İnkişaf
İlmî dergicilikte yeni bir soluk

İnkişaf

Batı’nın İslam’ı yok etme projesi

Ahmet AÇIKGÖZ

XIX. yüzyılda İslam’a karşı yürütülen çok cepheli savaşın koordinatörü olan Büyük Britanya, kendisini Hristiyan dünyasının hâmisi görmekte ve onlar adına Müslümanlardan intikam aldığına inanmakta idi.

İngilizler, sömürü sistemlerinin kapsamlı ve etkin bir şekilde işleyebilmesi için İstanbul başta olmak üzere birçok İslam beldesine şehirlerin dîni, kültürel, ve etnik haritalarını çıkaracak “barış gönüllüleri” kisvesi altında küfrünü gizleyen antropolog, tarihçi, mühendis unvanlarını haiz casuslar gönderdi.Sömürüyü, bekasının vazgeçilmez unsuru olarak gören Büyük Britanya, bunun için Sömürgeler Bakanlığı adı altında bir kurum da ihdas etmişti. Bakanlık, ilgili bölgelerden elde ettiği istihbarî rapor ve dokümanları haber havuzlarında toplayıp Britanya’nın menfaatleri doğrultusunda kullanmakla meşguldü.

İngilizler gerçek kimliklerini gizleyen elemanlarıyla, geçmişte meydanlarla sınırlı olan Haçlı savaşlarını hayatın bütün şubelerine yaydılar. Ahtapot gibi İslam coğrafyasını saran casuslar, gittikleri yerlerde kabile reisi, alim, şeyh gibi unvanları haiz nüfuzlu kişileri özgürlük vaadiyle Osmanlı Devleti’ne karşı isyana teşvik ettiler. Bunda etkili olabilmek içinde Şiî nüfusun hakim olduğu bölgelerde tam bir Hz. Ali hayranı, Sünnîlere ait şehirlerde ise yerine göre ya Maturidî ya da Eşarî gibi davrandılar.

Büyük Britanya XVIII. yüzyılda İslam coğrafyasında 5 bin ajanla faaliyet göstermekte idi.[1] Zamanla bu rakam on binlere ulaştı. Ümmetin direniş gücü arttıkça ajan sayısı da çoğaldı. Direnişin önünde ise müstakim duruşlarıyla halk nezdinde kahramanlaşan alimler vardı.[2]

Artan ajan sayısı İngilizlerin hedeflerini gerçekleştiremeyince bakanlık, personelin niteliği hususunda daha titiz davranma kararı aldı. Çünkü sıradan bir Müslüman bile “inanç bakımından bir Hristiyan papazıyla mücadele edebilecek”[3] donanımı haizdi.

İslam coğrafyasında faaliyet gösteren ajanların sömürü bakanlığına gönderdikleri raporlar, kurulan ve yıkılan devletlerin hayatı kadar Müslümanların hayatlarıyla da alakalı olduğundan hep merak konusu olmuştur. Ajanların kaleme aldıkları hatıratın tab edilmesi birkaç asır devam eden İngiliz oyununun dehşetini gözler önüne sermiştir.

Bu makalede İngiliz ajan Hampher’in hatıratı özelinde İngilizlerin İslam Coğrafyası üzerindeki saklı planları teşhir ve tahlil edilecektir.

İstanbul

Birkaç ay süren gemi seyahatinden sonra İstanbul’a ulaşan Hampher, şehirde ilk olarak gittiği camide gördüğü manzara karşısında hayrete düşer. Müslümanların düzen ve temizliği karşısında şöyle demekten kendini alamaz: “Neden biz bu temiz insanları incitmeye çalışıyoruz? Neden huzurlarını ve güvenliklerini sarsıyoruz? Acaba bu tür pis işleri Mesih (Hz. İsa) caiz kılmış mıdır?” (s. 18)

İstanbul manzaraları, Ona Hristiyan Batı’nın yalan üzerine ibtina eden bir medeniyet olduğunu gösterir. Hampher, Batı’nın Müslümanlar aleyhinde kurguladığı yalanları tahlil ederken bir an yaptıklarından pişmanlık duymaya başlar. Ne var ki bir müddet sonra toparlanıp; “Büyük Britanya sömürgeler bakanlığının memuru olduğunu ve her şeye rağmen görevini ifa etmesi gerektiğini” düşünür. Hampher, vicdanıyla daha fazla yüzleşmeye cesaret edemez ve hakikate “vesvese” yaftasını vurarak yaptıklarına kendini ikna etmeye çalışır.

Bütün ajanlar Hampher gibi mutaassıp değildir. İçlerinde Müslüman olan (s. 25) ya da yapılanlara isyan edip bakanlıktan ayrılanlar da vardır. Mesela Hampher’in 9 kişilik arkadaş grubundan sadece 5 kişi Londra’ya dönmüştür. Ajanların sömürü bakanlığı ile irtibatlarını koparmalarından ya da Müslüman olmalarından endişe eden İngilizler, aynı bölgede birbirini tanımayan ajanlar görevlendirip, her bir ajanı izlemek üzere de özel memurlar tayin etmişlerdir.(s. 57)

İstanbul Sonrası

İstanbul’da iki yıl kaldıktan sonra Londra’ya dönen Hampher, Osmanlı Devleti’nin zayıf noktalarını tespit edip merkeze bildirme hususunda başarısız görüldüğünü öğrenir. Bu yüzden görev yeri değiştirilir. Yeni yeri olan Basra için Londra’dan ayrılırken sömürü bakan yardımcısı görevinin; “Müslümanlar içerisine nüfuz ederek, aralarında ayrılık oluşturabilecek zayıf noktaları bulmak ve bu noktalardan hareketle tefrika ve anlaşmazlık icat etmek.” (s. 27) şeklinde iki ana başlık altında toplandığını söyler.

Hampher, yorucu olduğunu söylediği 6 aylık bir seyahatten sonra tefrika faaliyeti için uygun bir yer olan Basra’ya ulaşır.

Hampher, Basra’da Mürşit Efendi’ye ait bir kervansaraya yerleşir. Fakat Onun ikametiyle Mürşit Efendi’nin işlerinde bir bereketsizlik baş gösterir. Bu durumdan rahatsız olan Mürşit Efendi açıkça kendisine; “Sen buraya geldiğin günden beri işlerim ters gitmekte, bu da senin ne kadar kötü bir adam olduğunu göstermektedir.” (s. 34) diyerek tavır koyar. Bu şartlar altında kervansarayda daha fazla kalamayacağını anlayınca Horasanlı bir Şiî olan Abdurrıza’nın marangoz dükkanına gider ve orada işe başlar.

O yıllar itibariyle Basra’da, aralarında derin farklılıklar olmasına rağmen huzur içerisinde yaşayan Sünnî ve Şiî oluşumların müntesipleri vardır.

Hampher, Müslüman kimliği (!) ile her iki grup içerisine girmeyi başarır. Kısa zaman sonra gruplar arasındaki kadim anlaşmazlıkları güncelleyerek Basra gündemine taşır. Hafıza-i beşere, geçmişte yaşadığı acı olayları hatırlatır. Hz. Ali’den Kerbela olayına, Hz. Muaviye’den Yezid’e kadar birçok kişi ve olay üzerinden spekülasyon yapar.[4]

Muhammed b. Abdulvehhab

Hampher, Abdurrıza’nın marangoz dükkanında Farsça, Türkçe ve Arapça bildiğini söylediği Muhammed b. Abdulvahhab adında bir gençle tanışır. Hampher’in özgür bir genç olarak nitelediği Muhammed, hiçbir mezhebe bağlılığı olmayan ve “Kur’an’da olan bize yeter.” anlayışına sahip biridir. Hampher, Büyük Britanya’nın bölge üzerindeki amaçlarını hayata geçirecek yegane şahsiyet olarak gördüğü Muhammed’le (s. 39) hem dostluğunu tahkim eder, hem de idealleri doğrultusunda onun düşüncelerine yön verir. Bu çerçevede Muhammed’i “özgürlük kavramı” çerçevesinde sürekli tahrik eder. Ehl-i Sünnet ile Şia arasında üçüncü bir mezhep kurmaya teşvik eder.(s. 45).

Hampher, mut’a nikahı başta olmak üzere çeşitli şehevi unsurlarla günaha sürüklediği Muhammed’i, yalan rüyalarla da iğva etmekten geri durmaz. Onlardan bir tanesini Muhammed’e şu şekilde anlatır: “Rüyamda gördüm ki; peygamber hatiplerin anlattığı gibi bir heyet ile kürsüde oturuyordu. Etrafını da benim hiçbirini tanımadığım alimler sarmıştı. Aniden sen meclise girdin. Ve sen Muhammed b. Abdulvahhab, yüzünden nur saçıyordun. Peygamberin yanına vardığında o, sana saygı göstererek yerinden kalktı, alnından öptü ve şöyle dedi: ‘Ey benim adaşım, sen ilmimin varisisin. Müslümanların din ve dünya işlerinde benim vekilimsin!’ Sen dedin ki: ‘ Ya Resulellah! Ben ilmimi halka açıklamaktan korkuyorum.’ Peygamber sana: ‘Gönlünde korkuya yer verme, sen sandığından daha büyüksün.” buyurdu. (s. 46)

Hampher, yalanlarıyla iğva ettiği feraset fukarası müminler hakkında daha sonra değerlendirmede bulunurken şöyle der: “Nasıl da bahtı karadır bunlar. Dünya uyanmışken, hala derin uykudadırlar. Ancak yıkıcı bir sel bunları tatlı uykularından uyandırabilir.” (s. 50)

Sömürü Bakanlığının Kitabı

Sömürü Bakanlığı gelişen ve değişen şartlara paralel olarak çeşitli yayınlarla ajanlarının bilgi ve görgülerini artırdı. Bu yayınların önemli bir bölümü bütün ajanlara hitap ederken bir kısmına ise sadece kıdemli ajanlar ulaşabildi. Batı’nın İslam coğrafyası üzerinde oynadığı oyunların neler olduğunu, nasıl tezgahlandığını, oyun sahiplerinin ne tür sonuçlar beklediklerini ihtiva eden özel yayınlara ulaşan ajanlardan biri de Hampher’dir.

Hampher hatıratında, sömürü bakan yardımcısı tarafından kendisine verilen ve bugün için hâlâ özel kabul edilecek bilgiler içeren bir kitaptan bahseder.

İki ciltten oluşan bu kitabın birinci cildinde İslam dünyasındaki sahte ve gerçek şahsiyetler ile yapılan konuşmaların karşılaştırılmasından elde edilen sonuçlar vardır. Birinciye nispetle daha güncel bilgiler içeren ikinci ciltte ise Müslümanların güçlü ve zayıf noktalarının neler olduğu; zayıf noktalarından nasıl yararlanılabileceği ve güçlülerin nasıl zayıflatılabileceği gibi hususlar üzerinde durulmuştur.

Kitabın, zayıf noktalar başlığı altında tadat ettiği hususların önemlileri şunlardır: “Sünnî ve Şiî ihtilafı, umumi cehalet ve okuma yazma bilmeme, fikri donukluk, maddi yaşamı önemseme, istibdat, ulaşım problemi, sağlık sıkıntıları, şehirlerin harabe olması, bürokraside başıbozukluk, kötü bir ekonomi, güçsüz bir ordu, kadınların tahkir edilmesi, şehir ve köylerin pislik içinde olması…”

Kitap, İslam şeriatının gerçekte bütün bu zafiyetlere karşı olduğunu belirtikten sonra şöyle bir ihtarda bulunur: “Müslümanların İslam gerçeğinden habersiz tutulmaları gerekir.” (s. 67)

TEDBİRLER

Hampher’in deşifre ettiği kadarıyla kitapta ayrıca İslam’ın hassas bazı noktalarının nasıl yaygın hale getirileceği ve güçlü noktalarının da nasıl zayıflatılarak ortadan kaldırılacağı ile ilgili tedbirler de vardır. Bunların önemlilerini, tarafımızdan belirlenen başlıklar altında tırnak içerisinde verip sonra da tahlil edelim:

Sünnî ve Şiî İhtilafı

“Sünnî ve Şiî Müslümanlar arasında kötümserlik ve su-i zan gibi bir kısım kötü duyguları ihdas ederek, mezhebî ihtilâfları körüklemek. Bunun için büyük meblâğda para sarf etmekten çekinmemek.”

Kitabın hazırlandığı tarihten günümüze kadar, İslam coğrafyasında ihtilaflardan kaynaklanan çatışmaların olmadığı hemen hiçbir zaman dilimi yoktur. Bu çatışmaların en güncel ve kapsamlı olanı ise bugün Irak’ta yaşanmaktadır. ABD’nin bölgeyi işgali ile başlayan çatışmalar yukarıdaki plan dahilinde değerlendirildiğinde beşinci Roma İmparatoru Neron (Lucius Domitus Ahenobarbus)’un Roma’yı zevkine göre yeniden inşa edebilmek için önce meşhur Roma yangınını başlatıp, daha sonra da Yahudi ve Hristiyanların şehri yaktıklarını iddia ederek halkı Roma’yı kurtarmaya çağırmasına benzemektedir.

Emevi ve Abbasi devletleri zamanında yaşanan siyasi kargaşa ve örtülü İslam karşıtlığından beslenen ehl-i sünnet dışı akımların çoğu, Kur’an ve Sünnet’in yanlış anlaşılmasını önleyen usul kitaplarının telif edilmesi ve ulemanın müstakim duruşuyla etkisiz hale getirilip tarihi birer vakıa olarak “el-Milel ve’n-Nihal” kitaplarında yerlerini almaktan öte geçememiştir. Ne var ki yukarıdaki projenin sonucu olarak eski ihtilaflara ilaveten farklı içerikleri haiz çok sayıda yeni hareketler teşekkül etmiştir.

Alimleri Karalama

“Müslümanların bilgisizliğini korumak, her türlü eğitim merkezlerinin kurulmasını ve halkın çocuklarını dînî okullara göndermesini önlemek. Basın ve yayının gelişmesine mani olmak. Büyük din alimleri ve müçtehitler aleyhinde ithamlarda bulunmak.”

İslam dünyasında yaşanan siyasi kaosun yanı sıra derin bir şekilde varlığını hissettiren içtimai ve ilmi bedbahtlık Müslüman zihinlerde adeta akıl tutulmasına neden olmuştur. Neticede gelişmelerden korkan, korktukça da içine kapanan, tutulan aklı yerine geleneği suçlayan bir nesil oluşturulmuştur.

Yürüyerek geçebileceği bir nehirde paniklemesinden dolayı boğulma tehlikesi yaşayan insan gibi, son iki asırdır istidat sahibi müminler dahi sorunlar karşısında geri çekilip “ilmihal” hocalığı ile yetinmeyi yeterli görmüştür.

Akılların tutulması ya da ulemanın içe kapanıp hayatı sorgulamaktan imtina etmesi şüphesiz ki tek bir nedene bağlı değildir. Fakat bu durumun oluşmasında en büyük müessir İngilizlerin planlı bir şekilde medreseleri etkisiz hâle getirmeleridir. Medreselerin karşısında yeni okulların açılması, medreselerden mezun olan öğrencilerin bürokraside yer alamamaları gibi nedenler de medreseye olan rağbeti azalttığı gibi, zeki öğrencilerin de medreselerden uzaklaşmasına zemin hazırlamıştır.

İngilizler, basın-yayının gelişmesine de engel olmuşlardır. Çünkü basın-yayın vasıtaları yeryüzünün habercileridir. Onlar adeta hadiselerin ve ilmi verilerin müvezzileridirler. Bu yüzden basının su-i niyetli kişilerin elinde olması, bilgi anarşisinin oluşması ve yayılmasına, hiç olmaması da bilgi körlüğüne neden olmaktadır.

Bilgi kirliliği insanların muvazenesini olumsuz yönde etkilediğinden, birkaç hadisi senediyle okumaktan aciz yığınla insan kendini hadis alanında İmam-ı Malik’ten daha muhaddis, fıkıh alanında da Ebu Hanife’den daha fakih görebilmektedir.

Tanzimattan günümüze kadar neşriyatta belirgin bir şekilde ulemaya karşı istihzaî ve istismarî yazıların çıkması onların saygınlıklarını dolayısıyla da söz ve amellerinin tesir gücünü zayıflatmıştır.

Münzevî Hayat

“Tembelliği teşvik etmek, çalışkanlığa mani olmak. Müslümanları dünyayı boş vererek ölüm meleğini bekler hale getirmek. Halkı dünya hayatından koparıp münzevî bir yaşama hapsetmek.”

Allah Teala “İnsan için ancak çalıştığı vardır.” buyurmaktadır. Bütün peygamberler sa’y u gayret içerisinde olmuş, geçimlerini kendi elleriyle kazanmaya özen göstermişlerdir. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) “Kişi asla kendi eliyle kazandığından daha hayırlı bir yiyecek yememiştir.”[5] buyurmaktadır.

Abdullah b. Abbas (radiyallahu anhuma) da şöyle demektedir: “Hz. Adem (aleyhisselam) çiftçi, Hz. Nuh (aleyhisselam) marangoz, Hz. İdris (aleyhisselam) terzi, Hz. Davud (aleyhisselam) demirci, Hz. Musa (aleyhisselam) çoban, Hz. İbrahim (aleyhisselam) kumaş tüccarı/çiftçi, Hz. Salih (aleyhisselam) tüccardı. Hz. İsa (aleyhisselam) yarına bir şey saklamayacak şekilde yaşar, Hz. Muhammed Mustafa (sallallahu aleyhi ve sellem)’de Ecyad’ta ailesinin koyunlarını beklerdi.[6]

Büyük sahabiler de geçimlerini temin etmek için bizzat çalışmışlardır. Hz. Ebubekir, kumaş, Hz. Ömer deri, Hz. Osman (radiyallahu anhum/Allah hepsinden razı olsun)’da gıda maddeleri satardı. Hz. Ali (radiyallahu anh) ise yevmiyelik yapardı.[7]

İslam, Müslümanlara üretici bir toplum olmalarını emretmektedir. Ne var ki İngiliz emperyalizminin morfinlediği Müslümanlar fakir kalıp da istemenin zilletini, kazanıp da vermenin izzetine tercih eder hâle gelmiştir.

Zorbalara İtaat Kültürü

“Sultanlara tabi olmanın gerekliliğinden bahseden nasslardan yararlanarak Müslümanlara zorba ve zalim hükümdarların hakkaniyet sahibi olduklarını ve kendilerine itaat edilmesi gerektiğini telkin etmek. İdarecileri ise içki, kumar, fuhuş gibi fesatlara sürükleyip halkın meselelerinden uzaklaştırmak ve devlet malının yatırıma dönüşmesine engel olmak.”

İslam coğrafyasındaki bir çok devlet adamı, A’raf’ın bir tarafı cennete diğeri ise cehenneme bakan duvarına benzemektedir. Gerçek yüzü ise maalesef cehennem tarafındadır.

Birçok sultanın etrafında icraatlarını takdis eden, yalanlarında hikmet arayan belamlar olmuştur. Onlar bazen içki sofralarının perdedarı bazen de örtülü bir şekilde haramın destekçileridirler

Batılılar tarafından övülen, övüldüğünden dolayı da kendini olaylar içerisine dahil edip hadiseleri gerçek boyutu ile görme bahtiyarlığından mahrum kalan idarecilerin devlet yönetiminde istikrar içerisinde götürdükleri tek husus vardır ki o da Batılı efendilerine kölelik etmeleridir.

Yoksulluk

“Sağlığın gelişip yayılmasını önlemek. Yoksulluğu, kıtlığı korumak, her tür imar ve değişikliğin önüne geçmek.”

Zenginlik nimetini kendine bırakan Batı, sömürdüğü doğu ile sadece sıkıntılarını paylaşmış, daha da semiz hâle gelebilmek için onu aç bırakmıştır. Zaman zaman da onu salgın hastalıkların kucağına itmiş, çaresiz bir hâlde beklerken yanına gönderdiği kiliseye ait doktorlarıyla da ilaç karşılığında imanını çalma yüzsüzlüğü göstermiştir.

Din ve Dünya İşlerini Ayırma

“Fitne ve kargaşayı körüklemek. ‘İslâm, ibadet ve takvâ dînidir, onun dünya işleriyle ilgisi yoktur!’ düşüncesine yaygınlık kazandırmak. Bunun için ‘Hz. Muhammed (s.a.v.) ve halifelerinin hiç birisi siyâsî ve ekonomik işleri düzenlememiştir.’ görüşünü ön plana çıkarmak.”

Devlet-i Aliyye’nin ahir ömründe Mısır’da çıkan gazeteler İstanbul’u, onları esas alan Bab-ı Âli’de Mısır’ı suçlamıştır. Fitne ve fücür öylesine etkin olmuştur ki, “bu tür yayınlar Batı’nın kurguladığı oyunun bir parçasıdır. Oyun içinde yer alarak kardeşliğimizi, hürriyetimizi ve de devletimizi kaybediyoruz.” çığlıkları daha ilk anda tesir gücünü kaybetmiştir. Abdullah b. Selül’ün Hz. Osman devrinde çevirdiği filim -aktörlerin isim farkı müstesna- aynen yeniden sahnelenmiştir.

Farklı bakış açılarından kaynaklanan kardeş kavgasının kendilerine güç kazandıracağını düşünenler, fitne ateşi söner gibi olduğunda gördükleri manzara karşısında hayal kırıklığına uğradılar. Zira Batı ve yandaşlarının iddia ettiği gibi Osmanlı Devleti’nin gidişiyle hürriyet gelmemiş aksine siyasal hayat “müebbet kölelik” diye yeni bir kavramla tanışmıştı.

Batılılar İslam’ı, siyasî, içtimaî ve iktisadî hayata müdahil olmayan bir din olarak gösterebilmek için kavramlar üzerinde de oynamışlardır. Oyunun etkilerinin boyutunu modernistlerin değişen yazılı ve sözlü faaliyetlerinde görmek mümkündür. Asırlar boyu aksiyon olarak anlaşılan “lailahe illellah”ın günümüzde, sadece bir zikir olarak telakki edilmesi oyunun avam üzerinde de ne derece etkin olduğunu göstermesi bakımından önemlidir.

Batılıların işgal ettikleri bölgelerde camileri yıkmamaları ise, din ve inanç hürriyetine saygı duymalarından değil, camilerin tam olarak görevlerini ifa edememelerinden kaynaklanmıştır. Batının işgalci komutanları İslam şehirlerinde ilk defa duydukları ezan sesi ile Müslümanların camiye koşmalarını önce bir ayaklanma zannetmiş namaz sonrası bir eylem yapmadan dağılıp evlerine gittiklerini görünce de şaşkınlık içerisinde içeriğini çözemedikleri bu amelin ne anlama geldiğini düşünmüşlerdir. “Namaz” olduğunu öğrendiklerinde, içeriği ile alakalı Müslümanlara şunları sormuşlardır: “Bu yaptıklarınız Fransız ya da İngiliz menfaatine bir zarar verir mi?” Müslümanlardan “hayır” cevabını alınca; “O halde istediğiniz kadar namaz kılabilirsiniz.” demişlerdir.

TAVSİYELER

Sömürü bakan yardımcısı tarafından Hampher’e verilen “İslam’ı Nasıl Yok Edelim?” adlı kitabın ikinci cildinde “Müslümanları Güçlendiren Faktörleri Yok Etmek İçin Tavsiyeler” başlıklı bir bölüm yer almaktadır.

Bölümde tâdat edilen hususlar Batılıların geçen asırlar içerisinde hazırladıkları planları uygulamada ne derece başarılı olduklarını göstermesi açısından önem arz etmektedir. Sömürü bakanlığının tavsiyelerinden önemli olanları şunlardır:

Irkçı Yaklaşımlar

“Müslümanlar arasında ırkçı ve milliyetçi fikirler yayılarak, halkın İslam öncesi kültür, dil ve tarihe sıkı sıkıya bağlı olmaları temin edilecek.”

İngilizler bu madde gereğince Mısır’da Hizbu’l-Vatanî, İstanbul’da İttihat ve Terakki zihniyetinin oluşumunu ve intişarını, İran’da Zerdüştlüğün, Güney Asya’da Hinduizm ve Budizm’in canlanmasını temin etmiş ve çeşitli unsurları devreye sokarak İslam Birliğini parçalamışlardır. Farklı ırklardan oluşan Müslümanların bir araya gelmesiyle oluşan Osmanlı’nın devlet modelinin yerine ulus devlet kültürünü inşa etmişlerdir.

Haramları Yaygın Hâle Getirme

İçkiyi, kumarı, fesâdı ve fuhşu yaymak, domuz eti kullanımını yaygın hale getirmek ve bu tür faaliyetlerde Yahudî, Hristiyan, Zerdüşt gibi azınlıkların birbirleriyle işbirliği yapmalarını temin etmek. Sömürgeler Bakanlığı, çalışmalarının karşılığında onlara hediye ve ikramiyeler verecek, bu yolda hiçbir çabayı esirgemeyecektir. İslâm ülkelerinde görev yapan İngiliz memurları, her vesileyi kullanarak gizli veya açık fesâdın yayılmasına çalışmalıdır. Bu işlerde çalışanlar her türlü zarar ve tehlikeden korunacaktır. Diğer taraftan Müslümanların İslâm ahkâmını ayak altına almaları, Allah’ın emrettiklerine ve yasakladıklarına uymamaları teşvik edilecektir. Zirâ Müslümanların İslâm ahkâmına uymamaları, toplumda düzensizlik ve karışıklığa sebep olacaktır. Örneğin faizcilik (riba) Kur’ân’da şiddetle kınanmış ve büyük günahlardan addedilmiştir. O halde faizcilik ve haram alışverişin yaygınlık kazanmasına çalışılmalı ve böylece birbirinden kopuk ekonomi daha da dağıtılmalıdır. Riba konusundaki âyetler yanlış tefsir edilmelidir. Şu ilke de unutulmamalıdır ki Kur’ân’ın bir emrini dinlememek, diğerlerini de dinlememeye zemin oluşturacaktır.”

Sömürü bakanlığının maaşlı ve gönüllü elemanlarının faaliyetleri neticesinde kötü, iyi; çirkin de güzel olarak algılanmıştır.

İnsan bağırsağını “ince” ve “kalın” diye ikiye ayıracak kadar hassas olan Batı, İslami meseleleri uzmanlık alanında (!) gördüğünden, Mısır’daki sefirleri vasıtayla fetva vermekten çekinmemiş, faizin helal olduğu yönünde fetva(!) neşretmişlerdir.

Nifak

“Din âlimleri ile halk arasındaki karşılıklı saygı ve dostâne ilişkiler bozulmalıdır. Hiçbir

İngiliz’in unutmaması gereken bu görevin iki aşaması vardır:

a. Ulemayı ve müçtehitleri töhmet altına tutmak, onlara iftira etmek.
b. Sömürge Bakanlığı memurlarını din âlimi kisvesi altında el-Ezher Üniversitesi başta olmak üzere İstanbul’da bulunan ilmî ve dîni merkezlere yerleştirmek ve ders okutmalarını temin etmek.

Çocukları Sömürgeler Bakanlığının amaçları doğrultusunda yetiştirebilmek için yeni okullar açılmalı ve bu okullarda günümüz bilim anlayışını vermenin yanısıra Osmanlı halifesinden ve alimlerden de nefret etmek aşılanmalıdır.”

Hampher örneğinde olduğu gibi diğer İngiliz ajanları da Müslümanlara ait isimlerle İslam coğrafyasında faaliyet göstermiş, önemli bir bölümü de İslami ilimler okutulan merkezlerde kürsüler edinmiştir. Gerçek adı Mr. Nebit olan bir İngiliz İstanbul’da “Tahsin Efendi” adıyla köklü tahsilde bulunmuş, adı “fetvaemini” olacak alimler arasında zikredilmiştir.

İngilizler gerçek adı saklı sözde ilim alımları yetiştirmekle kalmamış İslami esaslara bağlı gördükleri eğitim kurumlarının başına da kendilerine yakın isimleri getirmişlerdir. Bu cümleden olarak, Ezher için kapsamlı bir ıslah projesi hazırlayan Muhammed Abduh’u okulda etkin kılmışlar, görüşlerinin halk nezdinde kabul görmesi için onu Mısır müftülüğüne getirmişlerdir. Afgani-Abduh çizgisinin önemli isimlerinden Mustafa Merağî’nin Ezher Şeyhi olmasında da büyük rolleri vardır. Yine geniş bir alana yayılmış olan Ezher’in dergisi “Nuru’l-İslam”ın editörlüğüne de Ferit Vecdi’yi atatmışlardır.[8]

Ayrıca Batılıların batı yanlısı Müslümanlarla oluşturduğu ittifak, sünnet ve cemaat hassasiyetine sahip ulemayı İslam dünyasında yaşanan sıkıntıların sebebi gösterip, halkın kendilerini “kurtarıcı” onları ise “suçlu” olarak algılamalarına zemin hazırlamıştır.

Şüpheler Oluşturma

“Müslümanlar arasında “Allah’ın, kullarının ibadetine ihtiyacı yoktur.” fikri yayılarak onların ibadetten uzaklaşmaları ve din noktasında şüpheye düşmeleri temin edilmelidir.”

Günümüzde Müslüman olduğunu söyleyen bazı şahısların “İbadetlerin nihai hedefinin kalp temizliği olduğunu, bu yüzden İslam’ın emir ve yasaklarını göz ardı etmenin kalp temizliğine engel teşkil etmeyeceğini” iddia etmeleri planın nedenli başarılı olduğunun bir göstergesidir.

Vahdeti Engelleme

“Hac farizasını anlamsız göstererek Müslümanların Mekke’de aynı zamanda (zilhicce ayında) toplanmalarının önüne geçilmelidir. Aynı şekilde dînî toplantılar, taziye merasimleri de hedeflerimizin önünde engeldir. Alimlerin türbelerinin yapımı, yeni cami ve medrese inşası her ne şekilde olursa olsun, önlenmelidir.”

Her nevi dil ve ırkı aynı gaye ekseninde bir araya getiren haccın ümmetin dirilişini temin etmesinden korkan İngilizler, onun şekillerden oluşan önemsiz bir ibadet olarak gösterilmesini ve zilhicce dışındaki aylarda da yapılmasını planlamışlardır. Günümüzde bazı akademisyenler tarafından haccın Kur’an-ı Kerim’de “bilinen aylar” (şevval, zilka’de ve zilhicce) olarak nitelenen zaman diliminde yapılabileceğinin iddia edilmesi, en az iddia kadar iddianın kökeni açısından da düşündürücüdür.[9]

Tesettür

“Müslüman kadınların tesettürden vazgeçmeleri için olağanüstü çaba sarf edilmelidir. Bir takım deliller ileri sürerek kadının örtünmesinin Benû Abbâs döneminde başladığı, İslâm’da örtünün olmadığı iddia edilmelidir.

Geniş propagandalar neticesinde kadın, örtüden uzaklaşınca ajanlarımız gençleri gayr-i meşrû cinsel ilişkilere teşvik etmeli ve bu şekilde İslâm toplumlarında fesâdı yaymalıdırlar. Ayrıca Müslüman kadınların kendilerini taklit etmeleri için gayr-i Müslim kadınların hicabsız dolaşmaları temin edilmelidir.”

Baş örtüsü İslam’ın Müslüman kadına kesin emridir. Gerek Kur’an-ı Kerim gerekse de Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün sünneti bunu açıkça belirtmiştir. Bu yüzdendir ki tarih boyu baş örtüsünün farziyeti tartışma konusu olmamıştır.

Kendi yaşam tarzını bütün insanlara dikte etme sevdasına kapılan kişilerin baş örtüsüne karşı saldırgan ve buyurgan bir tavır içerisinde olmaları ve dini ilimlerde uzmanlık gerektiren mühim bir konuda “baş örtüsü İslam’da yoktur.” şeklinde fetva(!) vermeleri emperyalizmden neşet eden bilimsel ahlaksızlıktır.

Sokakta birisinin kendisine eşinin adını sormasını cinayet sebebi olarak gören, “burnunu göstermekten utanan” ninelerin uryan evlatları, tesettürden uzaklaşan Müslüman kadınların ya da torunların ne halde olabileceklerini göstermeye kafidir.

İmamla Cemaat Arasına Girme

İmamlara ve cemaate yönelik çeşitli ithamlarda bulunarak halkın cemaatle namaz kılması engellenmelidir. Bu konuda özellikle imamların fâsıklığı üzerinde propaganda yapılmalıdır.”

Efendimiz (sallallahu aleyhi ve selem) muttaki bir imamın arkasında kılınan namazın daha faziletli olduğunu beyan etmekle birlikte ümmetine “iyi kötü her imamın arkasında kılmayı” emretmiştir. Allah Resulü’nün emri, facirlikle itham edilen imamlar bahane edilerek cemaatin terk edilmesini önlemeye matuftur. İmam beğenmeme anlayışı günümüzde birçok Müslümanı cemaatten koparmıştır.

1927 yılında Konya’da askerlik yapan bir er, ailesine yazdığı mektubun bir bölümünde Konya camilerinin işlevselliğinden bahsederken şöyle der: “Kuşluk namazı için gelen insanlar camileri lebâlep doldurmaktadır.” Bu gün ise bir çok camide farz namaz kılmak için gelen cemaat sayısı birkaç kişiden ibarettir.

Yerelliğe Vurgu Yapma

İslâm öğretilerinin evrensel olduğu kesinlikle reddedilmeli, İslâm’ın bir kabile dîni olduğu vurgulanmalıdır.”

Batı Kur’an-ı Kerim’i belli bir zaman ve coğrafyaya hapsedebilmek gayesiyle onun hükümlerini, evrensel ölçekte vazettiği gerçeğini reddetmiştir. Kur’an-ı Kerim’de ise Allah’ın ayetler inin evrenselliğini ifade eden çok sayıda ayet vardır. Buna karşın tarihselcilikten bahseden tek bir ayet yoktur. Evrenselliğe vurgu yapan ayetlerden bir kaçı şöyledir:

‘Alemlere bir uyarıcı olsun diye kuluna Furkan’ı indiren Allah’ın şanı yücedir.’[10] Bu ayet, Kuran’ın ve ilk muhatabı olan Allah Resulü’nün belli bir zaman, coğrafya ve milletle sınırlı olmadığı bilakis onunla aynı asrı paylaşanlar dahil kıyamete kadar gelecek bütün ins ve cinni kapsadığı yani tarihüstü olduğu gerçeğini ifade eder.[11]

‘O (Kur’an), bütün alemler için ancak bir uyarıdır.’[12] Sadece indiği toplumu değil bütün alemleri irşad etmek onun uhdesindedir.[13]

‘Kuşkusuz o alemler için bir zikirdir.’[14] Zikr-i Hakim olan Kur’an’ı Mübin bütün mükelleflere şamil bir kitaptır.[15]

Evrenselliğini açıkça deklare eden Kur’an, ihtiva ettiği hükümleri de evrensel ölçülerde vazetmiştir. Bu bağlamda onun hükümlerinin evrenselliği bir yönü ile Hz Adem’e diğer bir yönü ile de kıyamete uzanır. Hz. İbrahim’in Müslüman olarak tavsif edilmesi, önceki dinlerin İslam üst başlığında cem edilmesi, özel durumlar hariç bir çok hakikatin değişmeden İslam’da da var olması hitab-ı ilahinin değişmediğini gösterir. Bu yüzden “şer’u men kablena” (bizden önceki Peygamberlerin şeriatı) bir çok konuda Müslümanları da bağlamaktadır. Nitekim Kur’an-ı Kerim bu konuda şunları söyler: “Sana ancak senden önceki peygamberlere söylenenler söylenmektedir.’[16]

Kur’an-ı Kerîm ve Hileler

“Kur’ân’ın gerçek Kur’ân olup-olmadığı yolunda şüpheler uyandırılmalı, eksik veya fazlalığı bulunan yeni “Kur’ânlar”(!) bastırılıp halk arasında dağıtılmalıdır. Özellikle, Yahudi ve Hristiyanların aleyhine olan ve iyiliği emredip, kötülükten alıkoyan âyetler Kur’ân’dan çıkarılmalıdır. Böyle bir kitap Türkçe, Farsça, Hintçe gibi çeşitli dillere terceme edilip yayımlanmalıdır. Arap olmayan hükümetler, Kur’ân, ve ezanın Arapça okunmaması hususunda kışkırtılmalıdır. Diğer önemli bir konu da hadîs ve rivayetler hususunda şüpheler uyandırılmalıdır.”

Kur’an-ı Kerim’in İslam’ın ilk yıllarında Mushaf hâline getirilmesi, sahabenin ayetlerin eksiksiz bir şekilde Mushaf içerisinde yer aldığı noktasında icma’ etmesi tahrif girişimlerini başarısızlıkla sonuçlandırmıştır.

İngilizler, Kur’an’ı tahrif etme hususunda başarısız olunca, farklı dillerde yaptıkları mealleri, insanlar ne söylediklerini anlasınlar gerekçesinin arkasına sığınarak namazda okutmaya çalışmışlar fakat ne başka dillerde ezan ne de Kur’an-ı Kerim okutma projelerinde başarılı olabilmişlerdir.

Hampher, “İslam’ı Nasıl Yok Edelim?” adlı kitabın ikinci cildini hatmettikten sonra kitabı iade ederken, sömürgeler bakan yardımcısının kendisine söylediği şu ifadeler İngilizlerin amaçlarının yekûnunu özetler mahiyettedir:

“Moğol hücumları plansız ve amaçsız başlatıldığı için onca yağma, yıkma ve tahribata rağmen İslam’ı yok edemedi. Bu yüzden bizim İslam ile savaşımız Moğollar gibi sadece bir takım askeri harekatlar ve yakıp yıkmalar şeklinde olmayacaktır. Bu işte aceleci değiliz. Büyük Britanya Devleti, ciddî bir mütalaa ve çok iyi bir planlama ile İslâm’ın yok edilişi için adım atacaktır. Düzenli ve dakik planların uygulanmasını sabırla izleyecektir. Sonunda amacına da ulaşacaktır. Tabiî ki, zaruret icap ettiği zamanlar Müslümanlara ateşli silahlarımızla da saldıracağız. Ancak savaş son başvuracağımız yoldur. Buna da, İslâm topraklarında tam hâkimiyet elde edince bize başkaldıranları ezmek için başvuracağız. Kuşkusuz ki İstanbul hükümdarları (Osmanlılar) çok akıllı ve uyanıktırlar. Planlarımızı İslâm ülkelerinde kısa vadede uygulamamıza izni vermeyeceklerdir. Bu nedenle orta halli aileler için yaptırdığımız okullarda Müslüman çocukları eğitmeliyiz. O bölgelerde çok sayıda kilise inşa etmeliyiz. İçki, kumar ve fuhşu öyle yaygınlaştırmalıyız ki, genç nesil İslâm’dan tamamen yüz çevirsin. İslâm ülkeleri yöneticileri arasında anlaşmazlık ve keşmekeşliği körüklemeliyiz. Fitne ve kargaşa ateşini tutuşturmalıyız. Devlet adamlarını, esnafı ve güçlü kişileri kurnaz ve güzel Hristiyan kadınların pençesine düşürmeliyiz. Bu güzel yüzlü dilberleri onların toplantılarına kadar sokmalıyız, tâ ki onlar siyasî ve dîni güçlerini kaybetsinler, halk onlara kötü gözle baksın, haklarında kötü düşünsün, İslâm’a duydukları îman azalsın. Neticede İslâm âlimleri, devlet ve halk arasındaki üçlü ilişki, birlik, beraberlik kopsun. İşte tam bu sırada yıkıcı ve yakıcı savaş ateşlerini tutuşturacak ve İslâm’ın kökünü kazıyacağız.” (s. 84).

Sözün Özü

Büyük Britanya İslam coğrafyasına gönderdiği ajanlar vasıtasıyla önce Müslüman toplumların siyasi ve içtimai yönden fotoğraflarını çekti. Ardından fotoğraflardaki hassas noktaları tespit edip onlar üzerinde kendi menfaati doğrultusunda projeler geliştirdi. Suni ihtilafların ve liderlerin oluşmasını temin etti. Hedefine ulaşabilmek için farklı yöntemler kullandı. Bu arada şartların değişmesine paralel olarak sürekli yeni yöntemler geliştirdi/kendini güncelledi.

Bir İngiliz ajanının kaleminden yansıyan bu planın bir de diğer Batılı ülkelere ait boyutları vardır. Plan, ister yalnız İngiliz isterse de diğer ülkelere ait boyutlarıyla incelensin, ne kadar az sapmayla gerçekleşmiş olduğu gerçeği değişmeyecektir.

Planın etkisinin yok edilmesi ise Kur’an ve Sünnet ışığında medeni birikimimizi esas alarak kapsamlı bir tasfiye ameliyesine girmekle mümkün olacaktır.

 —————————————

[1] İngilizler, Müslümanların zihninde İngiliz insanının genç ve güçlü olarak yer edinmesi, böylece ümmetin cesaretinin kırılıp sömürülerinin kalıcı hale gelebilmesi için ileri yaştaki vatandaşlarına doğuda memuriyet vermemişlerdir.

[2] Bkz. Hampher, Bir İngiliz Ajanının Hatıraları İslam’ı Nasıl Yok Edelim?, Nehir Yayınları, İstanbul, 2024, s. 13, Hatırâttan iktibas edilen metinlerdeki rekâketi giderebilmek için vurguyu ihlal etmeyecek şekilde kısmi tasarrufta bulunduk.

[3] Hampher, a.g.e., s. 11.

[4] Hampher başta olmak üzere sâir ajanların çalışma tarzları, Evs ve Hazreç kabileleri arasında akdedilen kardeşliği, İslam öncesi dönemde yaşanan acı olayları hatırlatarak yaralamaya çalışan Yahudi faaliyetleriyle ne kadar da örtüşmektedir.

[5] Buhari, Buyu’, IV, 303.

[6] Hakim, Müstedrek, II, 596.

[7] Ahmed, Müsned, I, 135.

[8] Bkz. İhsan Şenocak, İnkişaf’ın Mukaddimesi, İnkişaf Dergisi, İstanbul, 2024, sy. 4, s. 1.

[9] Ayet-i Kerime’de “bilinen aylar” olarak zikredilen zilkade, zilhicce ve şevvalden maksat, hac için bu aylarda ihrama girilecek ya da haccın bazı fiillerinin bu aylarda yapılacak olmasıdır. Nitekim şevval ve zilkade aylarında da haccın bazı fiilleri yapılabilmektedir. Örneğin mikat sınırları dışında yaşayan kişi (afakî), şevval ayında ihramlı olarak Mekke’ye geldiğinde kudûm tavafını, ardından da hac da vacip olan sa’yin yerine geçmek üzere sa’y yapabilir. Fakat Arafat ve Müzdelife vakfesi, ziyaret tavafı, şeytan taşlama, kurban kesme gibi fiilleri zilhiccenin belirlenen günlerinde yapmalıdır.Nasıl secdenin rukudan önce yapılması doğru değilse, haccın rükünlerinin de zaman ve mevkiinin dışında yapılması doğru değildir. “el-Eşhur/aylar” kelimesinin umum bir lafız olması ise, haccın rükünlerinin zilhicce ayına tahsis edilmesine mani olmaz. Zira delil mevcut olduğunda umum lafız tahsis edilir. Nitekim “kalpleriniz/kulub kaydı.” (Tahrim: 4) mealine gelen ayette çoğul olarak kullanılan “kalpler/kulub” kelimesi Hafsa ve Aişe radiyallahu (anhuma) ile alakalıdır. Buna rağmen çoğuldur. Nasıl çoğul olan ‘kalpler’ kelimesinden mevcut delille ‘iki kalp’ kastediliyorsa “aylar” kelimesinden de Allah Resulü sallallahu aleyhi ve selemin uygulaması ile “zilhicce” anlaşılır. Bkz. Bedruddin el-Ayni, el-Binaye, IV, 318-9.

[10] Kur’an, Furkan(25):1.

[11] Bkz. Muhammed b. Ömer Fahruddin Razi, et-Tefsiru’l-Kebir, Beyrut, 1990, XXIV, 40; Muhammed b. Yusuf Ebu Hayyan, el-Bahru’l-Muhit, Beyrut, 1993, VI, 440;

[12] Kur’an, En’am(6): 90.

[13] Bkz. Razi, a.g.e., XIII, 59; Reşid Rıza, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Kerim, Beyrut, 1999, VII, 505.

[14] Kur’an, Tekvir(81): 27.

[15] Bkz. Muhammed b. Muslihiddin Mustafa, Haşiyet-u Muhyiddin Şeyh Zade, Beyrut, 1999, VII, 528.

[16] Kur’an, Fussilet(41): 43.

 

Leave a Reply

You must be logged in to post a comment.