İnkişaf
İlmî dergicilikte yeni bir soluk

İnkişaf

Muhammed Avvâme: İmam Zahid El-Kevserî ile alakalı her türlü soruyu cevaplamaya hazırım

İhsan Şenocak

Medine-i Münevvere

Sünnet aynı zamanda en kapsamlı ve en sahih bilgi veren İslam Mektebi’nin diğer bir adıdır. O mektepte Allah Teala’nın ayetlerinin murad-ı ilahi çerçevesinde nasıl anlaşılması gerektiği öğretilir. İslam ümmetinin ilim dünyasına iftiharla sunduğu üstatlar orada yetişmiş, o mektepte ders okutmuşlardır. Ebû Hureyre, Enes b. Malik, Aişe, Said b. Müseyyeb, Ebû Hanife, Evzai, Malik b. Enes, Buharî, Müslim, İbn Hacer, Nevevî o mektebin farklı dönemlerde yaşayan hem öğrencileri hem de ulu hocalarıdır. Sünnet mektebi tarih boyu İslam dışı ideolojik oluşumların önünü kapattığından heterodoks meşreplerin öncelikli hedefi olmuştur. Çağımızda ise, ory antalist yaklaşımların tesirinde kalan kimi Müslümanlar tarafından tarihinin en haksız ve en ağır tenkitlerine maruz kalmıştır. Bu baptan olan Mısır ve Hindistan merkezli tenkitler İmam Zahid Kevserî, Keşmirî gibi birkaç ulu hocanın bereketli çalışmaları neticesinde akamete uğramıştır.

Sünnet mektebinin büyük hocası İmam Kevserî, eserleri yanında talebeleri ile de ilim dünyasına katkıda bulunmuş, çok sayıda öğrenci yetiştirmiştir. Merhum Abdufettah Ebû Gudde onun en gözde talebelerindendir. Sünnet ve cemaat hassasiyetiyle temayüz eden bu mektebin müstakim duruşlu muasır temsilcisi olan Muhammed Avvame ise, özellikle hadiste ve fıkıhta eşine az rastlanır bir ilim adamıdır.

Medine-i Münevvere’ye her gidişimde Avvame’yi ziyaret etmek noktasında bende şiddetli bir arzu oluşmasına rağmen çalışmalarından alıkorum endişesi, genellikle bu arzuma gem vurmuştur. Bu yüzden dünyadan Ravza’ya, Ravza’dan da dünyaya açılan güzergahta Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nden başka –Avvame dahil- kimseyle görüşmeden Türkiye’ye döndüğüm olmuştur. Bir cihetle öğrencisi olmamdan da cesaret alarak zaman zaman kendilerini rahatsız etmekten de geri kalmamışımdır. Medineli Yusuf Zülelî ile birlikte kendisini en son ziyaret ettiğimde yanında oğlu da vardı.

Selamlaşmadan sonra ilk olarak Mehmet Emin Er Hoca’yı tanıyıp tanımadığımı soran Avvame, kendisiyle henüz tanıştığı Emin Er Hoca ile ilgili şunları söyledi: “O, Türkiye’de kalan büyük ilim adamlarından biridir. Allah ömrünü mübarek eylesin. Şimdi 95 yaşlarında… Fakat ilmi ve aklı yerinde, çok ince meselelerden bahsedebilmektedir. Tevazuda da zirveye ulaşmış biridir.”

Hadis çalışmaları üzerine konuşurken bir ara oryantalist söylemlerle örtüşen hadis tenkitçiliğinin mutlaka sorgulanması gerektiğine vurgu yapan Avvame Türkiye’de meşhur olan bir hadisçinin yüksek lisans tezini kendisine ait bir eserden intihal ettiğini üzülerek anlattı. Ülkemizdeki ilmî faaliyetler ve ulema merkezli fikir teatisinin ardından kayıt cihazını açtım ve kendilerine ilk soruyu yönelttim.

Ulemaya Göre Kevserî

Şenocak: Efendim müsaadeniz olursa sizinle merhum İmam Zahid Kevserî merkezli bir söyleşi yapmak istiyorum…

Avvame: Tabiî buyurun.

Şenocak: Alimler nezdinde İmam Kevserî’nin hadis ve fıkıh ilmindeki yeri neresidir?

Avvame: Biraz beklerseniz size bununla ilgili bir vesika getireyim. (Üstat yandaki çalışma odasına gidip, Emin Saraç Hocaefendi’nin kendisine hediye ettiği Kevserî ile alakalı ifadeleri haiz bir sahife ile geri geldi.) Muasır Ezher âlimlerinden biriyle Mısır’da karşılaşmıştım. İsmi Şeyh Abdülvahab Abdüllatif, bu ismi duydunuz mu?

Şenocak: Evet sanırım muhaddistir.

Avvame: Suyuti’nin Tedribu’r-Ravi’si başta olmak üzere birçok eseri tahkik eden Şeyh, pek çok tahkik çalışmasına da eşlik etti. Şeyh’in Ezher’in hadis bölümünde yüksek lisans yapan talebelere okuttuğu ders kitapları da vardır. Bunlardan bir tanesi “el Muhtasar fî İlm-i Ricali’l-Eser”dir. Aynı zamanda Kevserî’nin de çağdaşı olan Şeyh Abdulvahhab Abdullatif “el Muhtasar fî İlm-i Ricali’l-Eser” adlı eserini bastırınca ondan bir nüsha da Kevserî’ye takdim eder. Kevserî’ye takdim etiği eserin ilk sahifesine şu ifadeleri yazar: “Hafızlarının İmamı, hadiste müminlerin emiri, Huccetü’l-İslam, dünyanın alimi, muhakkik, mutkin, takva sahibi, zahid, büyük hoca, üstatlarımızın üstadı, şeyh Muhammed Zahid el-Kevserî’ye… Allah ömrünü uzatsın ve onu İslam’ı müdafaa eden bir kılıç olarak yaşatsın.” Müellif Abdulvahab.

Şenocak: Bitirici bir ifade. Artık bunun üzerine söz söylenemez.

Avvame: Evet… (Üstat Avvame, önemine binaen Şeyh’in merhum Kevserî hakkında tadat ettiği ifadeleri ikinci defa okur.) Evet işte, Mısırlı, Ezherli muhaddis bir âlim, merhum Kevserî hakkında bunları söylüyor. Hadis ilmiyle iştigal eden bir alim onu bu sıfatlarla tavsif ediyor. Biz Mısırlıları tanırız. Kuzey Afrikalılar övgü içeren bu tür tabirleri kolay kolay kullanmazlar. Ama bu geleneğe rağmen Şeyh Abdulvahhab bunları söylüyor. İşte görüyorsunuz üzerinde bu yazının da yer aldığı söz konusu kitabın mukaddimesi. Kevserî kitabı talebesi Muhammet Emin Saraç’a hediye etmiş. İşte şurada da Muhammet Emin Saraç’ın yazısı var.

Şenocak: Efendim, Merhum Kevserî’yi çağdaşı olan alimlere nispetle öne çıkaran ve muhakkik alimler nezdinde onu farklı kılan özellikleri nelerdi?

Avvame: Çağdaşları derken kimleri kastediyorsunuz, Türkiye’dekileri mi, yoksa bütün muasırlarını mı?

Şenocak: Genel anlamda soruyorum. Mesela İstanbul’da onunla beraber okuyan, okutan çok sayıda arkadaşları vardı fakat Mustafa Sabri Efendi onun için “Kevserî, Fatih Medresesi’nin medar-ı iftiharıdır” diyor. O, fakih ve muhaddis kimlikleriyle dünya alimlerinin problemlerini çözen adam olarak şöhret buldu. Onu öne çıkaran amiller nelerdi?

Avvame: Merhum Kevserî’nin şöhret olma ve ilerleme nedenleri çoktur. Bence en önemlisi kabiliyeti ve yetişme şartlarıdır. Emin Saraç’tan duyduğuma göre, Kevserî daha 20 yaşlarında iken el yazma eserler konusunda meşhur olmuştu. O, gençliğinin ilk çağlarında, alimler için bir müracaat kaynağıydı. Ayrıca kendisine kuvvetli bir hafıza, sağlam bir zihin ihsan edilmişti. Burada (Medine-i Münevvere’de) oturan Türk ulemasından Şeyh Mustafa Necatüddin adında bir komşumuz vardı. (Allah rahmet etsin.) Onun bana anlattığına göre Türkiye’de Şeyh Hamdi Küçük adında Kevserî’nin arkadaşlarından bir alim vardı. Şeyh Hamdi muhataplarına, Kevserî’nin ilmini ve hafızasının gücünü anlatırken şöyle bir teşbihte bulunurdu: “Kişi sandığa bir şey koysa ve onu kilitlese, bu şey sandıktan kaybolur mu?” Muhatapları “Hayır.” deyince, Şeyh şöyle devam eder: “Güçlü bir hafızaya sahip insan da kitabı okuduğunda, kitap o kişinin kafasında kalır. Yani hiçbir şeyi unutmaz.” Kevserî’nin talebe ve eserleri bu teşbihin hiçte mubalağa olmadığını göstermektedir. İşte Kevserî böyle bir hafızaya sahipti.

Merhum Kevserî’nin zekasına ve kabiliyetine gelince Hocamız Şeyh Abdülfettah Ebû Gudde’nin (rahimehullah) bize anlattığına göre Suriye adalet eski bakanlarından Nuhad el-Kasim, Kevserî ile karşılaştığında hayretler içerisinde kalmış ve şöyle demiştir: “Hayatımda bundan daha berrak zihne sahip bir âlim görmedim.”

Yine hocamız Abdulfettah ile, hocası Mustafa Zerka (rahimehullah) – ki Zerka hepimizin hocasıdır- arasında Merhum Kevserî’nin ilmî durumuna delalet eden şöyle bir diyalog geçmiştir. Hocamız şöyle demektedir: “Mısır’a gittiğim ilk yılın sonunda Suriye’ye döndüğümde, Hocam Zerka bana, orada ulemadan kimlerle karşılaştığımı sordu. Ben de Kevserî’den bahsettim. Onun ilmî derinliğinden söz ettim. Aradan belli bir süre geçti. Sonra Mustafa Zerka Mısır’a gitmeye karar verdi ve benden Kevserî’nin adresini istedi; ben de verdim. Üstat Zerka Kahire’de belli bir müddet kalıp Suriye’ye döndüğünde kendisiyle ilk karşılaşmamda bana şöyle dedi: “Hayatta üzüldüğüm tek bir şey var, o da Üstat Kevserî’den 6 yıl fıkıh okuyamayışımdır.” Bu ifadelerin sahibi Zerka’nın bizzat kendisi fakih olduğu gibi babası da, dedesi de fıkıhta hüccettir. O fakih bir aileden gelmektedir. İşte ulema Kevserî’yi böyle anlatıyor.

Onu diğer âlimlerden daha meşhur yapan sebeplerden biri de, ömrünün önemli bir bölümünü Kahire gibi birçok âlimin bulunduğu bir şehirde geçirmesidir. Kahire Ezher’in yurdudur. Ezher’de ilimde İslam alemin kıblesidir. Dünyanın çeşitli bölgelerinden gelen âlimler oraya giderlerdi. Sonra Mısır kitapların basıldığı yerdi. Bu da önemli bir nedendir.

Ayrıca Kevserî’nin ehl-i sünneti ve Eşarileri savunması, fukahayı özellikle de Ebû Hanife’yi müdafaa etmesi, bu konudaki eserleri tahkik ve tenkitli neşretmesi, teliflerde bulunması ona eşsiz bir şöhret getirmiştir. İlim meclislerindeki güçlü nefesi bütün dünyaya ehl-i sünnetin gücünü göstermiştir. Öyle ki, bugün bile muarızları, ne itikat ne de fıkıh alanında onu susturmaya güç yettirememektedirler. Ona reddiye yazmaya cüret edemeyenler ancak Yemanî’ye sığınarak bir şeyler söyleyebilmektedirler. Fakat ehli ilim bilmektedir ki Abdurrahman b. Yahya el-Muallimî el-Yemanî bu kitabı kendiliğinden yazmamış, bilakis bunu yazmaya zorlanmıştır.

Yemânî’nin “et-Tenkîl”i

Şenocak: Muallimî’yi zorlayanlar kimlerdi?

Avvame: Belli… Onlar malumunuzdur.

Şenocak: O halde bu durum Yemânî’nin “et-Tenkîl”inin güvenilirliğini daha ilk anda tartışmaya açmaktadır?

Avvame: Tabiî ki… el-Muallimî, nerelidir? Yemenlidir. Yani Şafii bir âlimdir. Kevserî ise Hanefi’dir. Üstat Kevserî güçlü bir ilim ortamında yetişmiş birisi olarak Mısır’a geldiğinde kendisini yoğun tartışmaların içerisinde bulur. Kalemini kılıç yapıp ehl-i sünneti müdafaa eder. Bu noktada birçok eser yazar. Muallimî de muhakkik bir şafi alimidir. Aslında ikisi de aynı gayeleri taşımaktadır. Fakat el-Muallimî’nin Şafi oluşunu kullanmak isteyen Kevserî karşıtları boş durmazlar. Bilindiği gibi Şafiler genelde Hanefi alimlere reddiye yazarlar. Fakat bu ilmi kaygılardan beslenmez. İşte “et-Tenkîl”in de arka planında bunlar vardır.

Eserin güvenilirliği ile alakalı şunu söylemeliyim: Hicrî 1400’de Medine-i Münevvere’ye yerleştikten 2–3 ay sonra umre için Mekke’ye gitmiştim. Orada Harem’in kütüphanesini gezerken el yazma eserler bölümüne girdim ve Muallimî’nin Kevserî’ye yazdığı reddiyenin kaydını görünce, merak edip istettim. Muallimî’nin el yazısıyla kaleme alınan kitap okul talebelerinin müsveddelerini ihtiva eden bir defter kadardı. İçeriği de, Kevserî’nin Te’nibu’l-Hatib’te ele aldığı fıkhı konuları reddiyeden ibaretti.

Şenocak: Yani günümüzde olduğu gibi itikadî konular yoktu öyle mi?

Avvame: Evet. Zaten kitabın adı da “Te’nib’deki fıkhı meselelere reddiye” idi. Kevserî’nin reddiye yazdığı Hatip el-Bağdadi şafi ulemasındandı. el-Muallimî’de Kevserî’ye karşı onu müdafaa ediyordu. Bunu görünce ben 2 sene önceki olayı hatırladım. Neydi o? Hintli âlim Habiburrahman el Azami’nin Haleb’e gelişi…

Şenocak: Muhaddis Habiburrahman el Azami mi?

Avvame: Evet Hindistanlı büyük hadis âlimi… Halep’te bir ay kaldı ve ben bu süre zarfında ona hizmetle şereflendim ve kendisine çeşitli sorular sordum. Muallimî’yi tanıyor musun? diye de sordum. “Evet” dedi. Nasıl birisidir dediğim de bana aynen şöyle dedi: “O bir Şafii’dir.” Ben de ona olan saygımdan dolayı başka bir şey sormadım. Zaten “O bir Şafii’dir.” ifadesi Muallimî’nin hangi saiklerin etkisinde kalarak “et-Tenkîl”i yazdığını ifade etmektedir.

İşte Harem’in kütüphanesinde o defteri görünce aklıma Şeyh’in söyledikleri geldi. “Muallimî, Şafiî bir alimdi ve Şafiî Hanefi’ye reddiye yazabilirdi.” Sonra buradaki muasır alimler onun bu cesaretini görünce yani Kevserî’ye cevap verecek derecede ilmi kudrete sahip birisi olarak görünce, bunu fırsat bildiler ve onu “Te’nib”e tamamen reddiye yazacak biri olarak görevlendirdiler. Böylece o da “Tenkil”i yazdı. Bunun mukaddimesi Kevserî hayattayken basıldı. Kevserî onu gördü ve okudu. Sonra buna reddiye olarak “et-terhîb bi nakdi’t-Te’nib”i yazdı. “et-Terhîb” O hayattayken basıldı. Muallimî Kevserî’den 15 sene sonra vefat etti. Muallimî bunu görünce Harem’in kütüphanesinde memur olan aynı zamanda da Muallimî’nin emrinde çalışan Afrikalı Muhammet b. Osman el-Kenevi’ye şöyle dedi: “Tamam. Bu adam büyük alim, ikinci kez ona reddiye yazılmaz.” Muallimî’ye ait şu ibareler de Kenevî’nin rivayetini teyit etmektedir. Muallimî “et-Terhîb”ten sonra İbn Ebi Hatim er-Razi’nin “el-Cerh ve’t-Ta’dil”ini tahkik eder. Eser Hindistan’da basılır. Muallimî ön sözün sonlarında şunları söyler: “Büyük alim üstat Muhammet Zahid el Kevserî –Allah onun ömrünü uzatsın- Takdimet-ü cerh ve’t-Ta’dil”in İstanbul’da ki Murat Molla kütüphanesinde bir nüshasının bulunduğunu bildirmektedir. Allah ondan razı olsun, Allah onu ilme hizmette ve yaymada muvaffak eylesin.”

Şimdi şöyle bir soru akla gelir: Kim Tenkîl’i okursa Kevserî’yi küfre imandan daha yakın görür. Kitaptan anladığımız kadarıyla Kevserî böyle gözüküyor. Şimdi nasıl oluyor da Muallimî böyle gördüğü Kevserî için “Büyük alim”, “Allah ondan razı olsun.”, “Allah onun ömrünü uzatsın.” diyor. Mesela sen Taha Hüseyin için Allah onun ömrünü uzatsın der misin?

Şenocak: Tabiî ki hayır.

Avvame: Öyleyse nasıl oluyor da Muallimî Kevserî için “Allah ömrünü uzatsın.” diyor. Yani bir tezat yok mu? Bir adamın itikadı bozuk diyeceksin, sonra da “Allah onun ömrünü uzatsın.” diyeceksin. Bunu akıl kabul etmez. Kaldı ki Muallimî bunu itiraf ediyor. Muallimî bu ifadeleri Kevserî’nin vefatından 26 gün önce, 23 Şevval 1371 hicrî tarihinde yazıyor. Yani Kevserî daha hayatta. Bunu yazıyor ki kitap basılsın ve Mısır’a ulaşsın, Tenkil’de Kevserî hakkında yazdıklarından özür dilemek istiyor; fakat kitap Mısır’a varmadan Kevserî vefat ediyor.

Şenocak: Efendim! Albanî’nin Tenkil’e yazdığı mukaddimede Kevserî’yi aşağılayan ifadeler var. Öyle ki adını anmaktan bile içtinap eder bir yaklaşım içerisinde… Ondan bahsederken “adam” ifadesini kullanıyor. Satır aralarında küfre imandan daha yakın görülen, bundan dolayı da aşağılanan bir Kevserî portresi var… Albani’nin yaklaşımı ile ilgili neler söyleyeceksiniz?

Avvame: Albani, Tenkîl’in mukaddimesinde Muallimî’den şunu nakleder: “kim bu kitabı okuyup üzerine not düşecek olursa, bunu kırmızı kalemle yapsın, ifadelerinin altına da imzasını(adını) koysun.”. Muallimî neden böyle bir talepte bulunur? Çünkü, Tenkil’in aslı Mekke’de yaşayan Mısır asıllı birisi tarafından içine çok çirkin ifadeler eklenerek Mısır’da basılmıştı. Nitekim Kevserî, Muallimî’nin Talî’atu’t-Tenkîl’ine karşı yazdığı Terhib’te “Ben şu şu cümleleri övgüye uygun görüyorum.” demiştir. Fakat Mısırlı, bütün bunları Talî’at’tan çıkarmıştır. Yemenlileri tanırım; onlar sözlerinde edeplidirler. Tenkil’deki gibi çirkin sözleri söylemezler, fakat kitap kimin adına çıkarsa ondan da o sorumlu olur. İşte bu yüzden Muallimî, Tenkil’i yeni tahriflerden koruyabilmek için; “kim bu kitaba not düşerse onu kırmızı kalemle yazsın, altına da adını koysun.” deme ihtiyacını hissetmiştir. Fakat Albani, mukaddimesinde bunu nakletmiş olsa da genelde buna riayet etmemiş, bu gerçeği gizlemiştir.[1] Her neyse…

Taassup İddiaları

Şenocak: Kevserî karşıtları onun “ilim adamı kimliğinin, taassubunun gölgesinde kaldığını” iddia etmektedirler. Onlara göre, “Kevserî ilm-i hadiste, ilmi ricalde İbn Hacer kadar derindir, fakat mutaasıb bir Hanefî olması ilminin itibarını zedelemektedir.”

Kevserî ile ilmi alanda mücadele edemeyenler, bu tür indî mütalaalarla ilim talebelerini ondan uzaklaştırmak istiyorlar. Maalesef bu propaganda belli oranda etkili de olmuştur. Gerek kütüphanelerde, gerek kitapçılarda karşılaştığım ilim talebeleri Kevserî’nin hiçbir eserini okumadıkları halde “O bir mutaassıb Hanefi’dir.” diyebilmektedir. Hatta bu, çeşitli Arap ülkelerinin üniversitelerinde temel İslam bilimleri okutan hocalar içinde geçerlidir. Taassup nitelemesi ile alakalı düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?

Avvame: Bir kere taassup ne demektir? Onu tahlil edelim. Âlimlere göre taassup; gerçek başkasının yanında olmasına rağmen, bir diğer kişinin sözünü veya görüşünü almaktır. Mesela Ebû Hanife ve Şafi bir meselede ihtilaf etse -ki ben ilim talebesiyim ve Hanefi olarak yetiştim ve Hanefi’yim- Ebû Hanife şöyle diyor, Şafi ise bunun zıddını söylüyor. Konu ile alakalı bütün delillerin Şafi’den yana olduğunu bilmeme rağmen, Ebû Hanife’nin görüşünü delilsiz olarak alırsam bu taassup olur. İşte taassup budur. Bu anlamıyla taassup, fısktır. Eğer biz âlimlerimizi mutaassıp olmakla suçlarsak, mesela Nevevi, Şirazi mutaassıp birer Şafi, Merginani, Ayni mutaassıp birer Hanefi’dir dersek o zaman biz onları fasık yapmış oluruz. Onlara iftirada bulunuruz. Müslüman birisi bunu kabul edebilir mi? Elbette hayır. En güzeli şöyle demektir: “Falan âlim mezhebine mültezimdir.” Evet, âlimlerimiz belli bir mezhebe tabi olarak yetişmişlerdir. Bu da tabiidir. Çünkü belli bir mezhebin görüşlerinin bilindiği ortamlarda olmuşlardır. Şöyle bir örnek vereyim: “Sen Türk’sün, ben ise Suriyeli… Sen Türkiye’nin adetlerine alışkınsın, ben başka bir ülkenin adetlerine alışığım. Sen kendi âdetine ben de kendi âdetime göre davransam, düşünen bir insan bizi bu halde görse, ne seni ne de beni yadırgar. Yine ikimiz üzerinden konuşursak ülkelerimizin farklılığından dolayı damak tatlarımız da farklı olabilir. Sen kendi ülkenin yiyeceği ve içeceğini seversin, ben de kendi ülkeminkini beğenirim. Benimkinden sen hoşlanmazsan, seninkinden de ben hoşlanmazsam bu tenkit mevzuu olmamalıdır. Akıl bunu gerektirir. Neden? Çünkü ikimizde belli adetler çerçevesinde farklı ortamlarda yetiştik. İşte ilim de böyledir. Âlimlerimiz belli bir gelenek ve mezhep üzere yetiştiler, küçüklüklerinden itibaren 20- 30 veya 50-60 sene o mezhep üzere yaşadılar. Belli ölçü, anlayış, ruh, akıl, yetişme, adet… Bütün bunlar nasıl değişsin?… Onun artık kanına ve kemiklerine işlemiş, nasıl ondan sıyrılsın. Eğer bir mezhebe bağlanmış ve ona iltizam etmişse o kişi bunda mazur görülür. Bunda İslam’a aykırı bir yön de yoktur. Fakat burada başka bir nokta daha var ki o da alimlerimizin ufuklarının genişliğini gösterir: Gerçekten Hanefi bir alim Şafi’yi mazur görür; Şafi de Hanefi’yi… Bu yüzden “Mezhebimiz doğrudur.” sözü yanlış kabul edilir. Aynı şekilde “Diğer mezhepler yanlıştır.” sözü de doğru addedilmez. Onların doğruyu bulması bizi hatalı kılmadığı gibi, onların hatası da bizi doğru kılmaz. Biraz önce de söylediğim gibi taassubun ilmi manası, delili olan âlimlerin sözünü bırakarak, delilsiz olarak kati bir şekilde tek başına kalmaktır. Delile rağmen, doğrudan yüz çevirerek belli şahısların görüşlerini almaktır. Başkasının görüşünü, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün sünnetine tercih etmektir. Bu, fısktır. Fakat elimde kesin bir delil var, senin de yanında kendine göre kesin bir delil var ise işte bu delillere göre belli görüşleri savunmak taassup olmaz. Falan alimin veya mezhebin görüşünde sabit olmak veya farklı bakış açılarına sahip olmak haram olmadığı gibi, fısk ve hata da değildir. Mesela fıkıhta bir çok konu ihtilaflıdır. Bazen delil, bazen de delilin delaleti zannî olur. Bu hususlar da alimlerimizin daha sağlam olduğuna inandıkları delili almaları ya da delaleti daha açık olan görüşü tercih etmeleri taassup değil bilakis ilmin emanetine sadakattir. Alim olmaları böyle davranmalarını gerektirir. Buna göre, bahsettiğiniz şahısların Kevserî’ye mutaassıp nitelemesinde bulunmaları ya taassubun ne alma geldiğini bilmemelerinden ya da müfteri olmalarından kaynaklanmaktadır.

Sahabe Mülahazaları

Şenocak: Hocam geçen hafta Mekke-i Mükerreme’de Ümmü’l-Kura Üniversitesi’nin önündeki bir kitapçıda Nijeryalı öğrencilerle sohbet ederken, üniversitede hoca olduğunu zannettiğim bir şahıs eline aldığı hadis kitaplarıyla yanımıza geldi. Oradan buradan epey şeyler söyledi. Fakat ısrar etmeme rağmen söylediklerinden hiçbirini kitaplardan tevsik edemedi. Kevserî’yi şiddetli bir şekilde tenkit eden bu kişi, tenkit mevzuu olan konuları Üstad’ın eserleri yerine ya Yemanî’den ve Seyyid Efğanî’den nakletti. Kendinden başkasını dinlemeye tahammülü olmayan adam söylediklerini de delillendiremeyince “ben Kevserî’nin görüşlerini nasıl kabul ederim, o sahabeyi kötülüyor, Ebû Hanife dışındaki müçtehit imamları aşağılıyor.” dedi. Gerçekten siz selefilerin iddia ettikleri türden Kevserî’nin eserlerinde bir ibare gördünüz mü?

Avvame: Aslında bu söz Muallimî’ye aittir. Kevserî’yi bu şekilde itham eder. “O, Enes b. Malik ve Ebû Hanife’yi zayıf sayan 3 sika raviyi cerh etmiştir.” der. Daha önce de söylediğim gibi mesele açık, bunlar uydurma ve iftiradır. İmam Kevserî ölene kadar ilim dairesi dışına çıkan tek bir kelime sarf etmemiştir. İnsaflı olan birisi onun hiçbir kitabında bahsettikleri türden iftiraları bulamazlar. Eğer şüphesi olanlar varsa onlara bunu isbat etmeye, sorularını cevaplamaya hazırım.

Eserleri

Şenocak: Hocam günümüzde ilim talebeleri Kevserî’nin kitaplarına hangi yönden daha çok ihtiyaç duymaktadırlar?

Avvame: Öncelikle şunu söyleyeyim, ilme yeni başlayanlar veya orta düzeydekiler Kevserî’nin kitaplarından yararlanamazlar. Onlardan daha çok yüksek seviyedeki ilim talebeleri, ilim adamları istifade edebilir. Ben şahsen diğerlerinin okumasını tavsiye de etmem. Kafaları karışır.

Şenocak: Kevserî’nin meşhur eseri “Makâlât”[2] dışında kalan makalelerinin de olduğu söyleniyor…

Avvame: Evet 21 veya 22 tane daha makalesi var. Ürdünlü birisi onları topladı. Yakında bastıracak inşallah.

Şenocak: Malumunuz, Kevserî’nin Nazratü’n-Abire, Te’nibu’l-Hatib, İhkaku’l Hak gibi reddiyeleri, temel İslam ilimlerinin her alanında tahkik çalışmaları, Hüsnu’t-Teqâzî, Lemehât, el-İmta’ gibi biyografik olmak üzere çok sayıda eseri var. Genel olarak o hangi dalda derinleşmişti. Fıkıh, hadis, usul, münazara…

Avvame: Kevserî, Allah Teala’nın ilim için yarattığı bir adamdır. O, hocalarımızın hocasıdır. Halep müftülüğü yapan Esad el-Ebedi (rahimehullah) – ki hocalarımın hocasıdır- derdi ki: “İki yüz senedir dünyaya Kevserî gibi bir alim gelmemiştir.” Yine hocam ve hocalarımın hocası Mustafa Zerka (rahimehullah) da şöyle derdi: “Allah Teala bu ümmete zaman zaman istisnai kişiler gönderir. İşte Kevserî de onlardandır. İlim bazen azalır, yer yüzünden çekilir. Bu istisnai kişilerle tekrar yükselir.” Kevserî ilmi yükselten adamdır. Hem hadiste, hem usulde büyük bir muhakkiktir. Mezhepte, mukayeseli fıkıhta, akidede, eski ve yeni felsefede, edep, şiir, tarih, bunun yanında ahlak, tasavvuf ve seyr sulûk’ta… imamdır.

Şenocak: Malumunuz, İmam Kevser’inin tasavvufla alakalı da eserleri var. Fakat onu, tasavvufçulardan ayıran bir yönü var ki o da selef gibi sufiliği yazmakla kalmayıp yaşamasıdır.

Avvame: Evet o Nakşibendi’dir.

Mustafa Sabri Efendi

Şenocak: Efendim malumunuz Kevserî’nin Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi ile kadim dostluğu var… Sabri Efendi de Kevserî gibi bir ders vekiline sahip olmasından dolayı muasırı olan şeyhulislamlara karşı iftihar ettiğini söyler. Fatih Medreseleri’nin Ezher’e karşı “Te’nibu’l-Hatîb” ve “en-Nuketu’t-Terîfe” gibi her türlü övgüye layık eserlerin müellifini yetiştirmek ve müderris olarak bağrında tutmakla iftihar ettiğinden söz eder. Yine onu, hadis ve fıkıh okyanusunda benzeri olmayan dalgıç olarak tavsif eder.[3] Kevserî de “Nazretun Abire” başta olmak üzere bir çok eserinde Mustafa Sabri Efendi’den saygın bir dille bahseder. Durum böyle iken birileri bu iki büyük imam arasında görüş ayrılığına neden olan “cebr” meselesinden hareketle onları iki hasım gibi göstermek gayreti içerisindedir. Aralarında ki münasebet hakkında neler söyleyeceksiniz?

Avvame: Bu husus Maturidi ve Eşari imamlar arasında ihtilafa neden olmuştur. Mustafa Sabri Efendi Maturidi’dir, fakat bu meselede Eşarilerin görüşünü tercih etmiştir. O Mevkıfu’l-Akl’de yaklaşık 55 sayfada Kevserî’nin görüşlerine itiraz eder.[4] Üstat da konu ile alakalı “el-İstibsar fi’t-Tehaddüs-i ani’l-Cebr ve’l-İhtiyâr”ı yazar. Bu, iki ehl-i sünnet imamı arasıda geçmiş bir meseledir. Dolayısıyla yeniden bu konuya dalmak, bizim için kısır bir döngü olur.

Talebeleri

Şenocak: Malumunuz, Kevserî’nin bir çok talebesi var. Fakat bunlar içerisinde Ebû Gudde’nin yeri apayrı. O, neden talebeleri içerisinde Ebû Gudde’ye daha çok ilgi göstermiştir.

Avvame: Kevserî, ilme ihtiyacı olduğuna inanan ve bu uğurda gayret sarf eden kimseye istidadına göre ders okuturdu. Ebû Gudde’yi gördüğünde ondaki okuma ve araştırma iştiyakını keşfetmişti. Bu yüzden ona aşırı ilgi gösterirdi.

Ebû Gudde’nin Ezher’den önce Halep’te uzun bir tahsil dönemi vardır. Fakat Ezher’deki 6 yıllık eğitim hayatı ona yeni ufuklar kazandırmıştır. Çünkü, Mısır’da Kevserî ile birlikte olmuştur. Eğer o, derse geç kalmışsa Kevserî birisini gönderir mutlaka onu çağırtırdı.

Kevserî kapsamlı bir kütüphaneydi. Bazen müşkül bir fıkhi meselede, kıyıda köşede kalmış, konu ile hiç alakası yokmuş gibi görünen bir bilgiyi getirir, bahsettiği mesele ile irtibatlandırırdı. Onun bu yönünü müşahhas bir şekilde arz edebilmem için Ebû Gudde’den bir iktibas yapmalıyım: Ebû Gudde Leknevi’nin “er-Ref’u ve’t-Tekmîl”ine mukaddime yazarken müellifin terceme-i hâli babında şöyle der: “Onun elinde bir lamba vardı, lambayı kitaplara tutar ve onlardan istediği bölümleri alırdı.” Ebû Gudde bana şöyle demişti: “Bu sözün aynısı Kevserî için de geçerlidir.” Ben itiraf ediyorum, vallahi sanki elinde bir lamba vardı ve neyin nerede olacağını bilir, istediği bilgileri alırdı.

Kevserî, Ebû Gudde, Avvame

Şenocak: Abdülfettah Ebû Gudde’nin hocası Kevserî’ye olan yakınlığı malum. Siz de onlarca yıl Ebû Gudde ile –onun ifadesiyle- önce öğrenci sonra da arkadaş olarak birlikte oldunuz. Bugün, sünnet ve cemaat yolunun Kevserî ile temsil edilen müstakim duruşu, Ebû Gudde ve Muhammed Avvame ile devam ediyor. İlim cihetiyle nesebinizin Kevserî’ye dayanması ya da Kevserî çizgisini devam ettirmeniz sizin için ne anlam ifade ediyor?

Avvame: (Üstat sorudan sonra mütebessim bir çehre ile bir müddet sessiz kaldı. Ardından şöyle devam etti.) Abdullah ibn Mübarek diyor ki; “Birlikte yürümüş olmamıza bakarak, adımızı o büyüklerin adına eklemeyiniz.” Diğer sorularınıza geçelim.

Şenocak: Bir konuşmanızda Ebû Gudde ile önce talebe daha sonra da arkadaş olarak 37 yıl birlikte olduğunuzdan bahsediyorsunuz.

Avvame: Evet bu 50 seneye tamamlandı. Allah Teala’ya şükürler olsun.

Şenocak: Ebû Gudde’nin ilmî yönü ile alakalı neler söylersiniz?

Avvame: Evet o, muhakkik, muttaki bir alimdi, hüccetti. Diline ve kalemine sahip biriydi. Ben onun kadar adil davranan, insaflı olan, şartlar ne olursa olsun hakkı söylemekten imtina etmeyen bir insan görmedim. Daha önce de yazdım, onun hiçbir zaman “keşke bunu söylemeseydim, keşke şunu yapmasaydım” dediğini duymadım. Evet, ben onun hak terazisinde hafif gelen bir sözüne, fiiline ya da ahlakına rastlamadım.

İbn Teymiyye

Şenocak: Ebû Gudde hemen her konuda hocası Kevserî ile aynı düşünür. Fakat İbn Teymiyye hakkında farklı bir yaklaşım içerisindedir. Kevserî, İbn Teymiyye’yi sert ifadelerle tenkit ederken, Ebû Gudde zaman zaman müdafaa eder.

Avvame: O bana bir keresinde şöyle demişti: “Kevserî’nin elinde deliller var, İbn Teymiye ve İbn Kayyım hakkında konuşuyor. Ama benim elimde delil yok.”. İşte bu tutumu, onun insaf ve takvasına delildir. Eğer o, hocasına duygusal olarak bağlı kalsaydı, onun İbn Teymiyye hakkındaki bütün sözlerini aynen tekrar ederdi. Fakat onun ilme bağlılığı kör bir mukallit olmasına mani oldu.

Kevserî, Ebû Gudde’nin yanında dağ gibi bir azamete sahipti. Ona çok hürmet ederdi. Fakat insaf, adalet ve takva onun yanında Kevserî’den daha üstün ve daha değerliydi. Bu yüzden Kevserî’ye sadece ikna olduğu ilim yönünden bağlanmıştı. İşte bu Ebû Gudde’nin en büyük özelliğidir.

Birçok âlimin İbn Teymiye hakkında konuştuğunu gördük, hak ne ise biz onu kabul ederiz, ne o tarafa ne bu tarafa meylederiz.

Şenocak: Kevserî karşıtı olmakla şöhret bulan belli çevrelerin, Ebû Gudde’ye, hocasını tekfir etmesi için baskı uyguladıkları söyleniyor. Bu doğru mudur?

Avvame: Evet doğrudur. Fakat Ebû Gudde Allah’tan korkan takva sahibi bir âlim olduğundan sabırla bu baskılara direndi, nezih yaşadı ve nezih vefat etti.

Tavsiyeler

Şenocak: Efendim son olarak Türkiye’deki ilim adamlarına ve talebelere neler tavsiye edersiniz?

Avvame: İlimle uğraşan herkese, kendilerini cahillikle savaş ediyor gibi görmelerini tavsiye ederim. Sizler, ilim talebeleri olarak ilim bayrağını taşıyorsunuz, bunu taşımaya özen gösterin ve bütün gücünüzle onu elde etmek için çalışınız. Çünkü siz ümmeti ve dünyayı saran cehaletle savaşıyorsunuz. Bu savaş, İslam’ı bilmeyen normal vatandaş, öğrenmeye muhtaç ya da İslam’la mücadele eden inatçı bir cahile karşı olabilir. Yolumuza çıkacak engellere karşı kararlılıkla durmak lazım. Bu da ancak ilmi tahsil etmek ve yaşamakla olur.

Ayrıca sizin ülkenizde İslami ilimlerde derinleşmeye şiddetle ihtiyaç var. Türkiye’de ilim ehli diğerlerinin karşısına çıkmaktan çekiniyor ya da onlara mukavemet gösteremiyor. Bu durum Türkiye’deki ilim adamlarının köklü ve derin bir ilme ihtiyaçlarının olduğunu gösterir. İslam düşmanlarına karşı ancak iki şekilde mücadele edilebilir: ilim tahsil ve tahkiki ile. Sonra da ilimde derinleşmek… Resûlüllah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ın bir konudaki hadisi, sekülaristler veya onlarla aynı yerde duranlar tarafından inkar edildiğinde ilim talebesi savunmaya geçmeden önce eleştiri konusu olan hadisin kesin olarak sahih olup olmadığını öğrenir. Ardından alimler bu hadis hakkında ne diyor, şerhlere bakar sonra da açık açık bu hadis şunu beyan ediyor, hükmü bunu gerektiriyor der. Sizin ülkeniz bu çaptaki alimlere muhtaçtır. İlmi tahsil ve tahkik etmiş ve onunla emin ve izzetli olan insanlara…

Şenocak: Bizde bahsettiğiniz vasıfları haiz ilim adamı maalesef azdır. Mesela biri çıkar ilmî kriterleri bir tarafa iterek Buharî’yi tenkit eder, fakat bu kişi Buharî’nin öşrünü bile okumamıştır. “Buhari’de uydurma hadis var” der. Bu nevi yaklaşımlara karşı ilim talebelerine nasıl bir tavır takınmalarını önerirsiniz?

Avvame: Eğer rical ilmini, usulû hadisi, Buharî’nin meşhur şerhlerini, ravilerini, onu müdafaa eden kitapları, hangi hadislerinin tenkit edildiğini, tenkitlere karşı yazılan reddiyelerin içeriğini bilmezsek, nasıl cevap verebiliriz! Eğer bahsettiğim ilim ve kitaplara vakıf olursak mukni cevaplar verir, insaflı olanları da ikna edebiliriz. İlim ehlinin, avam ağzıyla savunma yapması caiz değildir.

Şenocak: Efendim ilave etmek istediğiniz bir husus var mıdır?

Avvame: Türk halkına son bir tavsiyede bulunmak istiyorum: Bu iki imama yani Mustafa Sabri ve Zahit Kevserî’nin ilmî miraslarına sahip çıksınlar. Onların eserlerini okusunlar, okutsunlar, tahkikli yeni neşirlerini yapıp İslam alemine dağıtsınlar; ilim adamlarının istifadesine sunsunlar.

Şenocak: İnşallah. Müsadenizle…

Avvame: Allah Teala yardımcınız olsun. Teşekkür ediyorum.

 ————————————-

[1] Tenkîl, Kevserî karşıtlarının en güçlü tek başvuru kaynağı olduğundan defalarca basılmış, çok kere de müellifinden habersiz eklemelere ve çıkarmalara maruz kalmıştır. Muhammed Nasıruddîn Albanî’nin eserin birinci baskısına yazdığı mukaddimeden de anlaşıldığı gibi kitap, insaf fukaraları için rant kapısı olarak görülmüş, yayıncıların iştahını kabartmıştır. Albanî’de “Tenkîl”den rızıklanabilmek (!) için onu tahkike karar vermiş ve Muallimî’nin vefat yılı olan hicri 1876’da notlarla neşretmiştir. Bu yüzden Muallimî Albanî imzalı neşri görememiştir. O, her ne kadar eseri dikkatle gözden geçirip müellife ait olmayan ifadeleri çıkardığını, kendine ait olan notları (nun), Muhammed Abdürrezzâk Hamza’ya ait olanları ise (mim ve ayn) harfleriyle remzettiğini, Mullimî’ninkileri ise remzetmeksizin naklettiğini bildirse de, Kevserî’yi nitelerken kullandığı ifadeler, eseri neşretmek için Muallimî’nin vefatını beklenmesi ve Üstat Muhammed Avvame’nin “Tenkil”in yazılış serüveni ile alakalı söyledikleri yan yana konulduğunda, söz boğazda düğümleniyor. Ebu’l-Vefâ el-Efgâni’nin nitelemesiyle “Allâme, Muhakkik, Mudekkik, el-Fakîhu’l-kebîr, el-Muhaddisu’ş-şehîr, Mevlâna Şeyh Muhammed Zahid el-Kevserî”ye reva görülenlerin mutlaka mahşerde karşılığı olacaktır. Tenkîl’in Albanî imzasıyla çıkan baskısı için bkz. Abdürrahman b. Yahya el-Muallimî, et-Tenkîl bimâ fî Te’nîbi’l-Kevserî mine’l-Ebâdıl, tahk. Muhammed Nasıruddîn Albanî, Mektebetu’l-Mearif, Riyad, 2024, I-II.

[2] Kevserî külliyatının önemli eserlerinden olan “Makalât” Ebubekir Sifil tarafından tercüme edilip, yayına hazır hâle getirilmiştir.

[3] Bkz. Mustafa Sabri, Mevkifu’l-Akl-i ve’l-İlm-i ve’l-Alem min Rabi’l-Alemîn, (Dip. not: 1-2) Beyrut, 1981, III, 393.

[4] Mustafa Sabri, a.g.e., III, 390-445.

 

Leave a Reply

You must be logged in to post a comment.