve çarpıcı örneğidir.*
el-Karadâvî’nin fıkıh söylemi; kolaylık, zaruret, makasıdü’ş-şeria, maslahat, zamanın ve şartların değişmesi gibi sınırları belirsiz, soyut ve yer yer yanıltıcı söylemlere istinad eder. Vakıa, modern çağda henüz Müslümanlar bu söylemlerin bedelini de ödemiş değildir. Bu söylemlerin detaylara tatbikinde bugün ya da yarın karşılaşılacak ciddi sıkıntılar nedense pek hesap edilmiyor. Halbuki el-Karadâvî gibi ümmetin fikrî ve siyasî problemleriyle de yakından ilgilenen bir alimin, konunun bu boyutunu ihmal etmesi hayli düşündürücüdür. Ümmetin siyasî geleceği adına Filistin ya da başka bir İslam coğrafyasında yaşanan katliamın seyrini Müslümanlardan yana etkilemek için İsrail ve Amerikan mallarını boykot fetvasını verebilme feraset ve yürekliliğini gösterebilen el-Karadâvî’nin, zamanla Müslüman ferdi modern topluma entegre edecek, kültürel ve sosyal alanda İslamî kimliğin eriyip yok olmasını sağlayacak iktisadî ve sosyal fetvaların altına imza atması onun zihin dünyasında ciddi bir parçalanmanın olduğunu gösteriyor.
el-Karadâvî açılış toplantısındaki konuşmasında, fıkıh kitaplarındaki hükümlerin değişmez sabit hükümler olmadığını ifade meyanında, bunların ekseriyetinde ittifak bulunmadığını, sahabenin tahmin edemeyeceğimiz ölçülerde ihtilaf ettiğini belirterek sahabenin üzerinde ihtilaf etmediği çok az bir hüküm bulunduğunun altını çizdi. el-Karadâvî’nin bu değerlendirmesine de son derece ihtiyatla yaklaşmalı ve tarihî gerçeklerin mutlak idealler gibi algılanmasına fırsat vermemelidir. Henüz İslam fıkhının oluşum dönemini teşkil eden sahabe devrindeki esnekliği, sonraki yüzyıllarda hem muhteva hem de sistem olarak tekamül ve tekasüf etmiş fıkıh müktesebatını gölgeleyecek biçimde ileri sürmek çok yanıltıcı olur. Sonra sahabenin fıkhî hükümlerde yaşadığı ihtilaf her zaman mezkur hükümlerin katî ve sabit olmadığını göstermez. Bazı sahabilerden fıkhî konularda taklidi tecviz edilmeyen şaz görüşler sadır olduğunu tam da burada hatırlamakta yarar var. Muasır fıkıh araştırmaları için, sistematiği ve arka planı hakkında elde ayrıntılı ve somut veriler bulunmayan ve çoğu zaman modern spekülasyonlara malzeme olarak kullanılan sahabeden tevarüs ettiğimiz fıkıh birikimi temel referans teşkil etmemelidir. Bunun yerine fıkıh araştırmaları, tarih içindeki sürekliliğini ve detaylanmış sistematiğini göz önünde bulundurarak furuuyla usulüyle, kavaidiyle furûkuyla tekamül etmiş mezheplerin fıkıh birikimini referans almalıdır. Aksi takdirde sahabenin ihtilaflarını fırsat bilerek ruhsatların derlenmesiyle oluşacak fıkhî yapının çarpıklığı bir yana, tek tek sahabenin görüş ve fıkıh anlayışını temsil ettiği de söylenemez. Üstelik sağlıklı bir fıkhî yapılanma ihtilaf ve kaostan çok ittifak ve insicam arz eden kaynaklardan beslenmelidir.
el-Karadâvî örneğinde olduğu gibi bugün bir çok fıkıh araştırmacısı, modern dünyada yaşanan gelişmeleri mutlak veri saymaya teşne bir ruh haline sahiptir. Bu gibi fakihlerin elinde fıkıh, egemen kültürün Müslüman ferde dayattığı hayat biçiminin sindirilmesi için adeta bir hazım aracı olarak kullanılmaktadır. Sistem tıkanmalarının cüzi ölçülerde ve yüzyıl gibi uzun aralıklarla yaşandığı doğal zamanlarda formüle edilen “İş daraldığında genişletilir”, “zamanın değişmesiyle hükümlerin değişmesi inkar edilemez” şeklindeki fıkıh kaidelerinin, küresel hegemonik güçler tarafından kökten değişime zorlandığımız, mevcut fıkıh sisteminin tıkandığı yönündeki modernist söylemin baskısını acıyla hissettiğimiz bir dönemde gelenekçi fakihler tarafından dillendirilmesi yaşadığımız tefekkür ve iletişim krizinin ciddi boyutlara vardığını gösterir. Oysa işin daraldığında genişletilmesi gerektiği yönündeki kaide prosedürle alakalı ve tatbik alanı gayet sınırlıdır. Bugün el-Karadâvî farkında mıdır bilinmez ama, anılan kaidelerin modernleşme talebinin tavana vurduğu Türkiye’de ne tür makes bulacağı hususunda ciddi endişeler var.
Bir de maymuncuk misali her kilide sokulmaya çalışılan “gelişim” gibi kökleri ve etkisi üzerinde yeterince düşünülmediği zahir söylemlerin fakihlerin diline dolanışına şahit oluyoruz. Müslümanların gelişmesi, ekonomik, siyasî, bürokratik ve diplomatik alanda güçlenmesi, Müslümanların çağdaş toplumda söz sahibi olması gibi modern zamanlara ait ve çoğunluk Müslümanların geri kalmışlığı psikolojisinin belirgin izlerini taşıyan söylemlerin fıkıh faaliyetlerini bu denli yönlendirmesinin yol açtığı tahribatın bilânçosunu kimse görmek istemiyor. Bir fakihin sıkı bir aktivist duygusuyla hareket etmesi ne kadar doğrudur, bunu tartışmak lazım. Acaba güncel ekonomik ve sosyal sorunların çözümü, şu veya bu şekilde ama mutlaka bunları olumlayıcı fetvalarla mı olmalıdır? Müslümanlar modern hayatın her alanında illa bulunmalı ve hatta söz sahibi mi olmalıdır? Zaruret prensibine istinaden cevaz verilen onlarca modern meselenin bir gün ardı kesileceğini kim garanti edebilir? Bu durumda tepeden tırnağa zaruret fetvalarıyla dolu bir fıkıh yapısı ne kadar sağlıklı ve ne kadar özgündür. İmamların ruhsatlarından derleme eklektik bir fıkıh yapısı ne kadar bütüncül ve tutarlıdır. Böyle omurgasız fıkıh sisteminin Müslüman kimliği gelecek yüzyıla kadar muhafaza edebileceğini hangi safdil ümit edebilir. “Müslümanların gelişmesi” ne demektir? Hollywood’la boy ölçüşecek projeksüyonlar mı yapabilmektir. Yoksa eurovizyon yarışmalarında her sene birinci çıkarmak mıdır? Dünya ağır siklet boks şampiyonları yetiştirmek veya ne bileyim Avrupa ve dünya futbol şampiyonu Müslüman ülkeler mi çıkarmaktır. Newyork borsasında dünya devleriyle kapışacak holdingler mi kurmaktır. Allah aşkına biri söylesin, daha çok ekonomik ve behimî duyguları çağrıştıran şu “gelişme” kelimesi zihin dünyamıza ne zaman ve nasıl girebilmiştir? Bana ayet veya hadis metinlerinde ya da geleneksel İslami metinlerde gelişmenin Arapça karşılığı olan “tetavvur”, ilerlemenin karşılığı olan “tekaddüm” kelimesini kim gösterebilir. Bu kelimelerin birer amaç olarak ileri sürüldüğü ve fetvaların seyrinde rol oynadığına gelenekte şahit olan var mıdır? Tetavvur ve tekaddüm sözcükleri gibi; takva, huşu, zühd, kurbiyet, fıkıh, hikmet, marifet, fütüvvet misali İslami değerler zinciri içinde yeri olmayan, modern zamanlara ait seküler çağrışımları yoğun söylemlerin fakihin zihin dünyasına sızabilmesinin oluşturduğu korkunç tehdidi ne zaman konuşmalıyız?
Günümüz fıkıh faaliyetlerinde bir diğer problem içtihadın tecezzi kabul edebileceği görüşüne müstenid fıkıhta ihtisaslaşma handikabıdır. Günümüzde çalışmalarını muamelata inhisar ettiren, adeta ekonomi danışmanlığı gibi tekmil iş adamlarına servis yapan “burjuva fakihleri” diyebileceğimiz fukaha sınıfını kimse görmezden gelemez. Temelde talilî karakter arz ettiğinin altı ısrarla çizilen “muâmelât” alanına munhasır fıkıh araştırmalarının, taabbudî karakter arz eden “ibâdât” alanından kopuk, bağımsız bir tefakkuh faaliyeti izlenimi vermekle, fıkhın, seküler beşerî hukuka dönüşümündeki etkisi de ayrıca ele alınmalıdır.
Son olarak şunu da belirtmeliyiz. Yusuf el-Karadâvî’nin değişimi esas alan fıkıh söylemiyle Türkiye’deki modernistlerin değişim talebi arasında uzaktan ya da yakından bir irtibat bulunmamaktadır. el-Karadâvî her ne kadar fıkıh ve davet alanında kolaylıkçı, gelişim ve değişim taraftarı olsa da akide ve usul (fıkıh, tefsir ve hadis usulü) alanlarında son derece gelenek yanlısıdır. Bu alanlarda mevcut müktesebatın yeterli ve mütekamil bir yapıya sahip olduğunu düşünür. Onun değişimci söylemi sadece furu-i fıkıhla sınırlıdır.

—————————————-
* el-Karadâvî’nin bu son fetvası, açılış toplantısında kendisiyle yaptığımız söyleşi sırasında bizzat kendi ağzından duyulmuş ve söyleşi içinde kayda alınmıştır.

Leave a Reply

You must be logged in to post a comment.