Abdullah KARGILI

Ulema Allah Resulü’nün (s.a.v.) hem Sünneti’ne hem de çilesine varis oldu. Onlar ne sıkıntılar çektiler. “Fukaha” kelimesi ile “Fukara” birbirine kardeş oldu. Kimi okuyabilmek için evinin tahtalarını söküp sattı, kimi diyar diyar dolaştı, kimi geceleri gündüzlere birleştirdi, kimi zindanlarda ruhunu teslim etti. “Tabakat Kitapları” onların destanlaşan hayatlarının en canlı şahitleridir. Abdulfettah Ebu Ğudde’nin “Safahat min Sabri’l-Ulema” adlı kitabı tabakat literatürünün bir hasılası gibidir.
Yakın dönem alimlerinin hayatlarına bakıldığında çilenin ulema ile adeta özdeşleştiği görülecektir. Ali Haydar Efendi, Hacı Veyiszade, Mustafa Sabri Efendi, Hacı Dursun Efendi, Zahid el-Kevseri, Ali Yakup Efendiler’in hayatları bu hükmün ne kadar doğru olduğunu belgelemektedir.
İlim çevrelerinde hatıraları sürekli anlatılan bu büyük mazlumlardan Ali Yakup Cenkçiler Hoca ilgimi çeker, hakkında derli toplu bir biyografı çalışması olsa derdim. Geçtiğimiz günlerde Darulhadis tarafından yayınlanan “Ali Yakup Cenkçiler Hatıra Kitabı” bu konuda etraflı bir bilgiye sahip olmamıza vesile oldu.
1913 yılında Kosova’da doğan Ali Yakup Cenkçiler “Evlad-ı Fatihan”dandır. Memleketinde temel eğitimini aldıktan sonra 23 yaşında Mısır’a giderek Ezher Üniversitesi’ne bağlı Usulu’d-Din Fakültesine kaydolmuştur. Burada Mustafa Sabri Efendi, Zahid el-Kevseri, Yozgatlı İhsan Efendi gibi Osmanlı bâkiyesi büyük alimlerden dersler almış, onların özel sohbetlerinde bulunmuştur. 10 yıl kadar Kahire Üniversitesi kütüphanesinde memur olarak çalışmıştır.
20 yıl Mısır’da kalan Hoca daha sonra çok sevdiği Osmanlı’nın torunları Türklere hizmet etmek saikasıyla Mısır’daki ilim meclislerini, dostlarını ve işini bırakarak 1957’de Türkiye’ye geldi. Ankara’da Mısır sefaretinde tercüman olarak işe başladı. Elçilikteki sıkıcı protokol yaşantısına ancak 2 yıl dayanabildi. Çok arzulamasına rağmen talebe okutmak için uygun bir ortam bulamadı. Maaşı dolgun olmasına rağmen sefaretteki memuriyetinden istifa etti.
1960 yılında Türk uyruğuna geçti ve İstanbul’a yerleşti. Merhum Abdurrahman Gürses Hocaefendi’nin evinde 1 yıl kadar misafir kaldı ve burada talebe okutmaya başladı. Doğu ve Batı’yı lisanları ve kültürleri ile tanıyan Ali Yakup Hoca diplomasının tanınmamasından dolayı resmi bir ünvanla İslami ilimleri okutma imkanı bulamadı. Aylarca iş aradı. Çalmadık kapı bırakmadı. Osmanlı aşığı bir irfan adamı İstanbul’da ortada kalmıştı. Nihayet birilerinin tavassutuyla bir şirketin muhasebe bölümünde işe başladı. Yıllarca İslami tedrisat yapan hoca bu işten emekli oldu. Muhasebeci olarak ekmeğini kazanmasına rağmen talebe okutmaktan kopmadı. İş çıkışında ya Emir Buhari Camii’nde veya Haseki Eğitim Merkezi’nde ilim taliplileri ile birlikte oldu.
Ali Yakup Hoca İslam’a hizmet eden herkese hüsnü zan besler ve dua ederdi. Özellikle Necip Fazıl, Mahmut Sami Efendi, Mehmet Zahid Efendi ve Ömer Nasuhi Efendi’yi hayırla yâd ederdi. Necip Fazıl için “Deli dolu fakat müthiş bir zekası var. Bu adam İslam’ı müdafaa etmesi için meydan yerine çağrılmış bir kahramandır.” derdi.
Ali Yakup Hoca, Osmanlıyı çok severdi. “Eğer Osmanlılar olmasaydı, Balkanlar’a gelmeseydi, Ali Yakup bir Katolik olacaktı. Bir de bu Osmanoğulları mazlumdur. Kendilerine zulmedilmiş, hakaret edilmiştir. Bundan dolayı ben Osmanlı’ya bu aşırı bağlılıkta mazurum” diye onlara karşı sevgisini izhar ederdi. Sultan Abdülaziz’in torunu M.Şevket Efendi ve kızı Nermin Hanım Sultan ile irtibatını hiç koparmadı. Mektuplaşma ve görüşmelerine devam etti.
Hayatta etkilendiği kimselerden bahsederken bilhassa İmam-ı Gazali ve M.Sabri Efendi’nin isimlerini zikrederdi. Mustafa Sabri Efendi’yi anlatırken “Bugünkü dünyayı anlamış ve bugünkü dinsizliğe karşı ortaya çıkmış, cevap verecek mahiyette kafa ve anlatış tarzına sahip bir ilim adamıdır. Allah için asrın Gazalisi’dir.” derdi.
Merhum, sufi meşreb idi. Mahmut Sami Efendi’ye intisab etmişti. Tasavvufu, genişlik, rindlik, hoş-meşreb olmak diye ifade edenlere “Hoş görüşlü olan, rahat olan Şeriattır. Zira o Allah’ın kullarına teklif-i ilahisidir. Yapmayan sonucuna katlanır. Kul, farzları, sünnetleri , vacipleri yapmak ve mekruhlardan sakınmak durumundadır. Tasavvuf ise farzları, sünnet ve vacipleri yaptıktan başka, sayısız nafileler, gece namazları, oruçlar, halvetler, çileler ve daha nice ibadetlerle geceleri kaim gündüzleri saim olarak yaşamaktır. Zahmete, çileye, sıkıntıya soyunmak; ömür boyu tetikte olarak yaşamaktır.” şeklinde cevap verirdi.
Talebe okutmak en büyük zevkiydi. Çocuğu olmadığından talebelerine kendi öz evladı gibi muamele eder, onların ihtiyaçlarını karşılar, evlenecek olanlara yardım ederdi. Kendisinde yüksek derecede şeker rahatsızlığı vardı. Hastalık görmesini etkiliyordu. Bu halde dahi üst üste iki gözlük takarak ders okutmaya devam etti.
Hayatının son anlarında felç geçirdi. Yatağa mahkum olduğunda tek arzusu iyileşip tekrar talebe okutmaya başlamaktı. Fakat ömrü bu vazifeyi yeniden ifa etmeye yetmedi. 21 Mayıs 1988 günü sabah vakti dâr-ı bekâya irtihal eyledi. Muhibbânın gözyaşları arasında Edirnekapı Sakızağacı kabristanlığında toprağa verildi.

DERSLERİNDEN NOTLAR:

“Kafasında az şey olup da iyi düşünebilen, çok şey olup da kötü düşünenden daha iyidir. Mustafa Sabri Efendi’nin çok az kitabı vardı fakat çok düşünürdü… Hakikat eskilerdedir.”
“Gençliğimde bir yere giderken eğer arkadaşlarımdan elbisesi olmayan, eski olan varsa ona göre giyinirdim. Sırf o utanmasın, sıkılmasın diye.”
“Arapça sadece Arap lisanı değildir. İslam lisanıdır. Kur’an lisanıdır. Arapça lisanı, Müslümanlar arasında beynelmilel bir lisandır ve böyle olması lazımdır. Hatta çok teessüf edilir ki, İslam sefirleri birbiriyle İngilizce, Fransızca anlaşıyor. Halbuki ne olurdu, İslam devletlerinin aralarında Arapça lisanı siyasi bir lisan olsun, anlaşma lisanı olsun…Ayıp değil mi, Pakistan’dan bir sefir gelsin de Türkiye’de, Türkler’le İngilizce konuşsun, yahut bir Türk sefiri herhangi bir İslam ülkesine gitsin de oranın devlet adamlarıyla Fransızca anlaşsın. Bu gerçekten ayıptır. Bu Müslümanlar için bir züldür, bir zillettir. Arapça lisanı beynelmilel bir lisan olmalı aynı zamanda bir tearüf ve anlaşma lisanı olmalı diplomatlar arasında.”
“Kosova’da benim okuduğum medresede 80 talebe vardı. Her yerde ve kasabada böyle medreseler vardı. Sabahleyin kalktığımızda adet olduğu üzere bir cüz Kur’an okurduk. Yani bu bahsettiğim okuma işlemi sabah namazını müteakip yapılıyordu. Bu bir gelenek idi. Kimse bizi mecbur etmiyordu. Sonra hoca , yani müderris var idi. İlk üç devre talebesini okuturdu birinci, ikinci ve üçüncü ders. O talebeler, daha sonra küçük talebeleri okuturdu. O yükselmiş talebeler, ne zaman ki icazet alırlar, ondan sonra müderrisliğe geçerlerdi. Sonra yine bu şekilde devam ederdi. Yani büyükler küçükleri tâ bir seviyeye gelinceye kadar okuturlardı.”
“Hakikaten tarih-i beşerde Gazali kadar büyük bir psikolog yetişmemiştir. İmam-ı Gazali kadar kimse anlatamamıştır insanı. Kitap ve Sünnet’e dayanarak, insanı gayet güzel anlatmış. İnsanın evsafını, neden mürekkep olduğunu, Hakk’a nasıl vasıl olacağını…”
“Benim memlekette öyle adamlar vardı ki Sultan Abdulhamid’in ismi geçince ayağa kalkarlardı. Çünkü Osmanlı’ya karşı büyük muhabbet vardı. Bütün Müslümanlığın inceliğini ihata ediyor Osmanlı tabiri. Osmanlı denildi mi, efendi, Müslüman, cömert, misafirperver,ahlaklı, yani mecmû kemalatı havi bir şahsiyeti anlaşılıyor. Sonra Türklük bir çelebilikti. Mesela ben orada Türkçe öğrendim. Benim kasabamda halk “Ben Türk’üm” der. Halbuki köyden gelmiş olan Arnavut bilinir. Arnavut demek, köylü anlamına geliyor. Kasabalı ise Türk ve çelebi. Türkçe bilmek ise büyük bir mesele. Hele bir köylü Türkçe bildi mi onun havasından geçilmez. “Nasılsın efendim” der, Türkçe konuştuğunu ihsas eder. Ben de bu aşkla Türkçe’yi öğrendim.”
“Lisan yalnız gramerle öğrenilmez. Evet gramer şarttır. Fakat lisanı ilerletmek için kitap okumak, yani pratik gereklidir. Ben arkadaşlarıma “Edebü’d-Din” okuttum. Çok kuvvetli bir eserdir. Bayağı bir meleke hasıl oldu. Sonra “İhyâ-u Ulum” okuttum. Talebe çok kitap okumaya alıştırılmalıdır. Burada(Türkiye’de) kavaide çok önem verilmiş vaktiyle, ancak; tekellüme, mükalemeye ve kitap okumaya pek önem verilmemiş nedense. Halbuki lisan kitap okumakla kaimdir. Mesela Türkçe benim ana lisanım değil, kitap okumakla öğrendim.”
“Fas diyarında Mustafa Sabri Efendi okunduktan sonra Muhammed Abduh’un forsu bitmiştir.”