İnkişaf
İlmî dergicilikte yeni bir soluk

İnkişaf

Misk yaralanınca da güzeldir

Ahmet FARUK

Üzerinde güneş batmayan İngiliz İmparatorluğu’nun sınırları Kraliçe Viktorya zamanında 11 milyon metre kareye ulaşmıştı. Diğer emperyalist ülkeleri de hesaba kattığınızda dünyanın, özellikle de İslam aleminin önemli bir bölümü (yirminci asrın başlarında) fiilen işgal altında idi. Doğu, mana ve maddesi ile Batılılar tarafından talan edilmişti. İşgal fotoğrafı, Müslümanların küfre karşı muhalefet iradesini besledi. Mevcut siyasi yapılanma ile İslam Coğrafyası’nı daha fazla idare edemeyeceklerini anlayan Batılılar, direniş dalgasını kırabilmek için müsemmaları ile geri çekilip, gölgeleriyle var olmayı tercih ettiler.Değişen şartlara bağlı olarak kurulan devletçiklerin başına da dış görünüşleri ile Doğu’ya, zihniyetleri ile Batı’ya ait idareciler getirdiler. Bu yolla dirilişin önüne geçebileceklerini düşündüler. Fakat olmadı; Başaramadılar. İslam medeniyeti zamanla yeniden bir canlanma sürecine girdi. İlmi ve fikri anlamda bir neş ü nema başladı.
Yirminci yüzyılın ilk yarısında Doğu’da, Batı hala en büyük siyasi müessirdi fakat nüfuzu ilk günlere nispetle ciddi anlamda zayıflamakta idi. Günümüze doğru gelindikçe Batı ile İslam dünyası arasındaki denge hızla Müslümanlar lehine değişti. İslam coğrafyasının nüfusu ihtida hareketleri ile artarken Hıristiyanlar dinden dönme teşebbüsleri ve dağılan ailevi yapılarıyla azalma sürecine girdiler. Misyonerlik faaliyetleri de, Kilisenin tayin ettiği hedefi tutturmadı. Zira ilk bin yılda Avrupa’yı, II. bin yılda Amerika ve Afrika’yı Hıristiyanlaştırdıklarını söyleyen müteveffa Papa John Paul, üçüncü bin yılda Asya’yı/İslam Dünyasını Hıristiyanlaştıracaklarını söylemişti. Kendilerine Hıristiyan olmaları teklif edilen Müslümanların sunulan bütün imkanları reddedip İslam’da sebat göstermeleri Batı’yı mezkür hedefini gerçekleştirme noktasında farklı arayışlara sevk etti.

Batı, ihtida hareketleriyle kaybettiği insanına sahip çıkabilmek için İslam’ı tahkir ve tezyif etme sıtratejisi izledi. Kurduğu örgütlerle kendi değerlerini evrensel gösterip, İslam’ın esaslarını terörizmin kabulleri olarak tanıttı. Kamuoyunu da buna inandırabilmek için 11 Eylül hadisesi gibi olayları ya bizzat tertip etti ya da onların oluşmalarına ön ayak oldu. Fakat yine de ihtida hareketlerinin önüne geçemedi.
İslam’ın muazzam yürüyüşünü engellemek için geliştirilen bütün açılımlar akamete uğrayınca, Batı klasik haçlı anlayışını yeniden tedavüle sürdü. Bir farkla ki Allah Resulü’nü (s.a.v.) tezyif ederek Haçlı ordusuna asker toplayan papazların yerine karikatüristleri ve yazarları istihdam etti.
İlk olarak Danimarka basınında yer alan ardından Norveç, Fransa, Almanya, Hollanda, İtalya, İspanya, İzlanda ve Meksika medyasında da geniş ölçekte yer bulan, karikatürler, İslam’ın muhteşem duruşu karşısında iflas eden Batı medeniyetinin klasik haçlı ruhunu canlandırma projesinin bir adımıdır.
Batı, Allah Resulü’ne (s.a.v.) hakaret ederek varis olduğu haçlı ruhunun gereğini yaptı. Hakareti sahiplenme noktasında siyaset adamından yazar-çizer taifesine kadar yek vücut bir görüntü sergiledi. Batı’nın sövmeyi fikir hürriyetinin arkasına sığınarak meşrulaştırma gayreti ise, kendi değerlerini evrensel göstermesinin tipik bir yansımasıdır.
Bu mülevves manzara karşısında Müslümanlar nasıl bir duruş belirlemeliler, dirilişin önüne konan yeni engeli ne yaparak aşabilirler? Öncelikle bu gün Irak’ta olduğu gibi medeniyet içi meşrep ve mezhep çatışmalarını (Sünni-Şii) bir tarafa bırakarak yek vücut olmalıdırlar. Ardından Ümmet’in sevad-ı a’zamını teşkil eden Ehl-i Sünnet’in kabulleri çerçevesinde entellektüel birikimlerini ortak bir güce dönüştürmelidirler. Sonrasında ise sahabeden günümüze kadar Efendimiz aleyhisselamın hukukunu koruma çerçevesinde geliştirilen mücadele tarzlarını kullanarak geniş kapsamlı bir hareket planı hazırlamalıdırlar. Moğol işgali ve Haçlı saldırıları sonrasında yaşanan fetretlerin izalesi, benzer yaklaşımların kuvveden fiile taşınmasıyla gerçekleşmiştir.
İslam’ın medeni birikimini dikkate alarak bütün Müslümanları kapsayacak Peygamber aleyhisselam ile bütünleşme hareketinin nasıl olduğunu ve olacağını ifade noktasında şunlar söylenebilir:
Sahabenin Allah Resulü (s.a.v.) ile olan münasebeti modern zaman Müslümanları tarafından içtenlikle benimsenmelidir. Nasıl ki ol mübarekler Onun (s.a.v.) huzurunda, başlarına konan bir kuşu kaçırmak istemeyen kişinin sekinetiyle oturur, dinlerlerdi. Bizler de Sünneti’ne aynı ruh haliyle mukabelede bulunmalıyız. Hz. Ali gibi ölümün kuvvetle muhtemel olduğu gece kıyılan aşk nikahına sadakat uğruna Onun (s.a.v.) hakikatini gözümüz kırpmadan beklemeliyiz. Ya Nesibe… Uhut’ta yağan oklara karşı Peygamberi korumak için göğsünü siper eden insanlık tarihinin iffet abidesi… Ona (s.av.) hakaret etmektense ölümü tercih eden Hubeyb b. Adi… İşkence anında Mekke Müşriklerinin söylediklerini diliyle tekrar etmesi kendisine söylenmesine rağmen canını ortaya koyup Onu’n (s.a.v.) hatırasını koruyan Habeşli Bilal… Uhut’ta bir ara sessiz sedasız oturan sahabileri görünce “Niçin oturuyorsunuz?” diye soran; “Allah Resulü’nü şehit ettiler.” cevabını alınca da, “O halde kalkın, Onun (s.a.v.) öldüğü yerde sizler de ölün; Ondan (s.a.v.) sonra bir hayatı yaşıp da ne yapacaksınız.” diyen Enes b. Nadr… Hendek günü yaralanan, yaralı halde yattığı çadırında, “Ya Rabbi! Eğer Kureyş tekrar Efendimiz’in (s.av.) üzerine yürüyecekse bana şifa ver, yok eğer bir daha gelemeyecekse canımı al, al ki huzuruna şehit olarak geleyim.” diyen ve öldüğünde arşın kapsında binlerce melek tarafından karşılanan Sa’d b. Muaz…
Allah Resulü’nü (s.a.v.), İslam’ı tebliğden vazgeçirmek gayesi ile Kureyş’in görevlendirdiği Urve b. Mes’ud, Medine’de tanık olduğu manzarayı döndüğünde şöyle anlatmıştı: “Ey Kureyş! Ben çok devlet başkanları gördüm. Kayser’in, Kisra’nın ve Necaşi’nin meclislerinde bulundum. Fakat Muhammed’in ashabının Ona hürmet ettiği gibi hiçbir devlet başkanına tebası tarafından saygı gösterildiğini görmedim. Abdest suyunu getirmek için birbirleriyle yarışıyor, emirlerini uygulamak için tam tekmil bekliyorlar. Böyle bir Peygamberle uğraşmayın. Başaramazsınız.”
Ashabın Allah Resulü ile olan münasebeti sonraki kuşaklar üzerinde de derin izler bıraktı. Herkes, bulunduğu konumda Onun (s.a.v.) hatırasına sahip çıktı. Efendimiz’in (s.a.v.) hukukunu ihlal çerçevesinde nükseden saldırılara en etkili cevabı ulema verdi. Ebeveyni ile alakalı tartışmalar alevlendiğinde İmam Suyuti konuyla alakalı tam on farklı risale kaleme alarak Hz. Resulullah’ın temiz nesebini müdafaa etti.
Devlet-i Aliyye’nin ahir ömründe Fransız Ernest Renan, Efendimiz’e hakaret edince, ona karşı yazılan en harika reddiyeyi bir Türk aydını olan Namık Kemal kaleme aldı. Ernest Renan’ın hezeyanları İstanbul’a ulaştığı gün hadise, Müslüman aydınların yegane gündemi oldu.
Sultan II. Abdulhamid Han Hazretleri zamanında -bu gün olduğu gibi- Batı’da Hz. Resulullah’a (s.a.v.) hakaret etme hastalığı nüksetmişti. Bu çerçevede Fransa’da Peygamberimiz’i (s.av.) tezyif eden bir tiyatro hazırlanmış, tam sahnelenmek üzereyken Sultan II. Abdulhamid, Fransa’ya ültimatom vererek tiyatronun sahnelenmesinin siyasi bir hadise addedileceğini bildirmişti. Ulu Hakan’ın bu sert tepkisi üzerine tiyatronun Fransa’da oynanması iptal edilmişti. Fakat İslam düşmanları, aynı tiyatroyu İngiltere’ye götürüp orada oynatmak için hazırlıklara başladılar. Bu çerçevede Londra’da salonlar ayarlandı, biletler basıldı. Tam bu sırada Abdulhamid hadiseden haberdar oldu. Aynı kararlılıkla İngiltere’yi de uyardı. Fakat İngilizler, bu günkü halefleri gibi fikir hürriyetinin arkasına sığınarak tiyatroyu oynatacaklarını söylediler. Abdulhamid, Fransa’nın, meselenin vahametini anlayıp tiyatroyu iptal ettiğini söyleyince İngilizler, “Orası Paris burası ise hürriyetin beşiği Londra” diye karşı çıktılar. Bunun üzerine Sultan Abdulhamid Han Hazretleri “O halde ben de bütün alem-i İslam’a beyannameler gönderip İngilizler Peygamber Efendimiz’i tezyif ediyorlar, küfre karşı birleşiniz çağrısında bulanacağım.” deyince fikir hürriyetinden bahseden İngiliz gururu geri adım attı ve tiyatronun oynatılması iptal edildi.
***
Bu şartlar içerisinde yapmamız gereken öncelikli vazife, iliklerinize kadar yeniden ve tam bir kararlılıkla Hz. Resulullah’ın Sünneti’ni kuşanmak ve bu kuşanmanın bir gereği olarak Onu (s.a.v.) gerçek duruşuyla karşılaştığımız herkese anlatmaktır. Bu bağlamda ilim adamları her seviyeden insana hitap edecek şekilde Allah Resulü’nün hayatını anlatan eserler kaleme almalı, aydınlar küfre reddiyeler yazmalı/alem-i İslam’ın Efendimiz’e olan teslimiyetini resmedecek bir tavır içinde yer almalıdırlar. Yediden yetmişe top yekün Müslümanlar ise söz konusu ülkelerin mallarını boykot etmelidirler. Unutmamalı ki Müslümanlar olarak Efendimiz’e (s.a.v.) olan bağlılığımız gerektiği gibi kuşanabilseydik, Batılı adam fikir hürriyeti adına bir buçuk milyar müslümanın gözüne baka baka Allah Resulü’ne (s.a.v.) sövmeye cüret edemeyecekti.
***
Modern zamanda orta çağ papazlarının zihniyetini benimseyip Hz. Resulullah’ı (s.a.v.) tezyif etme yolunu seçen Batı, kazanacağını düşünüyordu. Fakat kaybetti. Kutlu doğum etkinlikleri önceki yıllara kıyas edilemeyecek bir heyecana tanık oldu. Milyonlarca insan Onu (s.a.v.) anlamaya koştu. Her tarafı güller kuşattı. Hani Mevlana diyor ya “Misk ve amber yaralanınca da kazanır.” Çünkü yaralanınca var oluş gayesine erer ve her tarafa dalga dalga nefis kokular dağılır. Şimdi dünya yaralanan Gülümüz’ün (s.a.v.) hayat veren kokusuyla bereketleniyor. O (s.a.v.) yaralanınca da kazanıyor. Belki de normal halinden daha fazla. Çünkü “Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır.”

Leave a Reply

You must be logged in to post a comment.